HAYATA DAİR
Hayat, ufku olmayan, derinliği bilinmeyen,
sürprizlerle dolu bir deryadır. Hepimiz bu deryanın yüzergezerleriyiz. Ne var
ki çoğunluk dalgalar ve rüzgârın sürüklediği nesneler gibi sahile atılacağı,
toprağa karışacağı günü bekler. Zorda kaldığında kaderine (!) küser, rahata
erdiğinde şansının güldüğüne inanır.
Bazıları da kaderin kendi iradesi ve
kararlarının sonucu, şansın ise bilgi ve birikimlerinin (deneyimler) bileşkesi
olduğunu bilir. Başarısızlıklarını başarıya dönüştürmenin yol ve yöntemlerini
bularak dalgalara ve fırtınalara aldırmadan hedefine ilerler.
Şans, bilgi ve deneyimlerimizin
bileşkesidir.
Evet. Hayat, sürprizlerle
dolu bir derya… Dalmaya yürek yüzmeye bilek gerek.
Amerikalı yazar Mary McCarthy bu durumu, “Her gün
her saat bilinmezlikler içinde yaşıyoruz.” diye ifade ediyor.
Ben de Mary McCarthy’nin bu saptamasını,
“Gelecek:
yaşamak zorunda olduğumuz, bilinmezliklerle yüklü bir zaman dilimidir.” diyerek onaylıyorum.
Gelecek dediğimiz zaman dilimi,
doğumdan ölüme kadar geçen süredir. Bu süre her canlı türü için farklı zaman
aralığı olduğu gibi, aynı tür canlılar için de farklı zaman aralığını ifade
eder.
Örneğin mayıs sineğinin ömrü, kazaya
uğramadığı koşullarda bir gündür. Aslında, kabul etsek de etmesek de İnsanın da
ömrü bir gündür.
İnsanın ömrü bir gündür. Yaşıyorsak
yaşadığımız yeni bir gündür.
Bir gün bile aslında uzun bir zamandır. İnsan için, gerçek zaman daha
da kısadır. Bunu şöyle ifade edebiliriz;
Yaşam ne dündür ne de yarındır, ikisinin
arasında bir andır.
”Günü yaşamadan düne gidenler
Bir soluk nefestir ömür dediğin
Hayatı kendine zehir edenler
Bir soluk nefestir ömür dediğin.”
O yüzden yaşadığımız her gün her saat
değerlidir.
İrlandalı yazar George Augustus Moore ”Hayattaki tek güçlük seçmektir.” diyor. Hayatın
karmaşık yollarında seçme zorluğu mu çekiyoruz da, çok uzun bir ömrümüz varmış
gibi zamanı sorumsuzca harcayarak bir bakıma hayata sırtımızı dönüyoruz?
“Hayat
kendiliğinden ne iyi ne de kötüdür; ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz.”
diyor, Michel de Montaigne (Fransız yazar).
Hayat, hayatı
ciddiye alanlara, acısıyla tatlısıyla, güzelliği çirkinliğiyle, yağmuruyla
çamuruyla, düz yoluyla yokuşuyla, tozuyla toprağıyla, ağacıyla yaprağıyla,
itiyle bitiyle, etiyle sütüyle, doğrusuyla eğrisiyle, nimetleri ve
külfetleriyle, olduğu gibi sevip kabul edenlere cömerttir.
”Hayattan yakınanlar, ondan olmayacak
şey isteyenlerdir.” Diyor, Ernest Renan (Fransız tarihçi ve filozof)
Oysa
Hayat aynaya benzer, siz ona nasıl
bakarsanız o da size öyle bakar.
Hayata gülünüz o da bir gün, size gülecektir.
Bizim ülkemizde yas bile üç
günden fazla tutulmaz. Düğünlerimiz üç gün, yas günlerimiz de üç gün olsun
isterler. İslam’a göre de yas üç gündür.
Diyelim, bir evden cenaze çıktı. İlk
gün bütün yakın, uzak insanlar cenaze törenine katılırlar. Sonra cenaze evine
en yakınlar, yemek taşırlar. Cenazeye katılanlar, cenaze evinde yemekleri
yerler, baş sağlığı dilerler, uzaktan geleceklere yer açmak için giderler.
Üç gün sonra en yakın dostlar tekrar
gelirler. Cenaze sahibiyle şöyle bir sohbet geliştirirler:
“İki gündür filan yerde çapa yaptık.
Senin tarlayı da ot sarmış. Yarın da senin tarlaya üç beş arkadaş çapa yapmaya
gideceğiz. Eğer sen de gelip bize birer tas su dağıtırsan seviniriz.”
Cenaze sahibi ne desin? Belki de Mevlana gibi düşünüp tevekkül ile başını eğer.
“Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden
çalınan zamanlar olduğunu öğrendim...” (Mevlana)
Hayat devam etmektedir. Dostları, imece
anlayışıyla, tarlasına çapa yapmaya gitmişler. O da evden çıkar tarlaya gider.
Su dağıtır, sohbetlerine katılır, yastan bir şekilde uzaklaşır. Hayata kaldığı
yerden devam eder.
Bu güzel geleneği nasıl okumak
gerekir.
Hayat, ırmak gibidir, geriye akmaz.
Geriye takılanlar, ya kadavra ya da paçavradır.
“Yaşam ırmak gibi
geriye akmaz
Geride kalana dönüp de bakmaz
Yarına da umut ışığı yakmaz
Bir soluk nefestir, ömür dediğin.”
O güzel
insanlar, dostlarının yas ve üzünce boğulmasına izin vermezler.
Yazımı şöyle sonlandırmak istiyorum.