Sözcük ırkında çapkın bir edayla
sözlenen yalnızlığın fermuarını çektim işte ve reşit bir hürriyete odaklandım.
Şiirsel bir hazdı mevsimin sönmüş
feri ve saklı bir niyazdı adımladığım her nüktedan şiire verip veriştirdiğim.
Aşikâr olan künyesiydi göğün ve sisli
ruhların sevdalandığı yedi tepeli mavilik her kürediğimde yangın olduğum; her
yangında ilk yüreği harladığım ve yetim mizacımla salındığım saman balyalarında
hür irademi dizginleyip metruk bir düşün de fay hattında çatırdayan iç
sesimdeki o ritim ile alı al moru mor bir güne beyitler armağan ettiğim…
Günü kurtardığım değildi gerçek olan.
Günü b/öldüğüm her ritmik vuruşu ile
bir gonk edasına bürünen o imleç belli ki hicviydi ömrün yalnızlığın doğası
derken feveran eden hecelerin bedduası nihayetinde kendine yenik düşen bir fer
her açıda saklı iken acı ve her acı yeniden doğmaya mecbur kılarken endamlı bir
reverans ile son verdim işine kalemin.
Hatıralar gerçeğin mizacıydı madem ve
yarına odaklı mal oluşlar sancılı ömrün kibirli izdivacı idi hüzünle: tıpkı
ufkun bitiminde başlayan bir ömür gibi ya da aşkın sunumunda şerh düştüğümüz imkânsızlık
ile çevreli söğüt dallarına tüneyen bir kuşun kanatlarına sızan düş yağmurunda
yaftaların da verdiği yorgunlukla sökün eden o minvalde dokunulmazlığı
duyguların ve firar eden hecelere anlam yükleyen şairin de dokunaklı vedası
hayallere.
Hezeyan yüklü bulutlarda esen kibirli
bir sitem aşkın kepaze ettiği huzuru da bıçaklarken sırtından ve her halükarda
vazgeçmeyi bilmediği bir hülyaya saplanan efkârla taşkınlara sebebiyet veren.
‘’…bunda bir beis görmem, çünkü yazar
olmak, içgüdülerine güvenmeyi gerektirir. Hem, kendimle çelişme hakkım zaten
her zaman saklıdır.
Değil midir?’’
(Ali Teoman)
Bir metaforun düş birikintisiyim madem
ve sudan sebeplerde boğulmaktansa kervan geçmez çöllerde can çekişmeyi
diliyorum…
Pişkin nazarında gölgelerin.
Sükûn dilediğim şah beyitlerin de
kırık haznesinde…
Peyda olduğum bir sancılı düşün son
kırıntısı iken çelişiyorum aralıksız; içimdeki dünyayı kürediğim dışımdaki
mezarı yaşlarımla suladığım belki de pergelimi saplamak istiyorum hayatın
alnındaki o beyazlığa…
Beyaz olduğuma vakıfım gel gör ki
karanlığın da tutanaklara geçirdiği yasın birincil kahramanıyım ve kardığım her
günden sarkıttığım ipe asılıyor gece bense sözcüklere ve aşka askıntı oluyorum
derken mimliyorum hurafeleri.
İstikametimden sapamam ki.
Sapkın mihraklardan uzak kalmanın
sancılı efkârı ile içimdeki yetim diyeze beyan ediyorum gamlı notalarımı ve tüm
gamları tek tek sarkıtıyorum solumdaki pencereden ve adına sol anahtarı diyorlar
da sağımdaki kapı asla açılmıyor.
Anahtarın açmadığı kapılar…
Solumla yatıp kalktığım ve ardına
kadar açık bir kapı.
Gizemin izinde sağdıcım iken notalar
elbet kulağıma küpe ve efkârın bam telinde isli bir yalnızlık her şüheda
mazinin de bir sahibi varken tıpkı ırkı olmayan acıların da yüzü suyu hürmetine
ben inadına acıları b/ölüyorum tümden gelen duygularla tutkulu sesinde özlemin
aşka şerh düşüyorum bir alıntı mahiyetinde ise gün geceyi kavuran ateşle
sözleniyorum ve geniş mezhepli boylamları bir bir siliyorum haritadan hangi
enlemde olduğumu bilmekse bir külfet.
Bir yanılgı isem ihbarıdır içimdeki
masum çocuğun.
Bir yenilgi isem isli sokak lambasına
konan pervane gibi teslim oldum bir kez ateşin kendisine ve çeliştiğim kadar
kendimle, çelişiyorum da evrenle ve soyutlandığım izleklerin izini sürüyorum
görünmezliğin hicvine tanık iken Tanrı gölgelerden arınıyor ruhum nihayetinde
tedavülden kalkıyor günlük duygularım ve gecenin karasına yaslanıp aşkın da
izdihamına yenik düşüp duyguları yontuyorum bilindik bir güdüden ziyade
içgüdüsel bir var oluş alfabesiyle yeni harfler inşa ediyorum.
Esiri olduğum evren.
Ait olmayı umduğum devasa bir toplum
iken dünya kampı ve bölüştüğüm her lokmamda zikreden bir şiirle içselliğimi
sunduğum ve dış sesin baskısından uzak bir b/ölü aşka esir düştüğüm…