Kuran-ı Kerim:“(38/71)’de Allah, kokuşmuş
çamurdan bir insan yaratacağını söyler. “Onu tesviye ettiğim.” (38/75) ve
“Yarattı ve tesviye etti.” (87/2) ayetlerinden anlaşıldığı üzere de, tesviye,
yaratmadan sonra olur. Demek ki insan maddesi çamurdan yaratıldıktan sonra, bir
de insan suretini alması, insanlık seviyesine gelmesi için bir müddet de
tesviye edilmiş, bedeninin parçaları, kıvama gelmesi için düzeltilmiştir. Bu nedenle çeşitli ayetlerde, çeşitli
yaratılış kademelerine işaret edilmiştir. (3/59) da topraktan, (23/12) de çamur
hülasasından, (15/28) de kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan,
yaratıldığı söylenmiştir.” “Ant olsun biz
insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan (kuru bir çamurdan, yoluna
girmiş, şekillendirilmiş bir balçıktan) yarattık.” (15/26) “Ve le kad halaknel insane min salsalim min hameim
mesnun.”, “İnsanı kiremit gibi pişmiş
çamurdan (vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir balçıktan) yarattı.”
(55/14) (“...Ben muhakkak çamurdan bir beşer yaratacağım”(38/71) sonra
üzerinden uzun zamanlar geçtikçe kokuşan, vasfı değişen hame, ve bundan süzülüp
alınan şeyler (tek hücreli yaratıklar) (“...Biz
insanı çamurdan bir sülaleden (süzmeden) yarattık.”(23/12)), sonra
hücrelerin bölünerek çoğalma, yani eşinin kendisinden yaratılması aşaması (“Sizi bir tek candan yarattı, ondan eşini
yarattı.” (4/1)), daha sonra da eşeyli üreme aşaması (“O ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratıp yeryüzüne yaydı.”
(4/1))..
. Bu konuda diğer bazı ayetler şunlardır: “Oysa O sizi aşama aşama (türlü merhalelerden geçirerek) yarattı.” (71/14)), “Sizi
bir çamurdan yaratan...” (6/2), “Ve O’nun ayetlerindendir ki, sizi topraktan
yaratmıştır, sonra siz şimdi insansınız. (Yeryüzüne) yayılmaktasınız.” (30/20).
Görüldüğü gibi ayetler, özellikle insanın oluşumunda,
gökten inme ani bir yaratmayı değil
yeryüzünde vesilelere bağlı olarak gerçekleştirilen aşama aşama bir yaratmayı
vurgular. “Sonra onu bambaşka bir
yaratılışla inşa ettik” (23/14) ifadesince de, bambaşka bir ruhani yaradılış
kazanmış, hatta ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu yapılmıştır.
“Biz
bu dünyaya gelmeyiz. Bu dünyada oluşuruz. Yaprağın ağaçta oluşması gibi…
Okyanusun dalgaları yaratması gibi… Evren, yaşamı, insanları yaratır. Her insan
doğanın, tüm evrenin bir hareketi, kendine özgü bir ifadesidir.”
Kendiliğinden
oluş; bizim tarafımızdan öyle algılandığı için (Görülen),
fıtratımız (tabiatımız, oluş tarzımız, yaradılışımız) gereği bize öyle
algılattırıldığı için, yani kendini öyle gösterdiği için (Görünendir).Canlılar âlemine baktığımızda ne görürüz? İnsanlar kendi
irade ve güçleriyle hareket eder, ağaçlar kendiliğinden büyümez mi? Elbette
canlı- cansız varlıklardan etkilenir, hatta yararlanırlar. Başka varlıklar da
onlardan.
Örneğin;
insan yaşam idamesini, başlıca kendi varlığı gibi organik, yani canlı kökenli
olan besinlerden edinir. Ağaç ise inorganik olarak sınıflandırılan cansız
dediğimiz varlıklardan; yani topraktan, sudan, güneşten edinir. Ama insan da,
ağaç da aldıklarını işleyen, sindiren, enerjiye çeviren bir sisteme
sahiptirler. Bu sistem de onlara, onları üreten atalarından miras olarak
geçmiştir. Yani canlılık, ister başka canlıları tüketsin, ister cansızlara
dayansın, kendini türeterek sürüp gider.
Daha
genel olarak canlı- cansız tüm varlıklara baktığımızda,: varlıkların, kendi yapılarından kaynaklanan bir var oluşla
varlıklarını sürdürmekte olduklarını görürüz. Bu var oluş, başka varlıkların
etkisiyle evrilip cevrilsede, ‘varlıkların haricinde bir gizil etki olmasa da
olur, varlıklar ve etkileşimleri, birbirlerini var kılmada yeter’ gibi
görünmektedir. Yani açıkça soracak olursak; örneğin su, soğukta donup sıcakta
buharlaşırken tanrı tarafından mı yönetilmektedir? Yoksa doğası gereği ve
çevresel etkenler nedeniyle mi böyle olmaktadır? Ya da bir bebek, ilk neden
olarak anne ve babası sayesinde dünyaya gelmez mi? Başka bir gizil ve neden
aramaya gerek var mıdır?
Maddenin halden hale geçişi, yaşamın kendini kotlayarak türetmesi, canlının
oluşunu sürdürmesi ve gözlenen maddi varlıkların perde arkalarında atomların
kesintisiz devinimleri, kendi kendilerine ve kendi gibilere dayanarak, kendiliğinden sürüp giden bir oluş
sergilediklerini göstermez mi?
Muazzam
ölçekteki bir evrenin sadece şu anda bile, her noktasındaki varlıkları dikkate
aldığımızda bir ‘sonsuz sayıda varlık’ düşüncesine kapılırız. Hele şu anda olan
tüm varlıkları daha da genellediğimiz de ; (yani gelmiş- geçmiş tüm maddi
formları, tüm canlıları, tüm atomları, kısacası tüm var oluşları
düşündüğümüzde) her şeye etki eden ve her oluşu tasarrufu altında tutan,
dışarıdan, harici bir güç ve bilinci değil de varlıkta ki adeta özsel, içsel,
örtülü bir gücü ve bu gücü kullanan gizil bir bilinçlilik halinin yansımasını
görürüz. Bu görüş bizi, varlıklardan ayrı, evrenin dışından onları yaratan ve
uzaktan kumandayla onları hareket ettiren Allah’a götürür.
Yüzüne vuruyordu
Güneş , perdenin aralığından. Bir oraya,
bir bu yana döndü yatağında. Rahat bırakmadı güneş’in gaddar ışığı. Açtı
gözlerini sabah olunca. Perdenin
kenarından süzülüyordu güneş içeriye
hala. Dinlenmiş, düşünceleri berraklaşmıştı. Nefes alıp veriyordu işte, bu
dünyada idi. Baktı sağına, soluna; yanında uyuyordu eşi tüm güzelliği ile melek
gibi, başı yastıkta. Güzeldi yaşamak. Şükretti yaradanına ve bugününe. Kalktı
büyük bir sevinçle, bir şarkı tutturdu şen şakrak. Yıkadı elini yüzünü;
tuvaletini yaptı dünkü edepsizliklerine, rahatladı. "Oh be dünya varmış!
" dedi.
Adam şeye baktı
Bir baştı bu.
Köpek şeye baktı
Bir taştı bu.
Şey kendine baktı
Ne baştı, ne de taştı…
Sanatkarının hayali gerçek etmesi
Sözde, varlığa dökmesiydi.
Taşa giydirilmiş bir hayaldi
Sonsuz Tek Var’ da var
Bir dalgalanmadan ibaretti.
Bunu bildi
Benliğini aştı
Kendinden geçti
Yokluğunda
Hiçliğin sonsuzluğuna aktı
O şimdi hiçliğinden Hu’ya varandı…