Öncelikle Rabbim hiç kimseleri ceza evine düşürmesin diyerek başlayayım
sözlerime.
Ceza evine girenlerin oldukça büyük bir bölümü iki sebeple oradadır: Ya
şeytana uymuşlardır, ( ki bu durumda aslında cezayı çekmesi gereken
şeytandır, ya da en azından azmettirici olarak onun da ceza çekmesi gerekir.)
ya da kişi kader kurbanıdır, dolayısıyla kader her ne ise asıl tutuklanıp
içeri atılması gereken o iken cezayı maalesef o suçla çok da alakası olmayan
insan çeker.
Ceza evleri elbette beş yıldızlı oteller değillerdir. Kötüdür cezaevleri,
soğuktur, adı bile insanda ürperti yaratır.
Evet ceza evleri kötüdür ama yine de insanlara bir statü kazandırır. Bir
kişinin ceza evine girip çıktığı biliniyorsa o insandan çekinilir biraz.
Onunla konuşurken, onunla bir ilişkide bulunulur iken diğer insanlar biraz
daha dikkat ederler ‘’Aman damarına basmayayım, neme lazım adam içeride
yatmış çıkmış, ne olur ne olmaz’’denir.
Tabii ki genelleme yapılamasa da ceza evlerine girmiş çıkmış insanların ayrı
bir havası vardır.
Peki sizlere benim de iki kez ceza evine girip çıktığımı söylesem. Tabii ki
inanmazsınız ama tamamen gerçek. Evet ben de bu altmış altı senelik ömrümde
hem de iki kez ceza evine girdim. Ama ben diğer ceza evi sakinlerinden çok
farklı olarak ne şeytana uymuştum ne de kader mahkumuydum.
Ceza evine ilk girişim 1981 senesinde oldu.Yani 12 Eylül dönemi dediğimiz o
meşhur dönemde… İlk kez Antalya- Manavgat Ceza ve Tevkif Evine girdim.
Hani bir türkü vardır: ‘’ Maphushane çeşmesi yandan akıyor yandan ‘’ Yahu ne
çeşmesi, ne tulumbası, mübarek yerde su olduğundan bile şüpheliyim. İnsanlar
güneş ışığına bile hasret.
Bir de şöyle bir durum var: Oradaki mahkumların yarıdan fazlası kız kaçırma
suçundan içeride oysa ben bir sene sonra kız kaçırdım. Yani bir sene sonra
işleyeceğim bir suçtan dolayı bir sen önceden içeri atılmış değilim.
Bazı mahkumlar zaten akraba. İki karış toprak için kavga edip birbirlerini
yaralamışlar, oysa benim bir karış toprağım bile yok ki birileriyle kavga
edeyim. Hem zaten oldum olası kavgadan gürültüden uzak durmuşumdur. Yani uzak
durmuşumdur derken korktuğumdan değil ha. Yanlış anlaşılmasın. Normal
şartlarda acayip kavga ederim ama öyle durduk yerde on, on beş kişiye birden
dalıp ağzını burnunu kırmanın bir mantığı yok elbette değil mi? Yani herifin
biri diyelim ki şaşı, gidip de adama ‘’Ulan sen niçin bana yan bakıyorsun?’’ Demenin,
durduk yere herifin marizine kaymanın insani bir boyutu olabilir mi? Ya da
birileri bana ‘’Gözünün üstünde kaşın var.’’ Dese? Adam doğruları dile
getiriyor diye dövmeli miyim? Yalan mı? Gözümün üstünde kaşım var elbette.
Manavgat’tan bahsediyorduk. Bilenler bilir tam ortasından bir nehir geçer.
Nehrin üzerinde de güzel bir köprü vardır. İşte o köprü üzerinde çok kavga
olurdu. Sebep? Vatandaşın biri köprüden geçerken bir başka vatandaşa kazaen
çarpar, kendisine çarpılan ise ‘’ Yuhhh ayııı’’ Derdi. Al sana durduk yerden
bir kavga Vay efendim sen bana nasıl ayı dersin. Ben işte böyle durumlarda
asla kavga etmem. Ne yani vatandaş köprüyü geçiyor diye ille de bana dayı
demek zorunda mı?
Öyle maç için de kavga etmezdim. Neymiş efendim Burdurlular gelirmiş de maçta
tezahürat yaparlarmış ‘’Kırmızı mavi hadi gari, Burdur Burdur dep dep dep’’ Diye.
Vay efendim Burdur sporun forması pembe mavi olduğu halde nasıl olurmuş da
kırmızı- mavi derlermiş. Ulan oğlum sana ne? Adamlar belki renk körü, belki
onların memlekette pembeye kırmızı deniliyor. Bu yüzden kavga olur mu? Ne
ayıp.
Velhasılı kelam hapse düşmemin sebebi kavga filan da değildi. Siyaset hiç
değildi. Zaten siyasi suçluları Antalya Cezaevine gönderiyorlardı.
Koskoca öğretmen adam öyle hırsızlık, dolandırıcılık, kalpazanlık yapacak
halimiz de yok. Zamparalık filan da değil. Zaten bilen bilir kesinlikle o
taraklarda bezim yoktur. Mahatma Gandiye zampara diyebilirsiniz bana asla. O
derece yani.Zaten memur kısmında hiç bir zaman zam ve para kelimelerinin yan
yana geldiğini görmeniz mümkün olamaz ki.
Peki cinayetten mi girmiştim içeri?
Aslında zevkli bir hobidir cinayet ama her hobide olduğu gibi küçük yaşlardan
başlamak lazım bu işlere. İnsan sonradan hobi sahibi olamıyor maalesef. Ben
ne yazık ki bırakın cinayet işlemeyi, babam eve kesmek üzere tavuk
getirdiğinde onu elbise dolabına saklardım babam bulup da kesmesin diye. İşte
bu sebepten cinayet denilen olaya prensip olarak karşıydım. Armudu dişlemek,
sapını gümüşlemek gibi bir manyaklık varken kim uğraşacak cinayetle filan
değil mi ama?
İyi de ben ne halt etmeye ceza evine girdim?
Anlatayım efendim.
On iki Eylül ihtilalinden sonra artık içimiz dışımız Atatürk oldu. Kenan Paşa
güya Atatürkçülüğü çivi gibi herkesin beynine, kafasına, kalbine çakacak ya;
işe tabii ki eğitimle başladı. Malum eğitim şart. Önce 2087, sonra 2090
Sayılı Tebliğler dergisinde belirtildi ve kısaca dendi ki : ‘’Bundan kelli
artık tüm derslerde Atatürk ilke ve İnkılaplarına yer verilecek.’’
Devlet baba böyle deyince öğretmenleri sardı bir telaş. Aşağı yukarı hiç
kimse Atatürk ilkeleri nedir, inkılapları nelerdir bilmiyor. O günlerde öyle
herkes bu günkü gibi Atatürkçü (!) değil ki. Hani Marksist Diyalektik, Dokuz
Işık Doktrini, Milli Görüş filan deseler evelAllah her biri hakkında oldukça
bilgili olan öğretmen bulmak mümkün de konu Atatürk ilke ve İnkılapları
olunca millet artık sosyal bilgiler ve tarih öğretmenlerinin dizi dibine
çöküp dersler almaya başladı. Lakin devlet baba baktı ı-ıh. İşler istediği
gibi yürümüyor. Mesela bir Fizik Öğretmeni soruyor: ‘’Arkadaş ben Fizik
derslerinde Atatürk ilke ve inkılaplarını nasıl işleyeceğim.’’ Devlet baba
2104 Sayılı Tebliğler dergisi ile buna da açıklık getirdi. Tüm derslerde
Atatürk ilke ve inkılaplarının nasıl işleneceği, bunun günlük ders
programlarına nasıl gireceği tek tek izah edildi. Mesela Fizik derslerini ele
alalım. Dendi ki:
FEN VE MATEMATİK DERSLERİNDE:
Konuların ilgisine göre yeri geldikçe:
a. Atatürk’ün "Bilim ve Teknik İçîn Sınır Yoktur" özdeyişinin,
günümüzdekİ uzay çalışmaları örnek verilerek, anlamının büyüklüğü ve önemi
üzerinde durulmalıdır.
b. Yine Atatürk’ün "Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir" özdeyişinin
bîlimin hızla gelîştiği bu çağdaki etki alanı ve önemi açıklanmalıdır.
c. Atatürk’ün Bilim ve Fende, Fen ’in uygulaması olan tekniğe ne kadar önem
verdiğini ifade eden Bursa nutuklarındaki "Hakiki Rehberimiz İlim ve Fen
Olacaktır. " şeklindeki sözleri üzerinde durulmalıdır.
ç. Atatürk’ün "İstikbal Göklerdedir" sözünün anlamı belirtilmeli;
Atatürk’ün Fen ve teknikten soyutlanamayan hava gücüne, dolaylı da olsa bu
gücün dayandığı Fen ve Tekniğe verdiği önem açıklanmalıdır.
d. Atatürk zamanında kurulan Fabrikalar ve fen kuruluşlarının, 0’nun Fen ve
Tekniğe dayanan sanayi ’e verdiği önemin açık bir kanıtı olduğu ve bunların
önemi belirtilmelidir.
e. Osmanlılar döneminde kullanılması güç olan arşın, dirhem, okka gibi uzunluk
ve ağırlık birimleri ile ölçü sistemleri yerine daha kolay kullanılır, pratik
metrik sistemin, gram ve kilogram ölçülerinin konulmasının Atatürk’ün
emirleri ile gerçekleştirildiği açıklanmalı ve bunların önemine
değinilmelidir.
f. Fizik, Kimya, Biyoloji derslerinin ve bütün Fen Bilimleri ve Matematiğin
öğretiminde kullanılan, yüzlerce anlaşılması güç Arapça ve Osmanlıca
terimlerin, Atatürk’ün direktifleri ile Türkçeleştirildiği anlatılmalı,
aradaki büyük öğrenim kolaylığına öğrencilerin dikkati çekilmelidir.
Hep yapılmalı, edilmeli...Tabii ki iş yine Tarih ve Sosyal Bilgiler
öğretmenlerine düşüyor? Nasıl yapılacağını biz gösteriyoruz, öğretiyoruz
arkadaşlara. Malum o zamanlar henüz google amca hayatımıza girmemiş.
İşte o günlerde diğer branşların öğretmenleri teneffüslerde bir çay içmemize
bile müsaade etmezlerdi. Mesela Fizik öğretmeni gelirdi ‘’Hocam ya,
günümüzdeki uzay çalışmaları hakkında biraz bir şeyler anlat da ben de derste
öğrencilere anlatayım, günlük plana da yazayım’’ diye…Ya da Coğrafya Öğretmeni
gelirdi ‘’ Hocam Boğazları işleyeceğim de, tebliğler dergisine göre Monteaux
sözleşmesini anlatmam gerekiyormuş. Bana şu sözleşmeyi anlatır mısınız?’’
diye. ( En son görev yaptığım 2012-2013 Öğretim yılında da Derslerde Atatürk
İlke ve inkılaplarının, Atatürkçülük konularının nasıl işleneceği sene başı
öğretmenler kurulunun en önemli gündem maddesiydi.)
İşte kısacası ben bu Atatürk İlke ve İnkılapları yüzünden cezaevine girdim
efendim.
‘’Koskoca eşek kadar adam olmuşsun, Marksist Diyalektiği, Dokuz Işık
Doktrinini, Milli Görüşü öğreneceğine Atatürk İlke ve inkılaplarını
öğrenseydin ya’’ Diyerek herhangi bir öğretmeni ya da herhangi bir vatandaşı
dövdüğüm için değil ama... Konu çok daha farklı.
1981 yılının Mart ayı…Yani henüz o meşhur 2104 Sayılı Tebliğler Dergisi bile
yayınlanmamış. Şimdilik 2089 ve 2090 ile idare ediyoruz. Okul müdürü elime
savcılıktan gelen sarı bir zarf verdi. Hem de imza karşılığı. Yani ‘’Tebellüğ
ettim.’’ Deyip imzaladım gelen evrak defterini ondan sonra aldım.Memur
olanlar bilir. Sarı zarf hiç bir zaman hayra alamet değildir. Hele de
savcılıktan geliyorsa ve de dönem askeri ihtilal dönemiyse hiç mi hiç hayra
alamet değildir.
Neyse…Zarfı açtım baktım Savcılık benden kısa ve öz olarak ceza evine girmem
gerektiğini, gerekli tüm hazırlıklarımı yaptıktan sonra on beş gün sonra ceza
evinde olmamı istiyor.
Şaşırdınız değil mi? Normalde ceza evine girmem gerekiyorsa en azından bir
yargılanma süreci geçirmem gerekmez mi? Ayrıca nerede görülmüş ‘’Arkadaş tüm
hazırlıklarını yap, on beş gün sonra da gel kuzu kuzu ceza evine gir ‘’
diyerek bir insanın ceza evine sokulduğu. Ama aynen böyle oldu.
Zarf elime ulaştıktan sonra on beş gün boyunca tüm hazırlıklarımı yaptım ve
nihayet 27 mart 1981 de Manavgat Ceza evine girdim. Mahkumlara Atatürk ilke
ve İnkılapları konulu bir seminer verdim. Hırsız, yankesici, dolandırıcı, kız
kaçıran, adam döven ya da yaralayan kardeşlerimi lebaleb Atatürk İlke ve
inkılaplarıyla doldurmuş olmanın huzur ve mutluluğu içinde bir buçuk saat
kadar sonra da ceza evinden çıktım.
Yani yalan söylemiyorum değil mi ceza evine girmişliğim var derken.
Aynı sebeple bir kez de Afyon-Sandıklı’da ceza evine girmişliğim vardır.
Netice olarak karşınızda iki kez ceza evine girmiş çıkmış biri var. Ona göre.