Öznesiz geçtiğine hükmetmiştim son zamanların üstelik emir kiplerine duymadığım ihtiyacı fazlasıyla savurmuşlardı havaya öncesinde işin aslına gelecek olursak…

Kasım kasım kasılan bir ayın ayak sesiydi Ekim’in son günleri aslında başında da hissettirmişti olmazın oluru bir düş mahsulüne denk düştüğüm.

Sıfatların havada uçuştuğu ve kelebek kanatlarında kalemin hayli coşkulu ve neşeli bir farkındalıkla koşmasına engel olamadığım sanırım fitili ateşleyen yine Ekimin son günlerinde, haraç mezat satılan insanlığa olan inancımı yitirmemle başladı.

Sahi, olup biten neydi de fısıltı gazetesinden en son benim mi haberim olmuştu ve hali hazırda uysal bir mevsimi yaz güneşi ile geçiştiriyorduk işte gerçi ara ara hırçınlaşıyordu gökyüzü ama…

Hemhal olduğum nemli hava ve boğucu.

Kürediğim tüm yalanların neticesinde kendimle helalleştiğim hatta açık bırakmadığım kapıdan içeri dalan hoyrat rüzgar ve beşi bir yerde acılar üstelik İzmir sallanmamıştı henüz.

Bense balığın kılçığını ayıklıyordum ve balık hafızalı günlerin nezdinde neye denk düştüğümü sorguluyordum gerçi yeni fark etmemiştim bu sorgulama sürecini ama.

Öncesinde bir tutam huzur atıyordum güne ve çalınan neşeme atıfta bulunan iyi yürekli insanlara tüm içtenliğimle teşekkür ediyordum.

Teşekkür ediyordum Rabbime ve sağdıcım Allah dostlarım akabinde göz kırpan hırpani ve savruk bulutlar.

Açık ara farkla seviyordum işte ve dokunuyordum da yüreklere üstelik yüreğimden geçenleri tek tek döküyordum yazıya.

Yazmaları sevincimin.

Yanıp sönen trafik lambası gibi illa ki yeşil yanıyordu gün sonunda ve hicaz makamında hacizli düşleri kurtarıyordum düştükleri borç batağından…

İnce askılı sözcükler depara kalkarken imgelerin kulağını çekiyordum ve kırmıza saçlı şafakta karşılıyordum yeni günü üstelik hala terk edemediğim eski günün yakasına yapışmış üç beş kova cümle çekiyordum Ekimin kuyusundan…

Ekilen hangi gölgeydi sahi de beklemekten asla da vazgeçmiyordu?

Amiyane tabirle birileri ya da birşeyler bekletiyordu beni?

İçimdeki karınca sürüsü mütemadiyen sözcük depoluyorlardı kış öncesi ve kış güneşine henüz denk düşmemişti İstanbul.

İstanbul yaslıydı ezelden ve yalnız.

Oysaki kalabalıklardan asla ödün vermeyen caddeler ve nerede ise tüm semtleri göz ucuyla seyrediyordu içimdeki İstanbul’u ve İstanbul son zamanlarda sanki daha üzgün ve yıpranmıştı.

Böylesi bir güne denk düştü acılar.

Böylesi bir gün yolum düşmüştü sıkıntılara sonra kardeşim tuttu elimden ve ben dualarımı düşürmeden dilimden çıktık yola ama ne çıkmak…

Sahi, nereye gidiyorduk ve ben neden böylesine pervasız bir o kadar hummalı bir sessizliğe bürünmüştüm?

Ve gözüm ilişti televizyondaki son dakika haberine alt yazı geçen o cümleyi bir avazda okumuştum ve görünen o ki güzel İzmir’e nazar değmişti ve ansızın gökyüzü delirdi ve delindi ve acele ile çıktım evden ve nereye gittiğimi düşünmüyordum bile ve başımdaki o uğultu ve kararan gözlerim derken eşlik eden o karanlık hava.

Sahi kaç dakikalık yolu kaç saatte gitmiştik ve dönmüştük de?

Ekim tam da veda ederken ve görünen o ki İzmir büyük bir felaketin eşiğinden dönmüştü ne de olsa an itibari ile can kaybı olduğunu deklare etmiyordu haber bültenleri.

İstanbul hüngür ağlıyordu.

Bense ağır bir havada asılı kocaman bir baş ağrısı ile eşlik ediyordum İstanbul’a ve içimde derin bir sızı ve sıkıntı derken haberleri gelmeye başladı İzmir sakinlerinin.

Enkaza dönüşmüş apartmanlar ve toz bulutu.

Bir derken iki derken üç ve ölü sayısı git gide artıyordu ve İstanbul ile beraber ağlıyorduk beraber İzmir’in beşik gibi sallandığının ertesi içimdeki b/eşikte gidip geliyordum ben de.

Kaygı eşiğim zirve yapmıştı ve başımın dönmesi geçmek bilmiyordu.

Benim yaşadığım neydi ki?

Benim kaygılı ve üzgün benliğimle eş miydi an itibari ile yaşananlar ve günler zikzak çizmeye başladı.

Sıkıntıların haddi hesabı yoktu işte insanlığın nazarında.

Ölümler ve sallantılar…

Akabinde ardı ardına eklenen nice acı.

Ne olmuştu sahi? Ne değişmişti de insanlık sarıda beklemedeydi?

Öncemle anımı karşılaştırmak gelmedi bile aklıma çünkü dönen bir dünyanın etrafında dönen bendim ve başım.

Gözüm seğirdi.

Anan kimdi sahi?

Sonra zılgıt yedi kötülük ve masum insanlar korku dolu gözlerle tetiklenen acıları geçiştirmeye çalıştı.

Acı eşiği ve de…

Hani açısı değişken acılar.

İçime doğandan uzaklaşmak adına günlerce içime yağmıştı yağmur ve bir Allah’ın kulu da bilemedi neyin neyden olduğunu.

Altı üstü yaşıyordum herkes gibi.

Altı üstü yazıyordum bitmeyen bir coşkuyla.

Sonrasını hatırlamak bile istemiyorum ve kendi acımda boğulurken su yutan kalemim de hava kabarcıkları saldı boşluğa ve işte ben yeniden boşluğa düşmüştüm üstelik hoşluk bildiğim her güzel şey ansızın kaybolmuştu.

Öncemden uzaktım.

An’ımdan da çok uzak ve an’a eşlik eden şimdi de başka acılardı.

Acıların sistematik duyarlılığına karıştı yaşlarım ve İstanbul karardı ve gözlerim.

İzmir’in canı yanıyordu İstanbul ise bunu günler evvelinden hissetmişti ve İstanbul’a dayamışken sırtımı şimdi de İstanbul sırtını bana dayıyordu sonra ben sırtımı kardeşime dayadım sonra sonra…

Sallanmıştı evren ve İzmir’in toprağı çatlamıştı ve nice insanı yuttu evren ve toprak artık mucizelere ihtiyacımız vardı yeter ki enkaz altında kalan herkes sağlıcakla çıksın altından.

Son on günde hâsıl olan çok şey en çok da acının fay hattında çatırdayan yüreğim ve iç sesim.

İzmir depreminden evvel benim içimdeki fay hattı çoktan kırılmıştı sonra kalemimin ucu kırıldı sonra kalem kırıldı bense hepten kırılmıştım ve kaç şiddetinde sarsıldığımı sadece Allah biliyordu.

İçimdeki depremi hisseden var mıydı sahi?

Vardı elbet ama ben hiçbir şeyi görecek halde değildim ve Ekim hala katı mizacıyla hükmediyordu insana bense kasımpatıların havadan yağmasını bekliyordum Kasım gelmezden evvel.

Ekim giderayak yapacağını yapmıştı işte:

Günlerdir hatta haftalardır hâsıl olan o devasa sıkıntı ve sırtımdaki yük nihayetinde pestilimi çıkarmıştı benim ve İzmir depremi henüz beklemedeydi ama içimdeki hissi bir türlü yok sayamıyordum ve dizlerimin bağı çözüldü sonra dizelerim sırra kadem bastı sonra kalemim sonra rüzgâr sonra da İzmir göğsümdeki sancıyı daha da tepeye taşıdı.

Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve ben bunu asla izah edemiyordum.

Yoldan çıkan bir şeyler ve birileri vardı ve ben bundan bihaberdim.

Nihayetinde küçük kıyamete tanıklık ettim ve içimdeki cereyan her yeri üşüttü sonrası kâbus gibi geldi işte ve ben hala aynı insan olmanın verdiği özgüven ile saklı tutuyordum umudumu ve azalan coşkumu da.

Acının ibresi.

Acının ibaresi.

İçimdeki yangın git gide büyüdü ve kundaklandı tüm hayallerim tüm enerjim çalındı derken diskalifiye oldu güzellikler ve hala dönüyordu başım ve çıktım yola ama çıkmadan yolumdan gittim sadece ve gittim ve geldim bir de ne göreyim?

Evrenin acısını çekiyordum şimdi ve içimdeki yangının adı artık İzmir idi.

Benim sıkıntılarım ve başıma gelenler neydi ki ve annem fısıldadı o gece:

‘’Bak, dolunay var.’’

Dolan bir ay vardı evet ve Ekim sırlarını da yüklendi ağır ağır döndü köşeyi ve geride bir sürü acı ve acılı insan bıraktı.

Mucizeler bekliyordu sırada çünkü her birimiz İzmir için dua ediyorduk ve her birimiz İzmir’dik.

Sonra kötü haberler geldi ara sıra iyi haberler ve zaman ilerliyordu ve enkaz altında kalan yüzlerce insan kurtarılmayı bekliyordu ve ben de bekliyordum ama neyi beklediğimi bilmeden ama bekliyordum en azından İzmir’e yeniden güneş doğsun diye ve ansızın güneşler doğmaya başladı birbiri ardına.

Önce İnci doğdu sonra Elif sonra Ayda.

Doğdu güneş doğacaktı da yeni umutlar adına.

Kasım’ın ayak sesi ve Ekimden miras acılar ve hala sallanıyordu İzmir ve bizler hala sallıyorduk Elif’in ve Ayda’nın beşiğini.

İçimdeki çocuğun beşiğini terk etmiştim aslında içimdeki çocuk beni terk etmişti aslında bendim beni terk eden aslında beni birileri mi terk etmişti de bundandı mutsuzluğum ve başımın dönmesi yavaş yavaş azalmaya başladı.

Kasımpatılar yoktu gökten yağan.

Ama mucizeler vardı umuttan ve inançtan doğan.

Ölen zamandı ve nice insan ama dilim varmıyordu işte.

Ben hem İstanbul’dum hem de İzmir’dim artık hem benim acılarımdan ve sıkıntılarımdan kime ne?

Bana neydi benim derdim tasam.

Uğultu artıyordu derken azalıyordu ve içimdeki uydu nihayetinde çıktığı yörüngesine oturdu ve ben beklemedeki iç sesimi nihayetinde kelimelere döktüm çünkü çünkü…

Çünkü ben artık İzmir’dim.

Aslında her birimizin yüreği ve duaları İzmir ileydi.

Biz artık İzmir’dik ve hep beraber açtık ellerimizi semaya.

Ben benden çıkmıştım çünkü benim acım neydi ki İzmir’in ve İzmirlilerin yaşadıkları yanında?

Umudun adını koyduk yeniden ve hep beraber yeni mucizelere tanıklık etmek adına İzmir’e doğru yola düştük.

Artık sadece kendim için beklemiyordum yeni günü ve umudu ve kalbim İstanbul ile atarken bir yanımı İzmir bildim o günden sonra.

Hayatımda sadece bir kere çocukluğumda gittiğim şehir herkes gibi benim de dualarımdaydı.

Geçmiş olsun İzmir’im.

 


( Acının Fay Hattı Ve Ben Ve İzmir... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 4.11.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu