‘’Oysa nasıl da coşardık bir zamanlar
El ele tutuşur gökyüzüne çıkardık
Bir cümlenin altından bir kahkaha
Her tebessümden uçurtmalar…’’(Alıntı)
Bir kehanetin habercisi yılkı atları
Bir düş’ ün közünde saklı sırlar
Ölü mevsimin son hediyesi
Vedaya namzet içime doğan hisler.
Ölü bir ırktır yalnızlığım
Gemici feneri belki de başımı
yasladığım
Yankısı duyulmaz da iç sesimin
Kalemi elime alıp da eğer yazmasam.
Hüznümle muhalif
Aşkımla kendime rakip
Göreceli bir ihanet belki de benimki
Tasası saklı sinir uçlarında
rüyaların
Sefil varlığımla tokalaştığım
uçurtmaların kuyruğundan
S/üzülen rüzgâr gibi
Devindiğim şu lahitte saklı bir sır
gibi
Gizimle salındığım hayat gibi
Özrüme vakıf ve sadık bir taş gibi
olmadığıma dair
Tüm ipuçlarını da serdim önüne hayatın.
Yakamozların çağrısında sakındım da
gözümden:
Elbet aşkı
Elbet hakikati
Kazıdım yüreğime
Kaybolduğum bir ömür ne ki?
Sağanağına tutulduğum umut ötesi yol
yok hem önümde.
Sarmalında inancın
Söğüt dallarına sığındığım
Belki bir kuşum belki bir yıldız
Pervasız
Ve sabırsız
Ve inkârsız
Çağırdığım derinden
Çelimsiz sözcüklere bağlanıp da
Ayyuka çıkan iç sesime misafir
Yatıya gelen umut gibi aşk gibi
Sevdikçe de sevesi gelir hem insanın.
Savruldukça bir ileri bir geri
Semiren hüzün ve yükün
Aşka sadık fıtratın tek tesellisi
Özleme dair binlerce cümle
kurabilirim
En çok da içimde saklı o hazine
Yerli yersiz kendimi vurabilirim
Yerden yere
Gözümden akan yaşın
Başımı yasladığım dağın.
Hangi acının zümresi ise iç sesim
Layığıyla sevmedikten sonra yaşamak
ne ki?