ZULÜM 1453’DE DEĞİL 16 MART 1920’DE BAŞLADI
İstanbul, Türk Tarihinin en kötü günlerini yaşıyordu.
29 Mayıs 1453’de Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u feth etmeden önce Bizans Patriği ‘’ İstanbul’da kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim.’’ Demişti ama asırlar sonra bazı şeref yoksunları ‘’Zulüm 1453’de başladı.’’ Yazabildi İstanbul sokaklarına. Oysa İstanbul için zulüm her ne kadar 18 Kasım 1918’de başlasa da 16 Mart 1920’de katmerlenmişti.
Evet zulüm katmerlenmişti ama sanki birileri İstanbul’un, Türk halkının üzerine ölü toprağı serpmişti. Öyle ki İtalyan askeri ateşe Albay Vitale, İstanbul’un işgali karşısında Türk halkındaki tepkisizliği ve kendi şaşkınlığını, üstlerine şu sözlerle bildiriyordu:
‘’Gece boyunca kırk kadar milliyetçi tutuklandı. Türkler işgale karşı direniş göstermediler ve önemli bir olay meydana gelmedi.’’
Sıra Meclis-i Mebusan’da ‘’ Vatan bir bütündür bölünemez.’’ Kararı alan milletvekillerinin tutuklanmasına geldi.
Bu milletvekillerinin bir kısmı bir yolunu bulup Ankara’ya Mustafa Kemal’in yanına kaçtılar ama önemli bir kısmı hâlâ İstanbul’daydı. Lakin İngilizler İstanbul’u iyi bilmediklerinden bu milletvekillerini bulup tutuklamada zorluk çekiyorlardı. İşte bu noktada İstanbul’un en ücra köşelerini bile bilen Ermeni Taşnak Sütyun örgütü devreye girdi ve onların navigasyonu ile seksen beş milletvekili ile yetmiş Türk aydını tutuklanıp bilahare Malta Adasına sürgüne gönderildi.
İstanbul’da İtilaf kuvvetleri milletvekili, aydın ve Kuvay-i Milliyeci avına çıkmışken İstanbul artık Rum ve Ermeni kabadayılarının haraç topladıkları, racon kestikleri bir şehre dönüşmüştü. İşin daha da kötüsü Türk halkı bu şerefsizlerle mücadele edeceğine bütün bu olanların müsebbibi olarak gördükleri İttihat ve Terakkicilere yöneltmişti tüm öfkesini. Onlardan herhangi birini ele geçirdiklerinde anasından doğduğuna pişman ediyorlardı. Daha da daha kötüsü ise bu öfkeden Kuvay-i Milliyeciler de payını alıyordu zira eğer onlar olmasaydı İngilizler İstanbul’u resmen işgal etmeyecekler, İngiliz Bayrağı altında da olsa rahat ve huzur içinde yaşayacaktı herkes (!)
İstanbul’un resmen işgaline Sadrazam Salih Paşa ( Mustafa Kemal ile Amasya Protokolünü imzalayan paşa ) şiddetle karşı çıktı. Sert bir nota ile protesto etti lakin daha fazlası onun da elinden gelmiyordu. Sonunda dayanamadı ve istifa etti.
Bütün bu hengame içinde daha önce de belirttiğim gibi sadece Süleyman Nazif 16 Mart 1920’nin kara bir gün olduğunu yazma cesareti gösterebildi ve Hadisat isimli gazetede ‘’ Kara Bir Gün ‘’ başlığı altında şunları yazdı. ( Bugünün Türkçesiyle )
‘’Fransız generalinin dün şehrimize gelişi münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümayiş Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ebediyen kanayacak bir yara açtı.
Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve talihsizliğimiz yerini neşeye ve talihe bıraksa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlat ve torunlarımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras olarak terk edeceğiz.
Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e dâhil olarak Napolyon'un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir şiiri olan zafer takının altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğiz üzüntü ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) namını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezâyirli Müslümanlar o milli matem karşısında aynı üzüntü ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Biz ise milli varlıklarını ve lisânilarını bizim gönlümüzün yüceliğine borçlu olan bir kısım halkın (azınlıkların) şamata çığlıkları) ile aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. Buna müstehâk değildik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık bu felakete dûçâr olmazdık.
Her kavmin hayat sayfalarında birçok talih ve talihsizlik sayfaları vardır. Fransa kralı birinci Fransua'yı Şarlken’in hapsinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini birçok kere sarmış bir ümmetin mukadderât defterinde böyle bir çok acı satır da gizliymiş. Her hâl, değişir. Arapların güzel bir sözü var: 'Isbır feinne'd-dehre lá yesbır'(Sen Sabret. Çünkü nasıl olsa zaman sabretmez), derler.
(Süleyman Nazif – Kara Bir Gün, 17 Mart 1920, Hadisat
Aslında görüldüğü gibi çok da sert bir yazı değildi bu ama bu kadarını yazabilecek cesaret bile yoktu kimselerde.
Peki işgal günlerinde İstanbul’da neler yaşanıyordu?
Bazı yazarların kaleminden okuyalım:
‘’Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avustralyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibi arasında işte İstanbul'un böyle karışık, derbeder bir hayatı vardı.’’
‘’Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma ittihatçılar getirdi. Koca Almanla beraberken yenildik! Şimdi bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir?’’
Ancak işgal yıllarında başlayıp daha sonraki yıllara da yayılan asıl çürümeyi en etkili şekilde adeta resmini çizer gibi anlatan Ahmed Rasim olmuştur. Aşağıdaki satırlarda Ahmed Rasim her ne kadar Yılbaşı gecelerinden bahsetse de işgal yıllarında İstanbul’un her gecesi böyledir. Neyse, şimdi sözü Ahmed Rasim’e bırakalım.
''Biz Türkler, yılbaşı günlerinde başımızı sokmadığımız yer kalmazdı. Galata, Beyoğlu, kısacası Ortodoks takvimini tutan milletlerin cümlesine kendimizi davet eder, sabahlara kadar eğlenirdik. O ne hovardalık rezaleti, ne sefahat gecesi idi. Aşağıda, yukarıda ne kadar genelev varsa, kapılar çekilir; her gazino, her kahve, her koltuk [küçük meyhane] bir kumarhane. Her sokakta çalgı, saz eğlentisi, çengi, köçek... Her evin odasında bir ziyafet sofrası. Üstünde hindiler, yemişler, rakılar, biralar, etrafında türlü türlü erkekler... Evin birinden çık ötekine gir... Kumarhanenin birinde yutul, ötekinde kazan!.. Fuhşa sarhoşluğa ait hangi ve kaç türlü vasıta varsa hepsi ayakta; bildiğimiz karnavallar, yahut eski Roma'nın satürnalleri [Saturnus şenlikleri] buralarda akşamleyin dirilir sabahleyin can çekişirdi. Armonik, çığırtma, lâvtadan ibaret Yenişehir bandoları, zilsiz tefli lâternalar, kemençesi kucağında bir iki udla kabasaz, yanında fırt fırt sümüğünü çeker nakkarecisi, zurna, klârnet, keriz alayı, bunların önünde çiftetelli oynar kopuk takımı, sürt Allah kerimdir, sokak sokak gezilir. Kâh kapılardan coşan karı kümeleri yol keserler, tepsiler içinde susuz, mezesiz rakılar dağıtırlar; öyle anlar olurdu ki bütün sokağı dolduran kalabalık, bir evden içeri dolar; yine bir an olurdu ki, bir yükselme kuvvetiyle, evlerden birkaçı birdenbire boşalırdı."
Bu beş yıllık işgal süresince İstanbul’da meydana manevi tahribatın yanında maddi tahribatın esamesi bile okunmazdı.
Öyle ki ekonomik zorluklar sebebiyle fuhuşa zorlanan şehit eşlerinden tutun da daha bir kaç ay önce düşmana karşı amansız bir ölüm kalım savaşı verdiği halde ailesinin açlıkla karşı karşıya olduğunu görünce düşman hesabına muhbirlik yapmaya başlayan savaş gazisine kadar her türlü yürekleri yakan çürümeyi görmek mümkündü İstanbul’da.
Kısaca sadece beş sene süren bu işgal yıllarında İstanbul için ‘’ İşgal edildi’’ ya da ‘’Resmi olarak işgal edildi.’’ Demek çok hafif bir ifadedir. O beş sene içinde İstanbul işgal değil iğfal edildi. Irzına geçildi. Namusu kirletildi. İşte o sebepledir ki nesilleri taaa o günlerden bu günlere kadar devam eden veled-i zinalar o günleri değil de İstanbul’un Türkler tarafından feth edildiği günleri zulüm olarak görürler.
Evet... 6 Ekim 1923’de İşgalciler İstanbul’u boşaltıp tekrar Türklere teslim ettiler. İngiliz Generali Harrington şöyle bir açıklama yaptı gitmeden önce:
‘’İstanbul'un işgali sırasında müttefikler değişik güçlüklere maruz kaldılar. Eminim ki bu süreçte herkes barış arzusunda bulunmuştur. Dünya artık yeni bir karışıklık istemiyor. Hepimiz geçen dokuz seneye ait hoş olmayan hatıralara sahibiz. Görevimin burada bitmiş olmasından ve İstanbul hakkında mutlu hatıralar taşıyacağımdan dolayı pek memnunum.’’
6 Ekim 1923’de 3. Kolordu Kumandanı Şükrü Naili ( Gökberk) Paşa’nın, emrindeki kuvvetlerle İstanbul’a girmesiyle İstanbul tekrar Türk’ün oldu ama görünen oydu ki düşman geldiği gibi gitmemişti. Geldiklerinde tertemiz olan İstanbul, onlar giderken lekelenmiş, namusu kirletilmiş bir şehirdi artık. İstanbul’un ruhunu yok edip cesedini bize teslim etmişlerdi.
O cesede daha sonraları tekrar can ve ruh verebildik mi?
Bu tartışmaya girmeyeceğim. Türkiye nüfusunun beşte biri İstanbul’da yaşıyor. Sanırım o cesede can ve ruh verip veremediğimizi herkes görüyordur.
Not: Fotoğraflar aşağıdaki adresten alınmıştır: ( Daha pek çok ilginç fotoğraf vardır o adreste.)
(
Kara Bir Gün ---2. Bölüm--- Zulüm 1453de Değil 16 Mart 1920de Başladı başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
3/17/2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.