her
akça kadınımız
her
biri mercan ve zümrütten
bulutları
sarınmış
zerafet anıtı kızlarımız
leyla
öykülerimiz vardı
gövdelerinden
taşanı sükun örtüsü gecelerle perdeleyip
seher
doruklarına yaslanıp anne olurlardı
nerede şimdi gün ışığını kıskandıran nakışları
kadına
,annelikten öte devlet
erkeğe
,erdem ve yiğitlik
ve
yaratana kulluktan başka üniforma yakıştırılmazdı
çocuklar
ilahi sözün ışık püskürtüsünde
uçmaların
kanatlarını takınırlardı
kendi
kandilinden aydınlanan
ne
güzel gecelerimiz vardı
nerede
som
taşlardan kubbeler üreten
çinilere
kuş cıvıltılarını içiren gönül ummanları
nerede
sevdalı pırpırlarıyla gökyüzünü yaldızlayan
nur
kanatlı kuşlarımız
nerde
tan vakitlerinde
baş
üstünde lacivert kadifeden gök
taş
doruklara
uğuldayan
vadilere
bürüyen
geceye
ağaran
sabaha
koşarken
kıvılcım saçan atlara
zikir
ve dua serinliği damlatan
akıl
üstü akıldı
sonsuza giden yoldu
bu
yolda kısa bir süre dinlenen ağaç gölgesiydik
yegane
Yaratıcının buyruğunca kulduk
altın
başaklar sunardık
toprağın
toz dumanına batmış insanlara
evler
birbirine kenetlenirdi
kardeşlik
duyguları timsali
sofralarda
fakir hakkı
bakır
taslar kadar ışıldardı
evler
bomboştu sanki
öylesi
bir sessizlik kaplardı etrafı
ne
arayıp soran vardı
ne
bir selam sabah
kapıların
aralandığı ezan vakitlerinde
hem günahtan
hem
azaptan
bir
tek sığınılacak Yar vardı
diller
tutuk
dudaklar
sus
ve
bütün şehirler köydü
dışarısı
ışık
içerisi
karanlık
eller
kanardı her neye uzansa
geceye
gündüz derlerdi oralarda
gündüze
akşam
her
akşam
özlemler
adına
gözlerde
ne çok ağlamalar eskitirdik
can
sıkıntılarımız hep aynıydı
değişmezdi
komşular
gelir giderdi
dilleri
yok gibiydi
yok
gibiydiler her gün biraz daha
bir
bir eksilerek
ve
trenler gelirdi uzaklardan
hıçkıran
seslerle
yalnızlığımız
dayanılmaz olurdu
gidenlerimiz
her gece
uykularımıza
girerdi beyaz elbiselerle
gitmeyi
kollardık
gidemezdik
çaresiz
dinmezdi
hasretimiz
bir
parça eylül savururdu gözlerimize
açılırdı
bütün kapılar
çözülürdü
dillerimiz
türküler
söylerdik en hüzünlüsünden
köy
akşamlarında
redfer