Ölümü irdeleyen bir b/akıştı
gülümsemenden doğan güneşi heba ettiğim kadar ömrü hacizli ruhumdan arda kalan
azap kuşları ve bir ekin tahrası iken yaşam, mektebimden de hala mezun
olamadığım kadar adanmışlığım sevgiye ve bilgiye ve o kurusıkıda asılı kaldığım
takriben bir asır, meylettiğim zamanın yasaklı yolları.
Hüznüme muhalif idi Tanrı.
Hüznümü değiş tokuş yapmak adına
yalnızlığımsa mahlası bir şiirden öte bir hikâyeden de ibaret değilken asla
varlığım.
Hangi rengin muhtevası idi o halde
gülüşün ve hangi dik yokuşun vebali idi üstünü örtemediğim kadar sevginin ve
işte o İlahi tını başım gözüm üstüne renklerin bahsi geçen yokuşta belime
sarılı gök kuşağının hicrinde tetiklenen hüzün katsayımda saklı asaletim ve asi
yüreğimle konduğum rahmetin beni uzaklardan çağıran sesi.
Öfkem baskın çıktığında gerilediğim.
Pişman olup da eteklerine
sarıldığımda aşk idi yenilediğim bir şifre gibi hasılası yeknesak fasılası
günbegün büyüyen bir açıya denk düşen ve işte o paralel evrenlerde yaşıyor
yaşatıyordum ben gaipten gelen duygularımı.
Adı yaşamak.
Haiz olduğum bir tefrika.
Adı yazmak.
İştigal olduğum yalnızlığımın
coğrafyasında saklı o kat izi her hecelediğimde ruhumdaki sözlüğü denk
düştüğümdü aşk ibaresi özlem ve devrik cümleler bir sayfadan diğerine sekerken
asla da gizli olmayan yasaklı öznem…
Öyle ya:
Yasaklanmıştım ben bir kere cihanda
ve iteklediğim top arabası yoksa yeniden mi fethedecektim ben sevdalı şehri
İstanbul’u içime soktuğum kadar da solduğum sormadan savrulduğum hangi yakanın
özlemi vardı sahi içimde?
Kibirsiz.
Günahsız.
Alabildiğine savruk duygularım.
Kanayan coğrafyalarda dinmeyen duam
ve suretim ve eşlik eden surelerim.
Bir hicabın eşiğine konduğum…
Belki de nazlı bebeğimi beşikte
tıngır mıngır salladığım.
Hangi anne rest çekebilirdi ki
evladına?
Doğurmamıştım ama defalarca doğmuştum
annemin bedeninden bir kere firar etmiştim ya yüreğinden ya ruhundan?
Süreya’yı andığım kadar:
Kaç kere öpüp kaç bin kere doğurmuştu
sahi beni, annem?
Refüze edilendim her şafak.
Refüze edilendim nasıl ki dayalıydı kalemim
şakağıma ve içi mermi dolu mealimdi olsa olsa yalnızlığın dolgun başaklar gibi
nakşettiği.
Hüznün coğrafyasında insanlar ölürken
mümkün müydü daha da hüzünlü olmak mümkün müydü seviyemi korumak ve işte
mümkündü de illa ki sevmek bir avazda bir batında da doğdu mu gün ve gece.
Hoyrattı kalemim içime estiğim.
Hazandı mahlasım bir solup bir
çiçekler açtığım.
Haiz olduğum revnak duygular ve
gaipten gelen coşkum lakin bir kere nifak sokmuştu iblis mutlulukla arama ve o
aralık kapıdan geçmesine müsaade etmediğim kadar da vardı kötülüğü ve kini
nasıl ki def etmiştim nidalarımdan.
Tabiri caizse ayakta uyuduğum günler
geride kalmıştı yine de gözüm açık gördüğüm rüyalarla besliyordum ben hem
gerçekleri hem kalemimi.
Semirendi mevsim sömüren zalim.
Sevecendi yüreğim muadilim nasıl ki
sevgi.
Şiarımdı şiirler bir ömrü şiirsiz
yaşadığım kadar bir ömrü şiirlerle örülü hayallerle bilip bilmeden süslediğim.
Kanım çekilmişti işte şafağım
attığında ve nöbete kaldığım uzun yorgun gecelerin çetelesini tutuyordum bir
başıma…
Kaknem gölgeler itiraz etse de
sevgiyle eşleşmeliydi yolu her insanın ve aksini telaffuz etseler dahi ben
çoktan razı gelmiştim idam mangasına.
İhale bana kalmıştı madem ben elbet
sevebilirdim başkalarının yerine ve rengim solarken ruhumdu beni savuran ve
tutkunla özdeş iken kalemin seğiren gözleri bir lütuf idi mademki bahşedilen
görevim ve nasıl ki kırmızıçizgimdi kalemim ve ben tek kalemle çizdim üstünü
sevginin tek kalemde de sildim dünümü göğün ricası üzerine uçuşan yüreğimde
saklı iken tek servetim ve gözüne soka soka da severken insanları karşılık
bulmanın mümkün olmadığı bu yaralı ve damgalı coğrafyada huzuru bulduğum kadar
bir surede sureti kati ölüm olsa da bu yolun sonu…