Hüzünlü Kahveci
Geçen gün sokakta dalgın dalgın yürürken, köşede küçük bir
kahve dükkânı gördüm. Daha önce hiç dikkat etmemiş ve görmemiştim. Dükkânın
camında “Hüzünlü Kahveci” yazıyordu. İlk önce şaşırmadım değil. İçeri
girdiğinde, eski ahşap masaların etrafında sessizce oturan birkaç müşteri
vardı. Selam verdim içeriye girdim. Kahveci, saçları yoktu benim gibi kel
tarama özürlüydü, alnında derin çizgileri olan yaşlı bir adamdı. Masaya oturdum
ve kahveciye baktım ona. “Neden ‘Hüzünlü’ diye adlandırmışsınız?” diye sordum.
Kahveci bana hüzünle baktı, yanıma geldi iki bardak çayı masaya bıraktı.
Kahveci bana gülümsedi. “Bu dükkân, insanların içindeki
hüzünleri paylaşmak için açıldı. Her bir fincan kahve, çay bir hayatı
yaşanmışlıkları temsil eder.”
Merakla sordum, “Peki sizin hikâyeniz nedir?”
Kahveci gözlerini uzaklara dikti biraz suskun kaldı. “Bir
zamanlar sevdiğim bir kadın vardı. Her gün buraya gelir, kahvemi içer ve onun
yuva hayalini kurardım. Ama o gitmek zorunda kaldı bir gün hakkın emriyle.
Şimdi buradayım, hüzünle dolu anılarımla burayı açtım ve hüzünlü olanlar gelir
derdini anlatır bir dostla konuşur rahatlar gider. Senin hüznün nedir evlat?”
-Uzun bir hikâye amca.
-Uzun olsun evlat sen anlat biz dinleriz.
Başladım anlatmaya.
Küçük bir kasabanın kenarında, eski bir kütüphane sessizce kitap
okuyordum. Çok eski bir kütüphaneydi. Taş duvarları yosun kaplıydı, camları
yılların tozundan matlaşmıştı. İçerisi ise unutulmuş anılarla doluydu. O gün
tüm yosunları temizledim dış cephesine mavi boya ile boyadım içerisini de
tertemiz ederek camlarını sildim, içim açılmıştı kütüphane gibi.
Ahşap zeminin altında hafifçe gıcırdadığını duydum, içeriye
yoldan yorgun gelen bir kadın yolcu girdi. İçeri adım attığında, eski kitap
kokusu burun deliklerini doldurdu ve derinden bir “oh” çekti ve gülümsedi.
Rafların arasında kaybolmuş gibi hissetti kendisini. Her kitap, bir zaman
yolculuğuna davet ediyordu.
. Gözleri kitapların değil hüzün sayfalarında kaybolmuş
gibiydi. Bana gülümsedi. “Hoş geldiniz”
dedim. Burada unutulmuş anılar ve kayıp hikâyelerle dolu kütüphaneye geldiniz.
Hangi sayfada kaybolmak için geldiniz?”
Gözüm, masaya bıraktığı deri cüzdanın üzerine ilişti. İçinden
bir siyah-beyaz fotoğraf vardı. Genç bir kadın ve gülümseyen bir adam. Yaklaştım
ve fotoğrafa dokundum. Anılar, genç kadını çoktan sarıp sarmalamıştı.
Ben siyah-beyaz fotoğrafı elimde tuttum. Genç kadının
gözleri, hala bir umut ışığı taşıyordu. Fotoğraftaki adam gülümsemesi ise
hayatın acımasızlığına meydan okuyan bir direniş gibiydi. Ben ona “bu anıyı unutulmuş
bir kütüphanede bulmak için mi geldiniz?
Kadın “Bilemiyorum, yola çıktım yolum buraya düştü, siz
kimsiniz”?
Ben “Kitap okuyarak zenginliği yani gönül zenginliğini arayan
ve arayarak bulan birisiyim, bu arada adım Halit”
Kadın ”Ben Selma, ikimizde arayan ben bulamayan siz
bulansınız galiba?
Kahveci bana “O fotoğraf, burada kaybolan bir aşkın hikâyesini
anlatıyor. Genç kadın, adını bile hatırlamadığı bir askerin sevdiği kadındı.
Savaşın gölgesinde, mektuplarla iletişim kuruyorlardı. Ama bir gün mektuplar
kesildi. Adam, savaşın acımasızlığına yenik düşmüştü.”
Ben “Nereden biliyorsunuz”?
Kahveci” O kadın bizim buraya uğramıştı, bak resim
çektirmiştik karşıda asılı duruyor”
Sordum “Peki ya kadın?”
Kahveci hüzünle gülümsedi. “Kadın, yıllarca bekledi. Her gün
bu buraya gelir o fotoğrafa bakardı. Ama sevdiği adam geri gelmedi. Anıları,
burada yaşamaya devam etti.”
Bu kadın resmi ona benzemiyordu yoksa benziyor muydu? Ben
anlatmaya devam ettim.
Selma kütüphanenin köşesinde sessizce oturdu. Saçları beyaz,
gözleri ise hüzünle doluydu. Her gün aynı masada oturmuş, eski defterlerine
bakar gibiydi. Defterler, içinde kaybolmuş şiirlerin ve unutulmuş duyguların
izini taşırdı.
Selma, gözlerini kaldırdı ve bana gülümsedi. “Ben Sema.
Şairim. Burada kayıp kelimeleri arıyorum. Her satırda bir anı, her dizede bir
hüzün var biliyorum.”
Sordum merakla. “Neden burada? Neden bu kütüphanede?”
Selma, defterlerine dokundu. “Bir zamanlar sevdiğim bir adam
vardı o fotoğrafta gördüğün. O da bir şairdi. Birlikte bu kütüphanede saatlerce
oturur, şiirlerimizi paylaşırdık. Ama o gitmek zorunda kaldı. Şimdi buradayım,
onun izini arıyorum.”
O an gözlerindeki hüznü gördüm. “Belki de onun gölgesi burada
değil, belki de o, senin içinde yaşıyor.”
Bana.
“Bir zamanlar umutların en yükseklerde uçuştuğu, sevgilerin
en güzel masallara dönüştüğü bir dünyada yaşamak hayalini kurmuştum. Ama hayat,
beklediğimiz gibi olmadı. Kırgınlıkların ve hüsranların içinde buldum kendimi.
Her adım attığımda, yüzümü yere eğen acı gerçekle hasret ile karşılaştım. Belki
de hayatın en büyük hüznü, umutlarla dolu başladığımız yolda, enkazlar la dolu
bir köşelerde onu aramam oldu.”
Gözlerimden süzülen her damla, bir anıya düştü, her bir
damlası ise hüzne karıştı. İşte ondaki hüzün bana geçti o günden beri bu hüznü
içimde taşıyorum.
Mehmet Aluç