Gece İstanbul’un üzerine bütün haşmetiyle çökmüş, burada
yaşayan insanlara adeta “Kesin artık şu keşmekeşi.” der gibiydi. Oysa hayat,
dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da olanca hızıyla devam
ediyor; şehrin ışıkları, gökyüzündeki yıldızları görünmez hale getiriyordu. İmparatorluklara
başkentlik yapmış bu coğrafyada, göçlerin halkı birbirinden uzaklaştıran
yoğunluğa sebebiyet vermesinden sonra, oldum olası, ışığı yanan her mekânda,
başka hayatlara teğet geçen, ayrı yaşam kavgaları sahnelenirdi. Şimdi, Fatih ilçesinin
birbirine yaslanmış gibi duran dar evlerinden birinin beşinci katında onca
kalabalığa rağmen fark edilmeyen insanların yaşadığı bir evin kalın perdeli
penceresinden dışarıya sızan cılız ışıkları takip ederek içeriye doğru
süzülelim. Biri caddeye, diğeri apartman boşluğuna bakan iki küçük oda…
Arada iki odayı birbirine bağlayan, dar bir hol ve hole açılan mutfak, banyo,
tuvalet… Eski püskü eşyaların son derece düzenli olması bu evin hanımının
titizliğine delaletti. Eşyalar eskiydi ancak evin içinde yaşayanların ruh
güzelliğini yansıtıyordu. Yayları koptuğundan dolayı yer yer çökmüş ve kumaşı
aşınmış bir çekyatın her iki tarafına yerleştirilmiş, üzerlerine yaklaşılınca
taze kokular duyabileceğiniz hissini veren sarıpapatyalar işlenmiş yastıklar… Vitrinde
“Ben her zaman sizlerle birlikteyim.” der gibi, kocaman gözleriyle sıcacık
bakan, siyah - beyaz bir erkek fotoğrafı… Üstündeki deseni solmuş olmasına
rağmen, içindeki canlı hissini veren yapma güllerin gururunu taşıyan, ince
belli, zarif bir vazo… Duvar çatlağına yapıştırılmış, küçük bir çocuk
tarafından yapıldığı anlaşılan, kocaman bir güneşin, kıvrım kıvrım akan bir
derenin, köpük köpük ağaçların olduğu bir manzara resmi… Yan yana dizilmiş iki
küçük terlik… Dikkatle katlanmış bir seccade ve arasına sıkıştırılmış, imamesi
dışarıya sarkan mavi boncuklu bir tespih… En güzeli ise, arkaya bakan odadaki
sıcacık yataklarında uykuya dalmış olan üç küçük çocuğun rüyalarından taşan
cennet kokuları… Anneleri Aliye Hanım için ise uyku vakti henüz gelmemişti. Aliye Hanım, küçük yaşta yetim kalan üç çocuğu ile zor bir
hayat sürdürüyordu. Orta ölçekli bir firmada düşük maaşla çalışan bir
sekreterdi. Çocukların okul masrafları, evin elektriği, suyu, yeme içme
giderleri, derken ay sonu geliyordu ve maaşından geriye elinde pek bir şey
kalmıyordu. İdareli kadındı. Müsriflik sayılacak hiçbir masraf yapmazdı. Giyim
kuşamı da, elinden dikiş ve örgü geldiği için, ucuza getirirdi ve temiz
kullanırdı. İyi ki başını sokacak bir eve sahipti de kira ödemiyordu. Yoksa ele
güne muhtaç olacak bir hale düşerlerdi. İşte, yine eline şişleri almış, büyük oğluna kazak örmeye oturmuştu.
Akşam iş dönüşü tuhafiyeciye uğrayarak, gri renkli, üç yün yumak almış, eve
öyle dönmüştü. Kazağı, önceden artmış, beyaz iplerle desen yaparak örmeyi planlıyordu.
Çocuklar, derslerini yaptıktan sonra odalarına çekilip uyumuşlardı. Aliye Hanım saate baktı. Yirmi üçe geliyordu vakit. “Bir
saat kadar örerim, sonra ben de yatarım.” diye düşündü. “Bismillah. Haydi
bakalım Aliye; kolay gelsin.” diye mırıldandı. Örgü örerken düşüncelere dalarak günlük olayları
değerlendirdi. Yarın, hatta hafta sonuna kadar ne yapacağına karar verdi. Gelecek
hakkında biraz endişeli bir yapıya sahipti. Disiplinli yaşamadığında kendisinin
ve çocuklarının hayatını riske atmaktan korkardı. Böyle davranmaya hayat
şartları zorluyordu onu. Ancak, gücünün yetmediği durumlarda tevekkül etmeyi de
bilirdi. Saatin tik taklarına uydurmuştu attığı ilmekleri. Düşünceler beyninde
dans ediyordu. Birden, çok gerilere gitti. Baba evini geçirdi aklından. Genç
kızlığını, çocukluğunu, bebekliğini… Annesi Dilşade Hanım, ona hamile kaldığı zaman, içinden hep
“İnşallah erkek olur.” diye dua etmişti. Kocası üç kız evlattan sonra bir de
oğulları olsun istiyordu çünkü. Adını da hazırlamışlardı: Ali. Apar topar
kaldırıldığı hastanede doğumdan hemen sonra, hemşireye merakla sormuştu: “Oğlan, değil mi?” Hemşire halden anlayan birisiydi. Kadıncağızı üzmemek için, haberi
şakayla karışık vermişti. “Haydi, gözün aydın canım! Sürmeli gözlü bir kızın
oldu. Çoraplarına, eteklerine ortak geldi. Pek de güzel maşallah!” Sonra da kadıncağızın
gözlerindeki hayal kırıklığını görmezden gelerek elindeki kalemi sallamış ve
sözlerine “Adını ne yazalım bu dünya güzelinin?” diye devam etmişti. Dilşade
Hanım, hemşirenin el çabukluğu ile kundaklayıp yanına getirdiği yavrusunu
koklayıp bağrına basarken, kurumuş dudaklarının arasından çıkan, ıslık gibi bir
fısıltıyla “‘Aliye’ yazın.” demiş ve inlemişti: “Ah, Mahmut Efendi, şimdi ben
senin yüzüne nasıl bakacağım?”. İşte böyle, doğduğu andan başlamıştı Aliye Hanım’ın
talihsizliği. Bu doğum hikâyesini annesinin ağzından defalarca dinlemişti. Babasının
kendisine karşı soğuk davranmasının sebebi de erkek çocuk hayalinin boşa
çıkmasıydı. Diğer kardeşlerine gösterdiği yakınlığı hiçbir zaman ona göstermemişti.
Gerçi öteki kardeşlerine yakınlığı da tartışılırdı ama hiç değilse, arada bir
onların başlarını okşar, dizinde oturmalarına müsaade ederdi. Minik Aliye,
babasının kendisi ile aralarına koyduğu sınırı aşmaya hiçbir zaman teşebbüs
etmemişti. Zaten küçük yaşta, çıkan ilk kısmetine verilerek, başı bağlanmıştı. Kaderine
razı olmuş ve kocası ile iyi geçinmeye çalışmıştı. Üçüncü çocuğu Elif dünyaya
geldikten iki yıl sonra da eşini bir trafik kazasında yitirmişti. Kocasından
bir emekli maaşı kalsaydı, belki de böyle aşırı hesaplı davranmak zorunda
kalmazdı. Eşi öldükten sonra bir işe girene ve hayatını yeniden düzene
sokana kadar epey sıkıntılı günler yaşamasına rağmen, mücadeleci karakteri sayesinde
ayakta kalmayı başarmıştı. Şimdi büyük oğlu Salih altıncı sınıfa gidiyordu artık
ve on gün sonra okulla birlikte, bir hafta sürecek bir kamp gezisine
katılacaktı. Giriş sınavlarında yüksek bir puan aldığı için, özel bir okulda,
başarılı çocuklara tanınan kontenjan hakkından yararlanarak, parasız okuyordu.
Bu sene de derslerinin not ortalaması çok yüksekti ve gezi ile
ödüllendirilmişti. Kazağı gezi gününe kadar yetiştirmeliydi. “Her gece örmeye
devam edersem rahat rahat yetişir.” diye düşünüp elini hızlandırdı.
( Kayıp Kazak -1. Bölüm başlıklı yazı Mücella Pakdemir tarafından 8.11.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. ) Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.