Kurdeşenim Nasıl Geçti?

Başıma
gelen ilginç olaylardan birini daha sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sanırım
sekiz yaşlarındaydım. Sıcak bir yaz günü ailecek evdeyiz ve babam yine bir
şeyleri tamir peşinde. Çekiç getirmemi istedi benden. Alet - edevatın yerini biliyordum. Kilerdeki
rafta diziliydi. Kilerimiz ise bahçeye açılan mutfak kapısının hemen yanındaki
merdiven boşluğu idi.
Bizim
zamanımızda lafı ikiletmek yoktu. Bir hamlede yerimden fırladım. Odadan hole,
holden mutfağa giden koridora, mutfaktan bahçeye ve kilerin önüne... Birkaç
saniye sonra kilerin kapısını açmış, elektrik düğmesine basmıştım. Lamba yanıp
içerisi aydınlanınca ne göreyim? Babamın kireçle yeni boyadığı bembeyaz
duvarında, oldukça iri, kara bir böcek! Hem de elimi uzattığım yerde, elektrik
düğmesinin yanında. Nasıl çığlık attıysam maaile birden başıma üşüştü.
Anında
babam, yarı baygın bir hâlde olan kızını kucaklayıp evin içine soktu. Annemin,
“Eyvah, kıza bir şey oldu. Nurettin Bey, sen kanepeye uzat onu, ben de su
getireyim.” demesiyle beni yatırdı. Annem, pürtelâş getirdiği, limon damlatılmış
suyu içirmeye uğraştıysa da başaramadı. Yutkunamadığım için su ağzımın kenarından
akıp gitti. Ne olduğunu soruyorlardı ama ben çığlıktan sonra tutulmuştum. Her
şeyi anlıyor fakat konuşamıyordum ve tir tir titriyordum.
Neyse
ki bu hâl uzun sürmedi. Kendime gelince böcek gördüğümü söyledim ama öyle bir
anlattım ki sanırsınız timsah görmüşüm. Yok ağzını kocaman açtı, az kalsın beni
ısıracaktı, yok üzerime atlayacaktı, yok
kuyruğu şu kadardı, bacakları bu kadar, falan… Halbuki olsa olsa güzel
beslenmiş hamam böceği olabilirdi ancak.
İşte
o şokla ilk defa kurdeşen dökmeye başladım. Her yerim kızarıp kabarmaya,
kaşınmaya başladı. Bırakın eve, kendime sığamıyorum, avaz avaz ağlıyorum.
Annemin aklına bana banyo yaptırmak geldi. Lifi vücudumda gezdirdikçe
kızarıklıklar artmasın mı? Banyoyu çınlatmaya başlayınca apar topar çıkarıp
kuruladı ve tahammülümün son sınırında iken hastaneye kaldırıldım. Bir iğne ile
yarım saatte kurdeşenim sönüvermişti.
Hani
burada kalsa iyi. Ben ikide bir kurdeşen olmaya başladım. Bünyem her şeye tepki
verir olmuştu. Sıkıntı, üzüntü, stres, heyecan, yorgunluk… En saçması da,
meselâ bir cismi sıkıca tutayım, hemen avuçlarım şişiyor, kaşınıyordu. Üzerime
yapışmıştı âdeta bu kurdeşen. Neyse ki birkaç yudum şurup içince geçiyordu.
Otuz
sekiz yaşıma kadar böyle devam etti. Fatihteki evimi yeni almıştım. Taşınma,
yerleşme, yorgunluk… Kurdeşen durur mu? Hemen teşrif etti. Ama ne teşrif! Aynen
sekiz yaşımdaki o berbat durumdayım. Evde yalnızım ama bir ses çınlıyor
kulaklarımda. “Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretlerine git.” diye tekrar ediyor
durmaksızın. O güne kadar ismini duymamışım, duyduysam da dikkat etmemişim. Kim
ki bu hazret?
İsmini
aklımda tutmaya çalışarak bir koşu merdivenlerden indim ve alt dairede yaşayan
komşunun kapısını çaldım.
“Şadiye
Hanım, size bir şey soracağım müsaade ederseniz.”
“Tabii,
buyurun sorun.”
“Aziz
Mahmut Hüdâyi diye birini tanıyor musunuz?”
“Evet,
evliyanın büyüklerindendir.”
“Ona
gidip bir şey soracağım da, yeri nerede?”
“Yaşamıyor
ki. Çoktan vefat etmiş ama türbesi camisi var Üsküdar’da.”
Merakına
yenik düşüp, neden gitmek istediğimi sordu. Ben de sebebini anlattım bir
çırpıda.
“Evet
ya! Çok kötü olmuşsun. Her tarafın şişmiş ama saat dört. Birazdan kapanır
orası. Yetişemezsin, yarın git.” diye akıl verdi.
“Yok,
illâ bugün gitmem lazım. Yukarı çıkıp üstüme bir şeyler alayım.” deyip teşekkür
ettim ve beş dakika içinde abdest alıp, hazırlanarak yola koyuldum.
Fatihten
otobüsle Eminönü’ne, oradan Vapurla Üsküdar’a geçtim. Tarif ala ala türbeyi
buldum. Yüksek bir yerde olduğu için merdivenler vardı girişinde. Tırmandım.
Sağ tarafımda Cami, sol tarafımda türbe. İyi de ortalıkta hiç kimsecikler yok. Kısa
bir tereddütten sonra türbeye girmeye karar verdim.
Türbenin
dış kapısı açıktı. Bilenler bilir, küçük bir boşluk ve bitiminde Hazret’in
kabrinin bulunduğu bölüme açılan başka bir kapı var. O da açık. Elimde
ayakkabılar iç kısma şöyle bir göz attım. Orada da kimsecikler yok. “Girip bir
dua okuyayım.” diye niyet ettim ama önce elimdeki ayakkabıları rafa koymam
gerekiyordu. Koydum. Arkamı dönmemle birlikte iç kısmın kapısında iri yarı,
heybetli birini görmem bir oldu. Giyim kuşamı Osmanlı zamanındaki şahıslar
gibiydi. Mintan, yelek, şalvar, belde kalın bir kuşak. Yüzünü tarif edemiyorum
çünkü imkânsızdı. Sanki biri başıma bastırıyordu ve kafamı eğik vaziyette
sabitlemişti.
O
zatın sol elinde, küçük boy işlemeli gümüş bir ibrik, sağ elinde ise yine
gümüşten bir kadeh vardı. Kapıyı geçmemi imkânsız kılacak şekilde kapattığı
için olduğum yerde çakılı kalmıştım. Dışarıya çıkmak da aklıma gelmedi. Öylece
suskun, başım yere eğik bir vaziyette birkaç saniye bekledim. Nihayet zat bana
bir soru sordu:
“Zemzem
ikram etmemi ister misin kızım?”
“İsterim
efendim.”
Kadehi
ağzına kadar doldurdu ve bana uzattı.
“Kıbleye
dön. Besmele çek, salâvat getir ve üç yudumda bunu bitir.”
Dediğini
aynen yaptım. Zemzemi yudumladıkça içim serinliyordu ve büyük bir rahatlama
hissediyordum. Kadehi zata uzatırken dış kapıdan bir kadın sesi geldi.
“Ben
de içebilir miyim acaba?”
“Bitti.
Sana kalmadı kızım.”
“Yaaa,
peki öyleyse!”
Bu
kadın kim diye arkama baktım. Kimse yok. Tekrar zata döndüm. Zat yok. İkisi de
buhar olup uçmuştu sanki. Tamam, dışarıdaki gitmiş olabilir de içerideki nereye
gidecek? Bir merak türbenin iç kısmına girdim. Görür müyüm diye dolandım ama
beyhude. Kimseyi göremedim. Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretleri’nin kabrinin ayakucunda
yana yakıla dua ettim ve eve dönmek için türbeden çıktım. Çıkar çıkmaz kapı pat
diye kapanıverdi.
Her
tarafımı istila etmiş olan kızarıklıklar, daha yokuşu inerken bir bir
kaybolmaya, kabarıklıklar ise sönmeye başlamıştı. Vapurda ve otobüste azalmaya
devam etti. Evimin dış kapısından girerken hiçbir eser kalmadı.
Sevinçten
merdivenleri ikişer ikişer tırmanıyordum. Üst kattaki daireme çıkmadan önce Şadiye
Hanımın kapısını yeniden çaldım. Başımdan geçenleri detayıyla anlattım. Çok
şaşırdı.
“O
zat dediğin kişi Hazret’in ta kendisi imiş Mücella Hanım.”
“Gerçekten
mi?”
“Bence öyle. Baksanıza tamamen iyileşmiş
olarak geri geldiniz. Hiçbir yerinizde kızarıklık kalmamış.”
Evet,
o gün çocukluğumdan beri muzdarip olduğum bu illet nihayet beni terk etmişti. Hamdolsun
bir daha da geri gelmedi.
Şifayı
yalnızca Allah verir. Ama doğrudan, ama vesilelerle. Rabbimizin şifama vesile
ettiği Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretleri’nin ruhuna bir Fatiha okur muyuz?
Mücella
Pakdemir
(
Kurdeşenim Nasıl Geçti? başlıklı yazı
Mücella Pakdemir tarafından
17.12.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.