İki aya yakın zamandır boş duran daireye nihayet birileri
gelmişti.
Umrunda bile değildi, kendini düşündüren sabaha tekrar
süpürüp yıkayacak olmasıydı, üstüne üstlük yeni gelenler en üst kata
taşınmışlardı.
Nihal Hanım'ın tenezzül etmediği balıklarla karnını doyurup,
televizyon dinlediği sıra sabahın malzemesini hazırlamaya başladı.
El kadar kartonun üzerine üç adet yorgan iğnesi sapladıktan
sonra bir paket dikiş iğnesini kartonun altına dikkatlice yapıştırıyordu.
Bu sırada aklına
satmak için nasıl bağırdığı geldi
Ablalarım bacılarım, üç adet yorgan iğnesi, yirmi beş adet
dikiş iğnesi bir lira bir lira…
İyi para kazandırıyordu bu iş ama daha iyisi pastel boya
kalemiydi, fakat onun da sezonu vardı ve yağmurlu havalarda asla satılamazdı.
Yeni gelenler kimdi acaba?
Bir ara o daire de oturanlar kör kapıcı istemiyoruz diye
tutturmuşlardı ama şutlanan kendileri olmuştu.
Pastel boya kalemi işi Eylül ayında başlayacaktı.
Toptan da alsa acaba kutusuna ne kadar zam gelecekti?
Ev öylesine rutubetliydi ki, zam gelmeden her gün biraz
biraz alıp şimdiden biriktirse, sezonu gelince harika para bırakırdı ama
rutubet boya kutularını perişan eder tamamı elinde kalırdı.
Vazgeçmek üzereyken aklına Oğuz geldi, bir danışsa, o belki
hal çaresi bulabilirdi.
Öyle ya, dükkanının ardiyesi bile vardı. Ertesi gün iş
bitiminin ardından arkadaşına uğramaya karar verip, hırsla iğne kakalamaya
devam etti.
Doğal gaz malzemesi satan mağazada oturmuş sohbet ederken
konuyu açınca Oğuz “Benim mekanda rutubet falan yok, bak sana ne diyeceğim.
Elimde üç aylık çek var ve çok sağlam. Şimdi senin kalemciyle pazarlık yapalım
eğer anlaşabilirsek o çekle kalem alalım, sen bana haftadan haftaya taksitle
öde, ne dersin?”
“Allah derim fakat kabul edemem.”
“Niye lan, aramızda üç, beş kuruşun lafı mı olur. Sana tüm
samimiyetimle söylüyorum, şimdi benim sezonum, para çuvalla girip çıkıyor. Kış
olsa asla teklif edemem.”
“Hıyarlaşma, biliyorsun ben körüm, başıma her an bir şey
gelebilir.
Saat tutmadı lakin Oğuz’un küfür senfonisinin asgari yirmi
dakika sürdüğünden emin, kalemciyi aradı.
Sonuçta Eylül başından Kasım ortalarına kadar sürecek kalem
sezonunun tüm malzemesini almış üstüne üstlük adamı sarhoş yakaladıkları için,
ikişer de bira ısmarlatmışlardı.
Ardiyenin de en kuru noktasına malları yığıp, işlerini
bitirdiklerinde Oğuz’a sarılmayı ihmal etmedi.
Oğuz uzaktan bakıldığında her ne kadar yaban öküzü
intibasını verse de gayet duygusal bir insandı ve bu davranışı semte beraber
gidip, birahanede zıkkımlanmaya başlama nedeniydi.
“Herifin dediğine inanırsak, kutu başına kırk kuruş fazla
kapacaksın.”
“Öyle Oğuz, Cemal abi bana lolo yapmaz. Hele bir de petro-kimya maddelerinin fiyatı
artarsa bu lirayı dahi bulabilir.”
“Lüfer ile rakımı günü saati gelince isterim, iş adamıyız
oğlum arkadaş da olsak faizimi alırım.”
Tam oğuza okkalı bir küfür edecekti ki “Merhaba Osman abi, bira takılıyoruz ha.”
Ne sesi tanıdı ne de karaltının şeklini. Oğuz’un da aval aval baktığını hissedince “Çıkaramadım birader, tanışıyoruz ama nereden?”
“Abi henüz tanışmıyoruz, ben yeni komşunum hani geçen gün
seni kolundan tutup yardım etmeye çalışan avanak.”
Hatırladı, sesi de tanıdı ve “Merhaba birader şimdi sesini
tanıdım. Önce semte şimdi de masamıza hoş geldin. Ben tanıdığın gibi kapıcın
Osman, karşımda duran şu yarı kel de, çocukluk arkadaşım Oğuz.”
“Abi ben de Kartal ama bildiğin uçanından değil, yerde
sürüneninden. Lütfen bir daha bana kapıcın gibi kelimeler kullanma. Benim için
önce insan gelir ve yaptığın iş ise, küçümsenecek değil, haysiyet duyulacak bir
iş.”
Birden Kartal’a kanının ısındığını hissederek “Hadi fazla
tatava yapma da otur” derken kıçını yandaki sandalyeye taşıdı.
Oğuz ve Kartal birbirlerini tanımaya çalışırken de ne kadar şanslı gününde olduğunu hesaplıyordu.
Yuttuğu biranın damarlarındaki devri alemi hızlandıkça,
endişesi de artmaya başladı.
Ya bu herif de Nihal Hanım gibi meraklı turşuculardan
ise ya da çok iyi bildiği meyhane
muhabbetinin ardından tanımazları oynarsa, kırılabilirdi.
Esasında pek de ehemmiyeti yoktu, körlüğe alıştık, küçük bir
madiğe mi alışamayacağız üstelik masamıza o damladı ben yanaşmadım.
Bunları kafasının bir yerlerindeki koruma duvarından
geçirdiği sıra Kartal otuz yaşında ve hala tek dersten üniversitede bilerek
süründüğünü sebebinin şu anda çalıştığı firmanın işlerinin başından aşkın
olduğunu eğer bilgisayar mühendisi olup diplomayı eline alırsa, askere
gideceğin için firmanın allak bullak olacağından dem vurup, kendini
savunuyordu.
Oğuz’da bilgisayar işine merak sarmış kendi mağazasındaki
tüm malların envanterini belgelemek için neler yapılabileceğini sorup duruyor
bu arada ikisinin koyulaşan muhabbetinden kendini taça atılmış gibi
hissediyordu.
Nihayetinde beklediği soru geldi!
“Osman abi, gözlerinin açılma şansı yok mu?”
Top ayağına geldiği için sevinmeli miydi yoksa niye ben, tabi ki sen felsefesinin gereğini
yapmalı mıydı?
“Tanıdığın iyi bir göz doktoru mu var?”
Oğuz’un geri çekilip, aşırı irkildiğini, Kartal’ın da bir anda kargaya dönüştüğünü fark etmemek için gerçek düşünce körü olmak lazımdı ve
devirdiği çamı da gene kendisi ayağa kaldırmalıydı.
Söze “Kartal kusuruma bakma, o sorduğun sorudan nefret
ediyorum” cümlesiyle başlayıp tabiî ki sen kelimelerini dili döndüğünce
anlatmaya çalıştı ve ikisinin de gözlerinin üzerinde olduğunu bile bile
bekledi.
“Sorduğum soru gerçekten de salakçaydı ve aynen dediğin gibi
üstü kapalı bal gibi tabi ki sen kurgusunu aba altından sopa gösterir gibi
vurgulamaktaydı.”
Oğuz: “Yok canım fazla büyütüyorsun.”
Kartal: “Hayır abi, ben askere gitmemek için sağ elinin tetik parmağını, satırla kesenini
tanıyorum ama hiç kimse isteyerek kör yaşamayı kabullenemez. Tabi Osman abi de
başını vurmadığı doktor bırakmamıştır, işte ben bunu düşünemedim, abim haklı
benim yaşımda ve kültürümdeki kişiye yakışmadı.”
Oğuz: “O halde son biralar senden kültürsüz adam.”
Namussuz herif, ortalığı yumuşatmayı nasıl da
biliyordu.
Odasından adımını içeri atar atmaz, arkadaşına olan borcunu
düşündü ve yedek iğneleri de devreye sokmaya karar verip, çalışmaya başladı.
Üç saatte yüz takımı satabildiğine göre neden yedi, sekiz
saat çalışmıyordu ki!
Oğuz bu dünyada dalavere çeviremeyeceği birkaç kişiden biriydi ve en başta geleniydi. Arkadaşlara yapılan eşek şakaları dışında hiç kimseye de dalavere çevirmemişti ya, her neyse.
Yediğine içtiğine de dikkat etmesi, savurganlık yapmaması,
her gün otobüsten bir durak erken inerek yiyicilerinden de kurtulması
gerekiyordu ve öyle de yapacaktı.
İki hafta boyunca kimselere görünmeden, canını dişine
takarak çalıştı ve Oğuz’a ilk taksiti götürüp masanın üzerine bıraktığında
arkadaşının gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi büyüdüğünü hissetti.
“Ne yaptın lan, geceleri E5'e mi çıktın?”
“Salaklaşma, üzerine para vereceğim desem de bana kimse
yanaşmaz.”
“Şaka yapma, nasıl buldun bu miktarı?”
“Basit, günde asgari on saat çalışarak.”
Oğuz gerçekten de fena kızmış, oturduğu koltuğun üzerinde
dört dönüp, ağzından köpükler saçarak “Ulan sana öde dedim, kıçını mı yırt
dedim” derken boğa gibi soluyordu.
Kendi kızgınlığını belli etmemek için önce sırıttı ama
ardından da patladı “Ne diyorsun be, ulan para kazanmanın, ayakta durmanın
zevkine vardım. Bundan sonra bir işportacı gibi değil, iş adamı gibi
çalışacağım.”
“Demek iş adamı olacaksın.”
“Evet, bundan böyle sadece karnımı doyurmak için değil,
yarınlarımı düşünerek kendi çapında iş adamı kafasıyla çalışacağım.”
“Biliyor musun şu anda karşımda askerden önceki Osman’ı
görüyorum.”
Sadece eyvallah yanıtını verip sustu.
Aradan iki hafta daha geçmiş, borcu hatırı sayılır şekilde
azalmıştı ama vücudu neredeyse beyaz bayrak çekecek hale gelmiş, son saatleri
geçirirken bacak ağrılarından muzdarip olmaya başlamıştı ama bunu hamlığa
bağlıyor ve zamanla aşacağını biliyordu.
Evde kartonlara iğne geçirirken kapının vurulmasıyla irkilip
gir derken de toparlandı.
İçeriye kafasını uzatan Kartal “Abi müsait misin” dediğinde
adamı haftalardır düşünmediğini hatırlayıp biraz utandı ve ne demek zıpla
derken de ayağa kalktı.
“En azından dört kere geldim ama her seferinde kapı duvar.
Sabah bakıyorum apartman tertemiz ama Osman ağabeyi koyduysan bul;
nerelerdesin abi?”
Kendisi ile arkadaşlık yapmayı arzulayan adama neden
ortalarda görünmediğini anlatmalıydı ve Oğuz’a olan borcundan başlayıp esas
neden ve niçinleri anlattı.
“Abi harikasın, ben de iki duble parlatırız umuduyla
gelmiştim fakat görüyorum ki havamı alacağım.”
“Ne alaka, rakım da var peynirim de, gel keyfimize bakalım.
Müessesemizde daima dostlar haklıdır.”
Gerçekten de içki olmasa bile biraz gevezeliğe ihtiyacı vardı
ve Kartal tam zamanında gelmişti.
Çay bardakları dolup boşalırken laf döndü dolaştı kasete
okuduğu romanına geldi.
Kartal kitap taslağını çok merak ettiği için teypi çıkartıp
ilk kaseti koydu ve birlikte dinlediler.
İkinci kaseti dinlemeyeceğinden emin sordu “İkinciyi
koyayım mı?”
Uzun zaman ses çıkartmayan Kartal “Abi gerek yok, sana
bilgisayar lazım, kullanmayı biliyor musun?”
“Kitabı beğenmedin mi?”
“Abi tek kaset dinledim, bu kadarından bir şey anlayamam ama
düşün hele tek kasetlik yer kaplasa da bilgisayarda olsa bir fikir verebilir.
Eğer istersen sana çok ucuza bilgisayar toplar ve kullanmayı da öğretirim.”
O kadar da cahil değildi ve özel programlar olmadıkça bir
körün bilgisayar kullanması da imkansızdı.
Kartal ihtimal boşa düşmüş olmalıydı.
“Birader o dediğini kullanmasını bilmem ama özel kör
programı olmadan bilgisayarın hiç işe yaramayacağını biliyorum.”
“Minareyi çalan, kılıfını hazırlar abi.”
“İyi niyetinden hiç şüphem yok Kartal fakat sen de takdir
edersin ki verdiğim mücadelede bilgisayara ayıracak zamanım da pek yok. Az
önce sana evde fazla bulunmayışımın sebebini de anlattım. Dikkatini çekmiştir
sanırım, geldiğinde yarın sabahın malını yetiştirmeye çalışıyordum ve bu adam
sabah altıda kalkıp bir de bina temizleyecek. Beni anlıyor musun?”
“Büyük ihtimal, düşüncelerimi naklettikten sonra, benim ile
görüşmek istemeyeceksin ama ben dürüst biri olmaya çalıştığımdan sana
gördüklerimi ve düşüncelerimi aynen nakledeceğim. Abi sen, sokakta kalma, aç
kalma paranoyasından hala kendini kurtaramamışsın; hepsi bu.”
Nedense hiç kızmadı, öfkelenmedi. Sadece Vezneciler'deki
polisin davranış biçimiyle kırılan kalbi, şimdi suratına tokat gibi patlayan
sözlerle aynı derece de kırılmasa da ona yakın seyirdeydi veya ilk dalganın
yarattığı şok ile öyle hissetmiş olmalıydı.
“Kartal ben kendi çapında iş adamı olmaya çalıştığımı
sanıyordum; hepsi bu.”
“Yetersiz, kitap
yazmaya bile yeltenen ve tam on yedi kaset dolduran kişi eğer zamanı öne
sürebiliyorsa, başka korkuların
pençesinden kurtulamamış demektir. Oğuz abiye borcunu nasıl kişilik meselesi
yaptıysan, yatana kadar aval aval televizyonlarda telefon reklamı
seyredeceğine, bilgisayar üzerinde çalışmayı da kişilik meselesi yapabilirsin;
hepsi bu.”
“Oğuz’a borcumu bitirmeden senin dediğin şey asla olmaz.
Bana bak öyle bedava rakı yok, hadi kaybettirdiğin vakit karşılığı şu
kartonlara beraber el atalım da sabah müşterinin yüzüne bakabileyim.”
O gece tüm nezaketine, saygısına rağmen Kartal’ın dediğini
yaptıran bir şahsiyet olduğuna kanaat getirdi. Hele belki de benim ile artık
görüşmezsin resti, tamamen zeka ürünü, harika bir davranıştı.
Yalnız gittikten sonra masayı toplamaya yeltendiğinde, fark
ettiği ikinci şişe biraz zoruna gitti ve çaktırmadan odaya nasıl soktuğunu
uzun süre düşünse de bulamadı; demek ki kafayı bulup filozof olmuştu.
Ertesi gün sağ elinde baston diğerinde bir tomar iğne,
ablalarım kardeşlerim... diye bağırırken hala şişeyi nasıl da fark edemediğini
düşünüyordu.
Aynı gün Oğuz’un yanına taksit ödemeye gidip, yeni
bilgisayarı fark edince, Kartal’ın bu dükkana da uğradığını anlayıp, geceyi
teferruatıyla anlattı.
“Oğlum Kartal haklı, dangalaklık yapma. Amacın ne olursa
olsun bilgisayar öğrenmen harika bir şey. Borcun da bitti bitecek, bana bak
bilgisayarının monitörü benden hediye, sakın karşı çıkma, imdat tecavüz
ediyorlar diye bağırır bütün esnafı başımıza toplar adını sübyancıya
çıkartırım, zaten çevre esnaf iki de bir, bu kim, neden sık sık gelmeye
başladı yoksa sana mı sarkıyor diye sorup duruyor.”
“Yani sen şimdi sübyan mısın, yuh ulan yuh be!”
Tam bu sırada içeri giren çaycıya “Ahmet abi bu kör bana
sarkıyor” sözlerine karşılık adam “Vah bebeğim vah, senin gibi doksan kiloluk sübyanlardan ne
ister bu sapıklar” dedi ve kahkahalar atarak gitti.
“Osman diyeceğin var mı yoksa başka esnaf çağırayım mı?”
“Yeter ulan yeter, evli barklı adamsın, yaşından başından
utan.”
Tüm surat asmasına rağmen mayısın son haftasında bilgisayar
geldi.
Aletin kurulduğu sıra, Oğuz da asker bavulu gibi düşmüş,
merakla işlerin bitmesini bekliyorlardı, nihayet ilk ses gelince, içinin aniden
tuhaflaştığını hissetti; galiba çok iyi olmuştu.
“Abi önce açıp
kapamayı öğreneceksin ama bu gün değil, makineyi soğutmamız lazım.”
Hiçbir şey anlamadı. Sadece “Bu elektrikli matkap ucu mu da
soğutmak gerekiyor” diyebildi.
Karşılık olarak Oğuz “Evet soğutmak gerekiyormuş, Kartal
aynen benimkinde de uyguladı. Üstelik soğutmak için büyük ateş suyu lazımmış,
hadi yürü bakalım.”
Kös kös markete uzadığı sıra, bu adamların boşuna kıyak
yapmayacaklarını düşünemediği için, kendine küfür edip durdu.
Halbuki haber verseler hazırlık yapar, tüm marifetlerini
arkadaşlarına sunabilirdi.
Kartal sordu, kadın sesini tercih etti ve önce açıp kapamayı
öğrendi.
Ardından gene arkadaşının açtığı dosya üzerinde klavye ile
girdiği meydan muharebesinin ilk raundunu iki haftada kazanabildi.
Hayretler içinde makineye bakıp dururken, böylesine
bağlanabileceğini hiç düşünemediği için, Kartal’a minnet mi duyacağını yoksa
küfür mü etmesi gerektiğine karar veremiyordu.
Üçüncü haftanın nihayetinde hatasız ilk cümlesini
bitirebilmişti.
Henüz çok hatalar yapabilecek olmasına rağmen bu ilk cümle,
zaferin habercisiydi.
Oğuz’a borcu bitmiş, Kartal'ın söylediği komik fiyatın yarıya
yakınını da ödemişti.
Bilgisayar pencerenin önündeki etajerlerden sağ taraftakinin
sedir ile arasındaki boşlukta eski daire sakinlerinden birinin bırakıp gittiği
tahta hamam taburesinin üzerinde duruyor, monitör ve klavye ise, orta etajeri
tamamen kaplıyordu.
Kartal özel masaya gerek duymamış, üzerlerinde değil vazo
örtü dahi bulunmayan bu eşyaları, söylediğine göre şereflendirmişti.
Birden aklına Nuray geldi!
Sadece ampul ışığı gibi seçebildiği ekrana gözlerini
kilitleyip, her nasılsa günlerdir yapmadığı muhasebeyi tekrar yapmaya başladı.
O gün kaçmasa, yeterlice izah etse, geçici bir durumdan konu
açsa ve hiç olmazsa arkadaş kalabilse, daha iyi olmaz mıydı?
Boş boş karanlığın içinden karanlığa bakarak, odayı gözden
geçirdi.
Nuray bu rutubet
yuvasına layık mıydı?
Hele evlendikten sonra, gözlerini kaybetse; ne olacaktı?
Hangi taraftan olursa olsun, aniden meydana gelen
sakatlıkların sonunda, bırakıp gidenlerin sayısı kalanlardan çok daha fazlaydı
ve bunu kimse göze çakarcasına kınamıyor veya kendi öyle biliyordu.
Ya Nuray bırakıp gitse!
O zaman yaşamak haram, dünya durulmaması gereken tek
mekandı.
Ya Vezneciler’deki polis?
Ulan bak, ben bilgisayar dahi kullanabiliyorum.
Aklınca beni korumak mı istedin?
Hiç mi sana ailen veya devlet yetiştirirken, insan onurundan
bahsetmedi?
Cebinde kimlik, belinde silah var diye, öyle davranmaya
hakkın var mıydı?
Bak ben bilgisayar kullanabiliyorum, ben lise mezunuyum, bu
becerilerim olmasa ne yazar; önce ben insanım be!
Aklınca bana iyilik yaptın değil mi?
“Beni, protesto eden öğrencilerin geçeceği yoldan çektin
değil mi?
Ulan ben evinin arka bahçesinde beslediğin çomar mıyım?
A be vicdansız, a be insafsız, tam çenemin altından yakamdan
tutup ittire kaktıra çekiştirirken, kaldırımdan sen değil ben düştüğümde neden
küfür ettin, hele kolunu arkaya doğru uzatıp, yüzüme dahi bakmaya tenezzül
etmeden tüm yalvarmalarıma rağmen, öyle zabıta kamyonuna atmak üzere,
zehirlenmiş köpek leşi gibi sürüklemenin alemi var mıydı?
Bulunduğumuz yerde
yüzlerce kişinin olduğunu bilmiyor muydun?
Sen de benim gibi kör müsün?
Onurumu ayaklarının altında ezerken, hiç vicdanın sızlamadı
mı?
Yardım etme ulan, yardım etme. Kurtarma beni öğrenciden.
Bırak başımı taşla yarsınlar, bırak molotof kokteyli atsınlar. Sen beni yardım
amacıyla ve öğrenciler çok uzaktayken
öylesine sürüklediğin sıra zaten yüzlerce defa öldürdün, hayata olan tüm bağımı
kopardın.
Bana ilk defa bedensel ve ruhsal, toplum içinde itilmesi
kakılması gereken biri olduğumu öğrettin. Herhangi bir büfeden alıp gırtlağına
gömdüğün tostun kağıdından öte biri olmadığımı anlattın; beni yok ettin ulan
yok ettin.
Yapacağın tek şey, kolumdan tutmaktı.
Şimdi pek etkilenmese de o günler bir çeşit sinir krizleri
geçirdiğini hatırladı.
Öyle ya, polis kendince emniyetli yere bırakır bırakmaz,
omuz çantasını yere çarpmış ve çömelerek ağlamaya başlamıştı.
Biraz kendine gelir gelmez de, bastonunun müsaade ettiği
hızla, çanta manta düşünmeden uzaklaşmaya çalıştığı sıra ardından yetişen başka
bir resmi polis durdurup çantasını uzatırken kardeşim kusura bakma komiser
biraz ileri gitti, bu günlerde öğrenciler sinir diye bir şey bırakmıyor
dediğinde saf saf çantayı omzuna asıp tek kelime söyleyemeden ayrılmıştı ama
ruhundaki çıngar, odasına girdiği an kopmuştu.
Haftanın sonuna kadar işe gitmediğini, sermayesini dahi
içkiye yatırdığını hatırladı.
Çocuk parkında, öylesine yılgın ve umutsuz oturduğu
günlerden birinde, merak eden Oğuz karşısına dikilince tekrar işe dönmüş,
çantada kalan yirmi beş adet iğneyi satarak önce sermaye edinip ardından da
karnını doyurmuştu.
İşte o günden beri, aşağı yukarı tam sekiz yıldır en iyi
iğne satılan Vezneciler'e üniversitenin açık olduğu veya bir şekilde protesto
olacağını önceden öğrendiği günlerde gitmiyordu.
Şimdi ise, başına gelen en küçük aksiliklerde veya şimdiki
gibi başarılarında o polisi hatırlamasına da bir anlam veremiyordu.
Olsa olsa herif benim hayat katalizörüm oldu diye düşündü ve
klavyeye döndü, ilk kaseti yazıya geçirecekti.
Demek tek cümleyi hatasız yazınca kendini adliyelerde hakim
önünde klavye kullananlardan sandın ha. Var mı ulan kasetten duyduğun cümleyi,
öyle sekreter hızıyla karşıya aktarmak. Var mı beş kuruşa üç köfte.
Aşık olması gereken klavyeye kısa sürede gıcık olup,
bilgisayarı kapadı.
Kazın ayağı hiç de öyle değildi. İş ciddiyete ve sürate
binince, defolar veya başka deyimle acemiliği ortaya çıkıvermişti.
Her oturuşta kasetin
bir yüzünü geçmeyi tasarlarken, başarabildiği düzeltme payıyla birlikte toplam
dört cümleden ibaretti.
Tesellisi hızlanırım canım zaman içinde hızlanırım oldu.
Okulların kapalı oluşu, Vezneciler'de iş tutmasını
sağlamıştı ama aklı geceki cümlelerdeydi ve iki kere dinlediği o yüzdeki
cümlelerde yanlış anlatımları, beyninin içinde tekrarladıkça, hatalarını bulup
çıkartıyordu.
Doğru yazdığı cümlelerde de anlatım hatası olduğunu fark
etti.
Ablalarım bacılarım bağırtıları arasında sen kim roman
yazmak kim mırıltısını da geçirip, işine devam etti; ara vermeliydi.
Öyle de yaptı ve iki gününü bilgisayarın yüzüne bakmadan
geçirdi.
Tekrar açtığında ise kitap yazmanın öyle basit olmadığının,
kör gözüm parmağına hesabıyla yazılmayacağının farkındaydı.
Ne yaparsan yap, İstanbul’da yaz günü mal satmak öyle kolay
değildi.
Şehir sanki boşalmış, sattığı alt tarafı iğne olmasına
rağmen satışlar hissedilir derecede düşmüştü.
Anlayamadığı sattığı malı zaten yazlığa gidebilecek durumda
olanlar değil, gelir düzeyi düşük kişiler alır, düz mantıktan yola çıkılırsa,
şehirde de zaten o kişiler kalması gerekirdi ama gene de satışlar düşmüştü.
Elde ettiği gelir borcu olmadığı için yeterli hatta mesai
saatini uzun tutuşu üç beş kuruş da
arttırma nedeniydi ve somurtma nedeni olmamalıydı.
Sabah satış yeri Mecidiyeköy otobüs durağının çevresini
seçmesi, uzaklara gitmeden günlük nafakayı çıkartıp, hemen bilgisayarın başına
dönebilmek içindi.
Çantasına şöyle bir el attı, kalan malına göre Şişli
tarafına son tur için yürümeyi düşünüyordu.
“Ne işin var burada, çabuk pılını pırtını topla git”
Sesin çok yakından gelişi yıllar boyu alıştığı gibi şahsınaydı.
Genelde yüzüne dahi bakmadan yürüdükleri sıra laf atıp
geçer, fazla fazla çevrenin dikkatini çekecek kadar seslerini yükseltip bir
daha görmeyeyim sözleriyle egolarını tatmin ederek, gene yüzüne bakmadan çekip
giderlerdi ama karaltı tam karşısında durmuş ihtimal dimdik bakıp duruyordu ve
bir şeyler söylemesi lazımdı.
Sesin sahibini tam karşısına alıp, yumuşak bir tonda
“Beyefendi sadece dikiş iğnesi satmaya çalışıyorum. Sesinizi ilk defa duydum,
arkadaşlarınız beni bilir, tanır kimseye zararım yok” sözleriyle adamın zabıta
olduğunu anladığını karşı tarafa hissettirmeye çalıştı fakat muhatabının
psikopat olduğunu henüz bilmiyordu.
“Defol buradan, o kenef suratını bana dağıttırtma.”
Dondu kaldı şimdiye kadar malını bile kaptırdığı olmuş ama
hiç böylesine taciz edilmemişti, damarlarındaki kanın ters yüz akmaya
başladığını hissetti.
“Ne diyorsun sen hayvan herif, kenef suratlı da kim?”
“Şimdi senin ağzını burnunu kırarım bir de o meymenetsiz
suratının tam ortasına pislerim, Allah zaten belanı vermiş, kalanını da benden
bulma.”
Hakaretin, aşağılamanın öyle çeşitlerini duymuştu ki üzerine
kitap dahi yazabilirdi ama zaten Allah belanı vermiş ilkti ve yenilir yutulur
gibi değildi.
Kırma bastonunu toplarken “Ağzından kenef, bok lafı hiç de
eksik olmuyor, bakıyorum Allah’ı da bu işlere karıştıracak kadar cesursun.
Annen seni tuvalette mi doğurdu”
Cümlesini bitirdiğinde kırma bastonu sopa halini almış,
kavgaya hazırdı.
“Ne ulan köpek yoksa beni mi dövücen?”
Zabıtanın eli göğsünde patladığı an bastonunu savurdu ama
boşa.
İkinci yumruk veya tokadı beklediği sıra araya birinin
girdiğini hissederek duraksadı.
“Evladım zavallının biri, dediğin gibi zaten belasını Allah
vermiş, değer mi vurmaya.”
Araya giren yaşlı adamın sözleri kafasının içindeki tüm
sigortaların atmasına neden olmuştu ama zabıtanın gelen tokadı felsefe yapacak
zamanın olmadığını hemen hatırlattı.
Bazen böyleleri de çıkar ama sadece münakaşa düzeyinde
kalır, fazla fazla malını elinden alırlardı, peki bu hayvan da kimdi. Üstelik
şimdi delik dondan çıkarcasına bir de yalaka peyda oluvermişti.
Artık karşısında biri sırtı dönük iki karaltı vardı ve
sallayacağı baston kime isabet ederse etsin fark etmezdi.
Tam vuracağı an araya biri daha girdi.
“Ulan utanmıyor musunuz ikiniz birden kendini müdaafadan aciz
birine söz ve fiilen saldırmaya.”
Eyvah diye inlercesine mırıldandı çünkü sözler bir kadına
aitti.
“De get lan karı, belanı benden bulma.”
Adamın ses tonu, diksiyonu ve kullandığı tabirler nasıl bir
hayat anlayışına vakıf olduğunun ispatıydı ve bu yaratılış ve aile terbiyesi ile
büyümüş olan kimselerde sakatmış, kadınmış ayırt edebilecek kişilik asla
olmazdı.
Kadını her ne pahasına olursa olsun koruması gerekiyordu,
sonu hastane hatta mezarlık olsa da ama ortalık anında karışıverdi…
“Ulan zabıta bozuntusu, maçan sıkıysa o kıza ve kör
biraderime dokun da göreyim.”
Şimdi ortaya biri daha çıkmış, sesin geldiği yükseklik ve
tonundan anladığı kadarıyla ihtimal zabıtada da şafak atmıştı nitekim.
“Karşında senin devlet memuru var. Haddini bil yoksa alırım
paçanı aşağıya.”
Devlet; kızgınlıkları soğutan, agresiflere fren yaptıran ve
insanlara bir daha düşünme fırsatını öngören, zabıtanın da üzerindeki
üniformanın hakkını vermesini kulağına fısıldayan kelime.
Öne çıkan adamın sus pus olup ihtimal yakasını silkeleyip çekip gitmesini umduğu sıra “Vatandaşı taciz eden küfür edip dövmeye kalkan adam devlet memuru olamaz it.”
Bir başkası: “Sakat adamdan ne istiyorsun psikopat, o
yıllardan beri burada satışını yapar, kimseye zararı yok. Bana bak o bıyıklarını yolar öyle bir yerine
dikerim ki insan yüzüne çıkamazsın.”
Araya giren ilk yaşlı adam: “Oğlum ben de aynısını dedim
değer mi diye.”
Genç kız: “Yaşından utan be adam değer mi ne demek,
insanların hiç mi onuru yok, sakat olmaları Allah’ın verdiği ceza mı da o
yaşına başına aldırmadan cahilce konuşup bu haddini bilmeze destek veriyorsun.”
Pabucun pahalı
olduğunu anlayan zabıta yumuşak bir sesle: “Ben görevimi yapıyorum. Müdürüm
buralarda asla işportacı istemiyor sonra lafı ben işitiyorum.”
İlk adam: “Ulan müdürün olacak herif insanlara bilhassa
sakatlara küfür et ve döv mü dedi?”
Zabıta: “Sen bunları tanımazsın birader, hem laftan anlamaz
hem de vatandaşı devamlı taciz ederler. Hapçısı da, tinercisi de, şarapçısı da
bunlardan çıkar. Şimdi bu itin üzerini arasak esrar bile bulabiliriz.”
Üzerine atlayamadı, arada genç kızla yaşlı bunak vardı ama
ilk adamın ulan senin diye zabıtanın üzerine yürüdüğünü fark ettiği an var hızı
ve gücüyle araya girip “Kardeş ne olur yapma, burada bana bir daha ekmek yeme
hakkını tanımazlar” diyebildi.
Zabıta birkaç adım geri çekilmiş, yaşlı adam ise ortadan
kayboluvermişti. Önlemeye çalıştığı adam ise önce bir kart çıkartıp kendine
verdi sonra da anladığı kadarıyla cebinden kimlik çıkartıp zabıtaya gösterince
ortalık süt liman oldu ama artık gözlerinden de yaşlar boşalıyordu.
Kızgınlığı elden bir şey gelmemesine, kaderinin düşürdüğü
çaresizliğe ve yokluğun yoksulluğun getirdiği umutsuzluğa idi.
Adam son defa yanına geldi “Üzülme biraderim, artık sana
bulaşamaz kartımı sakın kaybetme, biri işine takoz koymaya kalkarsa beni ara.
Hadi biraz soluklan da işinin başına dön. Kafana takma kafana takma.”
Birinin düşen iğnelerini eline tutuşturduğu sıra ansızın
gözlerinin altına uzanan el kağıt mendil ile yaşları silmeye başlayınca
ürperdi.
Dur yahu demeye fırsat bulamadan “Hadi şu parka gidelim, biraz sinirlerin yatışsın. Adım Nuray, senin de adın vardır herhalde.”
Olamaz, bu kadarı da fazlaydı.
Kader kendisi ile matrak geçip alay ediyordu herhalde.
Ancak parktaki banka oturduklarında Osman diyebildi ama
Nuray adı hala kafasının içinde durmaksızın yankılanıyordu.
Tesadüf müydü yoksa kaderinin delik ayırt etmeksizin sokmaya
çalıştığı son kazığı mıydı?
“Osman Bey çaresizliğin ne olduğunu çok iyi bilirim. Benim
de sizin yaşlarınızda bir ağabeyim var, çok küçükken geçirdiği hastalık
yüzünden bir ayağı felçli. Sizi çok iyi anlıyorum, şu büfeden şişe su alıp
gelsem bana kızmazsın sanırım.”
Başıyla olur işareti yaptı. Yaşadığı dünyada öğrendiği
hakikatlerden biri de iyi niyetle yanaşana kötü davranmamaktı ve kızın üstelik
adı Nuray’dı yani gırtlağına bıçak dayasa da kötü davranamazdı.
Gelen sudan biraz içip kalanıyla da yüzünü yıkayınca kendine
geldi ve “Teşekkür ederim Nuray Hanım” derken kızın soluğunu hissedecek mesafede olduğunu anladı.
“ Nuray Hanım o kartını veren adam olmasaydı zabıta size de
girişecekti, kendinizi tehlikeye atmanın alemi yok. Bizler böyle durumlara
alışığız, fazla fazla iğnelerimi alır gider bende ertesi gün merkezden geri
alırdım.”
“Öyle alışkanlık olmaz, size vurdu Allah’ın belası.
Üniformayı üstüne geçirince kendilerini kral sanıyorlar.”
“Her neyse yardımınız için tekrar teşekkür ederim.”
Esasında konunun hiç kapanmasını istemiyor, başlayan
sessizliği ayrılığın habercisi olarak görüyordu. Şimdi ayrıldıkları takdirde
bir daha karşılaşmalarına pek ihtimalde yoktu.
Nuray’ın birini zaten
kaybetmiş kader maksadını anlamasa da büyük ihtimal alay etse de, ikincisini
çıkartmıştı. Öyleyse ilk yaptığı hatayı tekrarlamamalıydı.
Kulağına içten gelen ulan sen artık körsün fısıltısı aklını
başına getirdi.
“Kıymetli vaktinizi benimle harcamayın.”
“Zamanımı değerlendiren sizsiniz. Şu anda sizi ağabeyimle
tanıştırmayı düşünüyordum.”
Ancak hayırdır diyebildi.
“Abim otuz iki yaşında sakatlığı ve ailemin güya yardımsever
baskıları sonucu bugüne kadar hiç iş tutmadı. Sanma tembelin biri lakin dedim ya
ailem işin tadını fazlasıyla kaçırdı. İnan ol cahil aile sakatlıktan da kötü,
senin ailen sanırım çok iyi insanlar. Giyimin kuşamın, sakal tıraşından
ayakkabılarına kadar tiril tirilsin.”
Attığı kahkahayı kızın sabırla dinlemesi utanmasına neden oldu ve bu sebepten kendi
vaziyetini eksiksiz anlatmak mecburiyetinde kaldı.
“Demek seni bir çeşit reddettiler ha!”
“Hayatımın yarısını Yeşilçam senaristlerinden biri duysa
inan ki Antalya’da değil tek portakal; malı ağacıyla götürür.
“Orada yanıldın Osman Bey, zabıtasının vurduğu, yaşını
başını almış adamının sakatlığını ceza gördüğü, aydınının hiç aklına
getirmediği, siyasetçisinin çoğunlukla
seçimlerde dahi anmadığı ülkede o film pek tutmaz.”
Nuray yoksa tabiî ki
sen mi demek istemişti?
Hayır hayır kendi edindiği aşağılık duygusunun eseri
olmalıydı. Tabi ki sen tarzını benimsemiş biri zabıtadan sokak ortasında dayak
yemeyi asla göze alamazdı.
Rüzgarın parktaki ağaç dalları arasından geçerken çıkarttığı
sesi dinledi. Çocukların kahkahalar atarak kaydıraktan kayışlarını hayal etti.
Nuray’dan da ses
çıkmıyordu. Gitmeye hazırlanıyor korkusu ile, kendilerinden evvel bankta oturan
kişilerin çekirdek çittiğini ve kabukları yere attığını ayak tabanlarıyla
hissedecek kadar hassaslaştı.
Kızın aldığı soluğun istikametini fark ederek onun da
çocukları seyrettiğini anlayınca ferahladı.
Duyduğu kart sesler yeni konu olabilirdi.
“Nuray Hanım, gene dalları kargalar mı basmış?”
Vallahi gülmüştü, billahi gülmüştü.
“Tepemizde iki tane var ama boş ver şimdi onları, kılavuzu
karga olanın burnu, anlıyorsun beni değil mi?”
Şimdi karşılıklı gülüyorlardı ve neredeyse zabıtayı bulup
teşekkür edecekti.
Ayaklarının arasına gelen topu genç kız alıp iade etti.
Kendilerinin niyeti olmasa da artan rüzgar ve uzayan zaman bir şekilde
kalkmaları gerektiğini hatırlatınca suratı düştü.
“Osman Bey cebiniz var mı?”
Erkek milletinin genel de takoz olduğu tarih de ki birçok
olayda da ispat edilmiştir.
Nuray’ın karşısında teyakkuz durumunda olsa da, çevresinin çok dar oluşu, teknolojik gelişmeleri ve televizyon reklamlarını pek takip etmediğinden daha doğrusu kızın anlatmak istediğini zamanında sakatlığı nedeniyle önem vermediğinden takoz olup anlayamadı.
“Tek elimle devamlı baston taşıma zaruriyetinden ben de iş
tutan tüm körler gibi bol cepli giysiler alırım Nuray Hanım.”
Gülerken muhakkak eliyle ağzını kapamış olmalıydı çünkü
duyduğu ses aleni değildi
“Osman Bey, ben cep telefonunuzu kast etmiştim.”
Önce şaşırdı ardından morardı ve işi latifeye dökmeye
niyetlenip “esprim güzel mi” diyebildi.
Üç beş senedir ortalığa çıkan bu cep telefonları yüzünden
madara olmuştu.
Kız yutmamış olmalıydı ki bir süre yanıtlamayıp bekledi
fakat sonunda “cebiniz yok sanırım” sözleriyle, baştan yaptığı enayiliği ört
bas etti.
“Şimdiye kadar hiç ihtiyaç duymadım ama anlaşılıyor ki bundan böyle cep telefonum da olacak.”
“Tamam o halde size ben cebimi vereyim, telefon alınca
kaydedersiniz. Ne olur ne olmaz, siz de bana adresinizi verin ki birbirimizi
kaybetmeyelim.”
Semt meyhanesine gitmeye niyetlense de, bir durak önce
inerek ara sokaklardan geçip, yolda tedarik ettiği rakı şişesinin
başındaydı.
Nuray numarasını
adamın verdiği kartın arkasına yazmış ve birlikte durağa gitmişlerdi.
İşte filmin tamamı buydu ve sadece iyi niyetin uç
örneklerinden biriydi.
Telefon alıp aradığında nezaketen söylenen birkaç kelimenin
ardından şutlanmaktansa, boşuna masraf etmemeye karar verdi ve kızın telefonunu
İbrahim’in kasetinin bulunduğu kabın içine almamak üzere koydu.
Akdeniz akşamları bodrum katı akşamlarına dönüşene kadar
şişenin yarısını içti.
Yatmaya hazırlandığı sıra aklına tekrar sırasıyla Nuraylar
gelince, yatağının içinden karşısındaki yüklüğe boş gözlerle baktı baktı ve
biraz da içkinin tesiriyle göz kapakları ağır ağır kapandı.
Çeşitli boyutlarda üç torna, iki tesviye ve tezgahlı
matkapların yanı sıra bir de yeni gelen
bilgisayarlı matkabın bulunduğu atölyenin tam ortasında, nereden geldiğini
bilmediği dev gibi cer dişlisinin kama yatağına son rütuşları yapıyordu.
Dizlerinin üzerinden doğrulup dikildiği an, gururla eserine
baktı, artık görev yapacağı yere gidebilirdi.
Sıradaki işine başlamak üzere dev tornaya yürüdüğü sıra,
makinenin arkasından çay bahçesinin güzeli Nuray çıkıp hadi Osman gel de
sahilde biraz yürüyelim dediğinde iş güç aklından çıkıp gitti ve el ele tutuşup,
doğmakta olan güneşin rehberliğinde çarşaf gibi deniz kenarında yürümeye
başladılar ama şimdi elini tuttuğu kız Mecidiyeköy’deki Nuray’dı.
Yürüyorlardı sakince tek kelime konuşmadan ama ara da
birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakarak.
Yürüyorlardı yapışmış ellerinden tüm vücutlarına yayılan
elektrik ile.
Kulaklarında mırıltılar halinde sirenlerden mi (yarısı balık
deniz kızı) minik dalgalardan mı geldiği
belli olmayan hafifçe müziği andıran bir ses.
Yürüyorlardı, uçsuz bucaksız sahilde yarınlarına.
“Sana o cer dişlisine kim kama yatağı aç dedi ulan?”
Üzerinde zabıta kıyafetiyle, avuçları vurmaya hazır astsubay
dikilmişti karşılarına.
Hemen Nuray’ı arkasına geçirip bağırdı “Ne diyorsun lan sen,
o kama yatağı olmasa dişli takıldığı yerden fırlar.” “
“Askersin, gel bakayım buraya ve esas duruşunu göster.
Tekrar bağırdı “Neden esas duruş gösterecekmişim, ben
tezkeremi aldım ve sen okuldan mezun olup, kolunda iki pır pır ile geldiğinde
ben on altı aylık askerdim ve senden de kıdemliydim. Şunu da sorayım askere o
şekilde vurmayı okulda öğretmenler mi öğretiyor yoksa teneffüslerde siz kendi
aranızda mı antrenman yapıyorsunuz?”
“Gel dedim buraya asker, esas duruşunu göster.”
“Neden esas duruşumu gösterecekmişim, yasalarda olmasa
bile disiplin adı ile kamufle ettiğiniz, olmayan yasa ve binlerce yıllık askeri
törelerden faydalanıp, istediğin gibi vurasın diye mi?”
“Çünkü seni kör edecek ve yanındaki kızı ben alacağım, hadi
gel buraya yoksa yakarım askerliğini.”
“Sen treni kaçırdın aslanım, ben çoktan tezkeremi aldım,
hadi git işine.”
Bir anda kulaklarında patlayan tokatların acısını
hissederek bağırdı “İşte şimdi yanlış yaptın zabıta efendi, bak ben deniz
kıyısında ve Nuray'ımın yanında kör değilim” derken de adamın üzerine atladı.
Daldılar var güçleriyle birbirlerine, kapıştılar ölümüne.
Nurayların çığlıkları arasında vurdukça vurdu. Göğsüne
gelen darbeleri, avuç içi tokatların tamamını karşıladı. Yumruklarının yanı
sıra, uzaklardan gelen askersin esas duruşunu göster laflarına itibar etmeden,
tekme, diz, kafa elinden ne geldiyse ardına koymadı.
Zabıta elbiseli astsubay, astsubay elbiseli zabıta tamamen
kumlara karışana dek vurdu vurdu.
Kumların üzerinde bir damla kan göremese de hıncını almanın
ferahlığında, sevdiği kıza döndü ama ortalar da kimseler yoktu, babası
çağırmıştı herhalde.
Sabah kalktığında öylesine rahat öylesine huzurlu ve bir gün
öncesinin sinir bozukluğundan eser kalmamıştı.
İki hafta geçmiş,
istemese de ayakları devamlı aynı parka götürüp durmuştu.
Kendinden büyük adaşı, tavuk kıçı tövbe tutma Osman Abi her
akşam birahaneye iki bira içmek için girer ve kapıda fazla içmeyeceğine dair
yemin billah ederdi ama asgari beş bira içmeden çıkmazdı.
Bu huyundan ötürü büyükler sadece tövbe tutmaz kısaltmasını
yapsa da semtin tüm delikanlıları tavuk
kıçı tövbe tutmaz lakabını eksiksiz söylerlerdi.
Şimdi Vezneciler'de dahi mal satsa, saati geldi mi ya
vasıtayla ya da çalıştığı noktadan yürüyerek parkın yolunu tutuyor ama banka
oturana dek aynı yeminleri bir daha gelmeyeceğim, burada işim ne diye
tekrarlayıp duruyordu.
Karar verdiği gibi telefon da almamış, mevzuyu Oğuz ile
Kartal’a da açmamıştı hatta zabıta olayını da bilmiyorlardı, şimdiye dek
başından geçenleri hiç anlatmamıştı ki.
Şansının yaver gidip malını erken bitirdiği günlerden
birinde parka gitmektense Oğuz’un dükkanının yolunu tuttu, bu Nuray’ı tanıdığı
andan beri ilkti.
Kapıdan girer girmez kötü nazarlar fırlatan Oğuz, müşterinin
ayrılmasıyla birlikte, açtı ağzını, yumdu gözünü.
Ağzına geleni
esirgemeden tamamını söyleyip bitirdiğinde “Akşam Kartal uğramadı mı” diye
sorunca, gidişatın normalleşmeye başladığını anlayıp, olumsuz işareti yaptı.
Oğuz kısa süren sessizliğin ardından telefon açıp, Kartal
ile akıl erdiremediği bir şeyler konuşup kapadı ve “Yarın hep birlikte ava
gidiyoruz” derken gözlerini görmese de sinsi sinsi baktığını fark ederek
sırıttı.
“Ne avıymış o, balığa mı çıkıyoruz?”
“Hayır Edremit taraflarında bir köye gidip, ördek veya
çeşitli kuşlardan avlayacağız.”
Oğuz’u tanımasa, söylediklerinin karşılığı tam manasıyla
tabi ki sen olurdu ama şaşkınlığını atlatır atlatmaz “Dalga mı geçiyorsun ulan,
benden avcı olursa at nalından da gramofon iğnesi olur” karşılığını verdi.
“Salaklaşma, senin eline tüfek verecek değiliz. Sadece
sırtında dağ çantası taşıyacaksın. Benim süper pozeyi alacak ve üçümüzün de
sırt çantalarını yiyecek içecek doldurup, kafamıza göre eğleneceğiz, hikayenin
tamamı bu.”
“Hadi oradan be, ben asfaltta adam gibi yürüyemiyorum, sen
beni dağda taşta yürüteceksin; hangi sivri akıllının fikri bu?”
“Tırsma ulan, yumuşak topraklı orman içinde yürüyeceğiz, sen
bizi düşüncesiz hödük mü sandın.”
“Oğlum deli misiniz, divane misiniz işiniz gücünüz var.
Çıkmaya çalıştığınız av partisi asgari iki gün ister; dükkanı kime emanet
edeceksin üstelik Kartal iş sahibi değil işçi.”
“Kartal senelik izine çıkıyor, bana gelince parayı tomar
yapıp, münasip yerime sokacak değilim; sen de ben de insanız be. Hadi şimdi
defol git ve hazırlığını yap, gece ikide sizi gelip alacağım.”
Sanki görüyormuş gibi elindeki kışlık botlarına gözlerini
dikmiş, bu tezgahın sadece kendisi için tasarlandığını düşünüyordu. Seçim
yanlış olsa da tatil tatildi ve dağ havası iyi gelecekti. Botları yere
bırakıp, kalın pantolonlarından birini çıkartıp divanına attı; yola çıkmak
için hazırdı.
Akşam yemeği için dolapta olanlardan yedi ve televizyonu
açıp beklemeye başladı.
Sonuna kadar haklıydı. Nuray adresini almasına almıştı ama
günlerdir kapı duvar olduğuna göre ayrıldıkları andan itibaren gözden uzak olan
gönülden de uzak olur gerçeği şimdi tam karşısında duruyordu.
Oğuz’a dahi gelmediyse, şansı yaver gidip bu tafrayı
atlatabilmesi için gayet güzel bahane bulmuştu.
Şimdi dağ başında yer, içer Nuray ve parkı unutur, asgari
kafasının gönül köşesinden silebilirdi.
Kapının vurulmasıyla gir derken de düşündükleri aklından
uçtu gitti.
“Abi merhaba, bak sana ne getirdim!”
Gelen Kartal’dı ve getirdiği şey muhakkak av ile ilgili
olmalıydı.
“Çifte kırma mı getirdin Kartal.”
“Hayır abi, hele ayağa kalk da şunu bir eline al.”
Tutuşturulan şey iki metreye yakın plastik su borusuydu.
“Abi düşündük taşındık, senin ormanda rahat yürüyebilmen
için kırma baston yerine bu asayla daha rahat edersin umudunda birleştik. Tabi
Hz Musa’nın asasına benzemese de idare edeceksin.”
Gülse miydi ağlasa mıydı, henüz karar veremeden Kartal
“Dibini alçı ile doldurdum, çomak falan girip tökezletmesin” dediği sıra çıkan
seslerden yanında poşet de getirdiğini anladı.
“Kartal ben yanıma bir şey almadım, senin poşette ne var?”
“Altı tane bira var abi. Sırt çantalarımızı merdiven
girişine bıraktım.”
Gecenin karanlığında Oğuz’un arabası camın önüne gelene
kadar içip sohbet ettiler. Merdivenlerden gelen ayak seslerine aldırmadan da son yudumlarını
yuvarladılar.
Kapıyı vurmadan dalan Oğuz “Hazır mısınız” dediğinde damdan
düşercesine, eskilerin tabiriyle delik dondan çıkarcasına ortaya atıldı “Beyler
ben tek şartla bu geziye katılırım.”
Rutubetli oda anında
buz kesiverdi.
Oğuz: “Bu saatte zırvalamaya kalkma, ne şartı şurtuymuş o?”
Dükkandan ayrıldığından beri kafasını alt üst eden soruyu
hemen bindirdi.
“Yapılacak masrafın üçte biri bana ait, yoksa gelmiyorum.
Oğuz sen beni daha iyi tanır ve bu
konularda zırvalamadığımı da çok iyi bilirsin.”
Arkadaşının küfürleri, Haliç köprüsünü geçene kadar devam
etti ama üçte birde anlaşmışlardı.
Saatler süren yolculuğun bitiminde geldikleri köy evinin
sahibi anladığı kadarıyla hem Oğuz’un çok eski arkadaşı hem de güler yüzlü
biriydi.
“Her zamanki güzergah mı Oğuz Bey?”
“Evet aynı yolu takip edeceğiz Hasan kardeş. Sen gerekenleri çardağa getirirsin, bir
zahmet.”
“Arkadaşınız yol boyunca zorlanmayacak mı, isterseniz burada kalsın, ben traktörle akşama
getiririm.”
“Beceremezse geberir gider, hemen oracıkta bir yerlere
gömeriz, koskoca ormanda kim bulacak leşini.”
“Oğuz Bey, dere kenarından götürürseniz uğraşmazsınız, orada
kışın azgın suların açtığı hazır çukurlar var, sizi uğraştırmaz hemen gömer
kurtulursunuz.”
Bu kadar eşek şakasını kaldıramazdı ve “Miras olarak şeyimi
de sana bırakırım Hasan Bey” deyiverdi.
Adamın içten sarılışı, uzun zamandır özlediği duygulardan
birini hatırlattı.
Ailesinden görmediği, Oğuz ile nasırlaşan arkadaşlığından
unuttukları, Nuray’ın göz yaşlarını silerken tekrar ortaya çıkan, anlatması zor
duygular.
Oğuz: “Osman gerçekten traktörle gelmek ister misin?”
Yol boyunca hayal edip kurguladıklarını traktör römorkunda asla yaşayamazdı ve bunu Oğuz çok iyi bilmesine rağmen ortaya zarf atmaktan
çekinmemişti.
“Ne diyorsun ulan sen, römorrk yerine beni şehirler arası
otobüse bindir daha iyi.”
Oğuz: “Alınma, bir an seni düşündüm.”
“Sekiz senedir halimi görüyorsun, düşünecek konularını hala
bitiremedin mi?”
Oğuz’un vakit kaybetmeden sarılışını zaten bekliyordu ve
tepki olarak, erkeklerin kulağına hoş gelen küfürlerden birini fısıldayıp
konuyu kapadı.
Sırtında çanta, sağ elinde su borusundan asası ve sol eliyle
yakaladığı Kartal’ın kolu.
Önde elde tüfek sırtta çanta, kel kafasına şapka giymeyi
unuttuğu için devamlı kendi kendine söylenen Oğuz.
Her şeyden güzeli Kartal’ın çevreyi bıkmadan, usanmadan
anlatması.
“Abi zeytinliklerin içinden geçmekteyiz. Henüz ormana beş yüz
metre kadar var. Fark ettiğin gibi toprak bozuk ama hem elinde asa var hem de
dengeni bozacak boyutlarda değil.”
Kartal’ın gördüğü her şeyi anlatması arada Oğuz’un lafa karışıp eksiklikleri tamamlaması ve doğanın kendine has sesleri akıl erdiremediği bir huzura kavuşmasına neden oldu.
Nuray siyah şalvarı,
beyaz gömleği ve kısa cepkeni ile şimdi sağ koluna girmiş sol elinde yüzüne
bakmaya cesaret edemediği küçük bir elin sahibi ile yürüyordu.
Bırakmışlardı çayhaneyi, uzaklaşmışlardı deniz
kenarından. Yıllar geçmiş uzamıştı
dalgalı saçları beline inene kadar.
Bir kızları olmuştu, yüzüne bakamadığı.
“Oğuz abi tavşana da rastlar mıyız?”
“Ayı bile çıkabilir, neden yanımıza silah ve yem niyetine bu herifi aldık.”
Kolunda Nuray, elinden tuttuğu kızı, umurunda mıydı ayı.
Sarılırlardı birbirlerine, ayı böylesine kutsal sevgiyle
karşılaşınca çeker giderdi.
Avucuyla su içirirdi pınarlardan sevdiklerine. Yıkardı minik bebeğinin çamurlanmış ayaklarını
şefkatle.
Toplardı ağaçlardan dağ meyvelerini. Kurardı toprağa serdiği
gömleğinin üzerine sofrayı, doyururdu ailesini.
Bulup buluşturduğu iple dallara salıncak kurar, sallardı
kızını göklere.
Toprağın üzerine serdiği kilimde uzanan sevgilisine, ortası
papatya çevresi gelinciklerden demet yapıp sunar, yabani Akdeniz orkideleri
yaratırdı vermek için.
Dizinde anneyi, göğsünde kızını uyuturdu, ahlat ağaçlarının
gölgesinde.
Karacalar, ceylanlar gelip geçerdi yanlarından.
Birlikte dinlerlerdi cır cır böceklerini, yıldızlarla
bezenmiş gök kubbenin altında.
Kız uyuduktan hemen sonra sevişirlerdi böğürtlenlerin
dibinde.
“Oğuz Abi, sen bizi ormana götüreceğim dedin ama Osman Abi
daldı sanırım midye çıkartıyor.”
“Bırak çıkartsın, oksijeni bol bulunca mayıştı salak.”
“Osman Abi ormana geldik ormana, abi yoksa rahatsızlandın
mı?”
Durup Kartal’ın yüzüne hayretler içinde baktığı sıra aklı
başına geldi ve “Gerçekten de dalmışım, ormana mı girdik” sözleriyle yüzüne
dikkatle bakan arkadaşlarının şüphelerini boşa çıkartmaya çalıştı.
Oğuz: “Ormana geldik ormana, denize değil, dalıp gideceğine
yanındaki adama kulak ver. Kartal yarım saattir gırtlağını parçalıyor be.”
Özür dilemesi gerekiyordu öyle de yaptı ve biraz susadığını
söyleyerek konu değiştirdi.
Oğuz: “Suyu boşver, Kartal termosu çıkart da şöyle keyifle
birer çay içelim.”
Tamamen gevşemiş olmalıydı ki “Bira yok mu lan” diye cıvıttı ama Oğuz’un tepkisi epeyi sertti;
“Osman saatten haberin var mı, yoksa kafa mı bulmaya
çalışıyorsun?”
Tadını kaçırdığını bildiğinden işi biraz gülümsemeyle
kapattı.
Çaylar içilip tekrar yola çıkıldığı sıra Kartal birden durup
gördüğünü tasvire başladı:
Abi sana sincabı tarif edeceğim, namussuz elleri arasına
yiyeceğini almış kemirip duruyor ama işin tuhafı gözlerini bizden ayırmadan
nispet eder gibi yiyor.”
Görememenin acısını tarif edemese de anlatılanlarla haz
duyabilir hatta ortak dahi olabilirdi nitekim “Beni tam karşısına götür”
sözleriyle mecraya daldı.
Biraz adımladı ve sağa sola gitti ve “Abi şimdi tam
karşımızda dümbük.”
“Merhaba ulan namussuz, sana nanik yapayım mı?”
Sessizliğin ortasında sincap ile göz gözeydiler. Emin olduğu o minicik varlığın şimdi
kendisini dikkatle süzmesiydi.. Kaçırmak istemiyordu hele gitmesini asla.
Netice de insan oğluydu, kandırmaya karar verip “Oğuz, yanımıza fındık fıstık
aldık mı?”
Oğuz’un “Vaziyetini bozma, seninki huylu birine benziyor,
şimdi getiriyorum” sözleri nanik yapmasına engel oldu.
Sonuçta yere bağdaş kurmuş avucundaki fındıkları sincaba
vermeye uğraşıp duruyor ama nafile, namussuz dik dik bakmasına rağmen ileri
doğru tek adım atmaya kalkışmıyordu.
Umutları tükenmek üzere, fındıkları koymak için kağıt
parçası isteyecekken, parmaklarının üzerinde küçücük ağırlığı hissettiğinde
mermer oldu.
Bulunduğu daldan inmiş, avucunun içindeki fındıkları teker
teker yemeye başlamıştı.
Öylesine ki, arkadaşları duymasa da kırt kırt diş seslerini
duyması, tüm hayatı boyunca hissetmeridi bir duygunun benliğini sarmasına neden
oldu.
Arkadaş oluvermişlerdi o küçücük varlıkla, sadece güvene
dayanan.
Belki de Yüce Yaratan'ın bir çeşit kendine uyguladığı, insani
değerlerini test ettiği sınavdı.
Şimdi avucunun içinde tamamen oturmuş, koca kuyruğunu
sallaya sallaya işine bakıyordu.
Oğuz ve Kartal geriden ve en küçük tepki vermeden olanları
bilhassa olacakları pür dikkat izliyorlardı.
Avucunu aniden kapatsa, sincap kendisinindi ama yapmadı
yapamadı ve ormanda edindiği dostu, fındıkları bitirince teşekkür etmeden
gitti.
Şimdi tekrar yola çıkmanın zul olduğunu arkadaşlarına
anlatmalıydı ama söyleyebileceklerine henüz kendi de inanmıyordu ki.
Gene de oturduğu yerden kalkası gelmiyor, çekip gitmeyi
kazanılmış mevziyi çarpışmadan geri vermeyle eş tutuyordu.
Güvenmişti sincapçık kendisine, bırakıvermişti minicik
hayatını avuçlarının arasına.
“Kartal hadi
çantanı yüklen, yola çıkma vakti.”
Öyle ya bu duygusal sahneyi birinin perde çekip kapaması
gerekiyordu ve Oğuz perde ipinin kendisinde olduğunun bilincindeydi.
“Osman Abi asanı al da yola çıkalım.”
Asa yardımıyla ayağa kalkıp yüzünü Kartala döndü
ve ”Farkında mısın o küçücük hayvan bile kötülük yapamayacağımı anladı ve
çekinmeden avucumun içine girdi.”
“Abi o dediğinin iki manası var. Eğer körlüğünü ima
ediyorsan, bence yanlış düşünüyorsun.”
Oğuz: “Bence sende bir şeyler olduğunu anladı ama daha
önemlisi kötülük yapmayacağına kanaat getirdiği için ve biraz da insanlara
alışık olmasından ötürü aşağıya indi.”
İkisinin de sesi buğuluydu ve arkadaşları ziyadesiyle
etkilendikleri olay karşısında akılları
sıra fark ettirmemeye çalışsalar da, kulaklarıyla görebildiğini
unutuvermişlerdi.
Ormanın cıvıltısı kısa zamanda neşelerini tekrar yerine
getirdi.
Oğuz’un dediğine göre yürüdükleri patika umumiyetle avcılara
aitti ve genel av sahasına çıkardı.
Az önceki olayın etkisiyle de önde giden arkadaşına
seslendi: “Oğuz av sevdasından vazgeç, bugün can yakmayalım.”
“Şöyle yumuşacık tavşan eti yemem mi diyorsun?”
“Boşver, bugün hatırım için can yakma.”
“Olur boş bira kutularına ateş ederiz. Sen de ateş edecek
misin lan?”
“Ben sincaptan sonra
boş bira kutusuna bile ateş edemem.”
Arkadaşı cevaplamadı, artık adımlarını atarlarken
kendisinden başkasının duymadığı ayak seslerinden başka ses de
çıkartmıyorlardı.
Acaba beni yanlarına almakla hata mı yaptılar sorusunu
kafasının içinde gezdirirken önde yürüyen Oğuz’un durduğunu fark edip bekledi.
Oğuz: “Osman şimdi kayalık tırmanacağız ve sen tüm dikkatini
benim ve Kartal’ın söyleyeceklerine ver ve uygula.”
Hissettiği kadarıyla arkadaşının önünde büyük bir karaltı
vardı, apartman misali, sadece okey kıllı beybi diyerek tırmanışa
hazırlandı.
İki adamın ortasında her adımda ayrı ayrı söylenip dururken,
Oğuz’un kahkahaları ortalığı kasıp kavuruyordu.
Çıktıkları gerçekten de kayalık ve biraz da tehlike doluydu ama yaratan
günün birinde geleceğini hesaplamıştı ki, merdiven şeklinde yaratmıştı.
Oğuz tamamen suratının aldığı şekle bakarak “Ulan seni
tehlikeye atacağımı mı sandın deyyus.”
Bu eşek şakası karşısında gülmesi gerekiyordu; güldü.
Harika kuş seslerinin kulaklara konser verdiği noktada
durduklarında, yorulduğunu hissetmişti ama diğerleri kendinden beterdi. Ve
fırsatı kaçırmamaya karar verip “Ne oldu kıçımın avcıları, benim gibi işportacı
kadar dayanamadınız” taşını gediğe oturttu.
Oğuz: “Kartal biraz kenara çekil, şu dümbüğün kafasına
sıkayım.”
“Abi senin ardiyede pastel boya kalemleri var. Hele hepsini
satsın, başka bahaneyle getirir öyle vururuz, parası da bize kalır.”
“Fena fikir değil, o halde besleyelim iti. Osman çök şuraya
da bir şeyler ziftlenelim.”
Oturmadan önce etrafı dinledi, kıçını yere koyarken de
“Yahu insan pınar başı gibi yer seçer” diye homurdanınca Oğuz “Pınarımız
Kartal’ın sırt çantasında” cevabını aldı.
Yarım ekmek içi köftesini yiyip, bu herif işi biliyor daha
yoldayken köfteleri Hasan denen adama pişirtirmiş düşüncelerini aklından
geçirdiği sıra Kartal ilk bira kutusunu bacaklarının arasına bıraktı.
Kutu buz gibiydi ve Kartal demek başından beri sırtında
büyük termos da taşıyordu.
Böcek cıvıltıları ile kuş sesleri arasında sus pus olmuş tek
kelime etmeden, yukarıdan güneşin sıcağı aşağıda ormanın boğucu nemi ve
içtikleri biranın ağızlarında oluşturup bir türlü geçmeyen malt tadıyla
miskinlik ötesi yılgınlıkla girdikleri patikayı adımlarlarken isyanları
oynamaya karar verdi.
“Şimdi Kilyos sahillerinde olmak vardı. Yakacaktık mangalı,
atacaktık sucukları üzerine. Rakımızı
zıkkımlanırken, Kartal sen bana kuşları börtü böceği tarif edeceğine
anlatacaktın sütun gibi bacakları, anlatacaktın değirmen taşı gibi
şanzımanları, hangi yavrunun kaç numara ampullük taktığını söyleyecektin; öf
ulan öf.”
Oğuz: “Kartal senin pezevengin mi ulan.”
Kartal: “Yok abi ancak girişim safhasında olduğuna göre olsa
olsa menajerlik sıfatını alırım.”
Oğuz: “Arkadaşım sen bunu bilmezsin. Her işin ya başında ya
da ortasındayken maruzat çıkarır veya ortadan kaybolur. Askere gitmeden çok
önce başıma öyle bir bela açtı ki sorma!”
Yediği haltlardan hangisi olduğunu unuttuğu için homurdandı “Ne zaman seni yalnız bıraktım,
hangi işinde ortadan kayboldum ulan.”
Oğuz: “Kartal dinle, semtin gerçekten güzel kızlarından
birini araklamışım. Allem edip kalem edip kızı semtin ayak kokulu kışlık
sinemasına da götürmeye razı etmişim. Kızda bir anne var, düşman başına, koy
cepheye düşman üç gün sonra teslim olur. Kızı kimsenin çıkmadığı sinemanın
balkonunda ayıklamayı tasarlamışım. Bu şerefsizi de balkon girişine erketeye bıraktım. Kız ile tam kendimizden geçmiş iş üzerindeyken anası bizi bastı,
rezaleti hele bir düşün. Şimdi soracaksın Osman nerede, hiç sorma beyzademiz
kızın anasını görür görmez, araziye uymuş. Sana soruyorum, bu herif ile akıllı
biri yola çıkar mı?”