SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-7

 

 

Dakikalar geçmesine rağmen kadından hiç ses çıkmaması tüm umutlarını yıkmak üzereyken, tahmini doğru çıktı.

“Osman Bey önce şunu söyleyeyim, geriye dönük primlerinizi siz ödeyemezsiniz. Ancak gösterip, ödemeyen iş yerini mahkemeye verir öyle hakkınızı ararsınız. Şunu da söyleyeyim, bu rapora göre sekiz, dokuz yıl önce gözlerinizi kaybetmişiniz, şimdiye kadar aklınız neredeydi?”

 Aklım bir yerlerime kaçmış diyecekti ama duygularına hakim olup, ayağa kalkarken “Efendim ben henüz ilk günlerde başvurdum ama o günkü meslektaşınız bana günlerimin çok az ve daha büyük bölümünün gösterilip de ödenmediğini söyleyince ayrılmıştım. Geçen gün askerlik borçlanmasını öğrendiğimde belki geriye doğru da ödeme vardır umuduyla geldim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim, iyi günler.”

Sırtını döndü fakat ilk adımını atamadan “Osman Bey, amma da celallenmeye müsait adamsın, hele yerine otur da, yapabileceğimiz bir şey var mı bakalım.”

Sandalyeyi bulup oturdu ama sinirleri de boşalmıştı.

“Sigorta kartınız yanınızda mı?”

Sessizce, rapor ile birlikte yanına aldığı sigorta kartını cebinden çıkartıp uzattı ve bekledi.

 Daha kaç yıl geçecekti acaba bu sandalye üzerinde?

Kadın tek kelime etmeden, kulağına gelen klavye sesleriyle birşeyler yapıyor ama ekranda gördüklerinden hiç söz etmiyor, bastonuyla oynarken ne işim var buralarda diye düşünse de merak ve heyecandan titriyordu.

Kadın duygularını anlamış olacak ki, ses çıkarmayıp egosunu tatmin ediyor olmalıydı.

Vallahi de billahi de öyleydi ve kadına o zevki tattırmadan kalkıp gidecekti.

“Osman Bey, kırk beş ay on iki gün ödenmiş gününüz var. Eğer askerliğinizi tam yaptıysanız yani on sekiz ayı ödediğinizde sizi hastaneye sevk eder, olumlu rapor alırsanız hemen emekli ederiz.”

Dondu kaldı, kadının söyledikleri imkansızdı, yanlış numaraya bakmıştı herhalde.

“Hanımefendi yanlışlık olmasın. İlk geldiğimde bana böyle söylemediler.”

Şimdi tekrar kontrol edecek ve kusura bakmayın dedikten sonra başından savacaktı, devamlı klavye sesleri onu ima ediyordu.

Gene de biry erlerden umut doğmuş, içi içini yiyip bitiriyorken kadın ah Osman Bey ah dediğinde teorisinde nasıl da haklı olduğunu hesapladı lakin...

“Bak kardeşim, yanlışlık yok ve kabahatin tamamı sana ait. Sigorta affı çıkınca tüm kalan günlerin ödenmiş ama sen haberleri, sanırım başvurmadığın iş mahkemesini ve burayı takip etmediğin için asgari beş yıl geç emekli olacaksın yani senin primler ödeneli bu kadar olmuş.”

Şimdi sevinmesi, bağırıp havalara sıçraması gerekiyordu ama az önce kadın hakkında düşündükleri yüzünden utanıp oturduğu yerde tıkanıp kaldı. 

Lahana gibi giyinmiş olsa da, radyatörlerden gelen ısı ortam sıcaklığını yaz gününe benzetse de birden tüm vücudunu serinliktir kapladı.

Elinden alacaklarmış gibi bastonuna sımsıkı tutunmuş, başı öne eğik yaşlı mahalle karıları misali, çenesi tirtir titrerken eğer, o gün herhangi sebepten işe çıkmasa hatta başka semtte çalışsa o otobüse binmese, binse de iki koltuk önde veya arkada otursa veya kendinden yaşça büyük olduğunu sandığı adam yer vermese de başka biri yer verse. Önündeki adamlar emeklilikten değil de daha değişik konular örneğin otobüslerin değişmez konusu futboldan konuşsa. Çoğu zaman olduğu gibi, hayallere dalıp konuşulanlara dikkat etmese veya bu sefer de dalıp durağı kaçırmasa.

Tanrıyı mı arıyorsun Osman Efendi?

Tam karşında, yüreğinin içinde, şah damarından yakın. Tavuk bile gagasına suyu alıp, başını yukarı kaldırarak Allah'a şükreder.

Böylesine tesadüfler zinciri asla olamaz ancak, insan beyninin tahayyül edip, planlayamayacağı, abi Rumelihisarı'na geldik sözleriyle perdeyi kapayan organizasyon, Yaratıcı tarafından planlanıp, uygulanabilirdi.

Bastonunu göğsüne dayadı. Ellerini semaya çevirdi ve başını kaldırıp mırıldandı.

Sen yaratan, sen yoktan var eden, sen esirgeyen ve bağışlayansın; şükürler olsun sana Yarabbim, şükürler olsun.

“Osman Bey, bir bardak su getirteyim mi?”

Kadının sesi, kafasında psikocanın darbesine benzer ama uyarıcı etkiyi yaptı.

Sevinç gözyaşlarını içeri akıtması ve çevresini fazla meşgul etmemesi de  gerekiyordu, toparlanıp  “Hanımefendi takdir edersiniz ki; hiç ummadığım bir şoku yaşadım. Şimdi gerçekten iyiyim, lütfen bundan sonra ne yapacağımı söyler misiniz?”

“Askerlik borçlanması için de gelmiştin ya, işte şimdi onu halledelim.”

Kurumdan hızla çıkıp, Saraçhane Parkı’nın hemen arkasındaki Fatih askerlik şubesinin yolunu tutarken hala şokun tesiri ile ağlaması mı yoksa gülmesi mi gerektiğine karar verememişti ama bitirmesi gereken işi sapıtmadan bitirmeliydi.

Şehnaz Hanım ne demişti?

Osman Bey üç ayrı şekilde borçlanabilirsiniz.

Saymasına gerek yoktu. 

O gariplikler silsilesinin sonunda biri abi üç senelik kömür parası, diğeri tek kerede öder yirmi ay erken emekli olursun derken, yaratan kaç taksitte ödeyeceğini de bir şekilde belirtmemiş miydi?

Kadın cümlesini tamamlayamadan bankadaki paraya güvenerek, bir kerede ödeyeceğim demiş ama miktarı ve yılbaşından sonra geldiği için zamlı ödeyeceğini öğrendiğinde fiyakası fena bozulsa da sözünden dönmeyip, şubesinin hemen burunlarının dibinde olduğunu söyleyince, uzatılan kağıdı kaptığı gibi fırlamıştı.

Şimdi gittiği şubeden olsun, sevk edileceği hastaneden olsun, korkusu yoktu ama bu ülkede bilhassa umursamazlıktan kör olması örneği, öyle anlaşılmaz olaylarla muhatap olmuştu ki, emeklilik cüzdanını eline alana kadar kimseye tek kelime söylemeyecekti.

Tek korkusu, bir kerede ödeyeceğim dediği için, bulunduğu ay içinde parayı tamamlamak mecburiyetiydi; gerekirse geceleri bar, taverna önünde dahi çalışıp, parayı tedarik edecek, çok sıkışırsa ayın son günü mecburen Oğuz'a başvuracaktı.

Şehnaz Hanım’ın karşısına tekrar dikildiği an kusursuz evrakını uzatırken haklı gururunu yaşadı.

“Osman Bey, parayı vezneye yatırınca alacağınız makbuzu bana getirin ve sizi hemen sevk edeyim. Bir de şu vezneye vereceğiniz evrakla birlikte diğer evrak ve fotoğrafları tamamlayın.”

Kadın aynı anda eline küçük kağıt parçasını sıkıştırınca, yapılması gerekenlerin listesi olduğunu anladı.

Satış noktasına gelip malını eline aldı ve avaz avaz bağırdı: “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Sanki gelip geçenlere değil de göklere, ummanlara bağırıyor, asfalta duvarlara hatta direklere dahi gülümsüyordu lakin bir süre sonra kafası şarj etti.

Değil hançeresini yırtmak, kıçını da yırtsa dönüp bakan yoktu. 

İnsanlar çevresinden mal gibi geçip gidiyor, sormak şöyle dursun,  kimse dönüp bakmaya dahi tenezzül etmiyordu.

Yahu burası Vezneciler değil miydi?

Yıllardır satış yaptığı, ortalama günde yüz adet çaktığı yer değil miydi?

Hayır santimi santimine doğru noktadaydı hatta karşı taraftaki camekanlı arabasıyla bildiği kadarıyla onlarca yıldır satış yapıp zabıtaların dahi bulaşmadığı, yaşlı simitçinin sesi duyuluyordu.

Gariplik de buradaydı ya!

Vezneciler’de satış yapmaya başladığı günden beri adamın sesini çok duymuştu ama satış yüzünden değil de arada birbirleriyle veya müşterileriyle şakalaştığında.

İki saat boyunca siftah yapamayıp, karnı acıkınca simitçinin tarafına geçti, amacı hem simit yemek hem de ne oluyor diye sormaktı.

“Murat dayı, bir simit versene.”

Yaşlı adam uzattığı parayı aldı, simidini uzatırken de “Hafız, bugün işin ne buralarda, enayi gibi dikilip duruyorsun” derken kafasının içinde ampuller de yanıp sönmeye başladı.

“Ne oldu millete, daha siftahım yok.”

“Hafız, yıllardır seni görür ve selamlaşırım. Bunca sene içinde yılbaşı ertesi iş olmayacağını, şu çevremizden geçenleri idama götürsen tamamından ellilik dahi çıkmayacağını daha öğrenemedin mi, bak ben dahi günde dört arabadan aşağı düşmezken, henüz yarım araba bile satamadım.”

“İnanmıyorum Murat dayı, neden ki?”

“Hafız, yılbaşı bizim bayramlarımıza benzemez. Aile içinde tombala dahil milletin tamamı ya kumar oynar ya da kusana dek ziftlenir. İşte senin de gördüğün gibi ilk dört, beş gün küçük atölyelerin patronları dahil kimsede para yoktur. İnan ki şimdi geçenlerin bir kısmı evine veya işine yürüyerek gidiyor.”

Somurtarak geri dönüp bağırmaya başladı.

Satması, ay içinde o parayı toplaması lazımdı ama akşam olana kadar tüm yırtınması boşa çıktı, ancak komik denecek miktarda toplam yedi adet satabildi.

Tahtakale’ye doğru, toptan iğne almak için yürüdüğü sıra herhalde o yedi taneyi de tombalada kazananlar almıştır diye düşünürken devamlı homurdandı.

Bir de, papaz bastıya kaptırdığı onluğa hayıflanıp, kendini de küfür bombardımanına dahil etti.

İkinci ama sille şeklindeki tokadı toptancıda yedi; iğnenin paketine sekiz kuruş zam gelmişti.

Eve gelip deri koltuğuna oturana kadar, zambırı dinmedi.

Üç takıma verdiği sermayeyi, iki takıma vermiş, kazancı da yetmiş beş kuruşa düşmüştü.

Ulan namussuz herifler şu zammı, ben askerlik borçlanmasını bitirince yapsanız, iflas mı ederdiniz.

Alışmıştı ya!

Bu sefer de başını kaldırıp Yarabbim hikmetine sual sorulmaz ama oldu mu şimdi bu kazık?

Daha çok söylenecekti ama acıkan karnı engelledi.

Yemeğini yiyip çayınıda demledikten sonra bilgisayarın başına geçti. Niyeti hiç olmazsa kitabını düzeltmeye başlayıp ardından yeni kitabına girişmekti; en azından boş durmayacaktı.

Demliğindeki son çayı bardağa koyduğu sıra aklına tekrar şanssızlığı gelip, faturayı yaratana kesmeye kalkışınca, aniden duraksadı.

Ulan insanların yılbaşı gecesi kudurup parasız kalmasının ve her yıl yapılan zamların, yaratanla ilgisi neydi?

Osman efendinin işleri yolunda gitsin diye, Azrail'i, Cebrail'i, Mikail'i ellerinde pastel boya kalemi kutularıyla veya iğne takımlarıyla aşağı yollayacak değildi herhalde.

Rızkını dolayısıyla şansını kendi yaratmalıydı.

Son yudumunu dudaklarına götürürken mırıldandı ulan kabanın mı yok, botun mu yok, eldivenin beren mi yok; bırak şu kitap işini ve bundan böyle işe çıkmadan önce sabahları yazmaya çalış, hadi giyin ve doğru barlar cenneti Ortaköy'e uza.

Yağmur yoktu, saymaya gerek görmeden kalem kutularını çantaya atıp giyindiği gibi evden fırladı. Eğer milletin bara gidecek parası varsa, kalem alacak parası da var demekti ve alıp almamak sadece arz talep meselesiydi.

İlk kez satışa çıktığı yerde kendisine diğer esnaf şans tanıyacak mıydı?

Kutuları eline alıp yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira diye bağırıp, deniz kenarına doğru yürüdü. Turunu tamamlayıp aynı noktaya geldiğinde satış yapamamış ama kimse de karışmamıştı. Ya kısmet mırıltılarıyla ikinci tura çıktı.

Sokağın ortalarına doğru adımlarken birader baksana lafını duyunca dönüp yürürken yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira dedi.

Siftah yapacağını ummuştu ama “Kardeşim bu sokakta satamazsın” sözleri çivi gibi olduğu yere mıhladı.

“Kimseye zararım yok birader, şurada ekmeğimin peşindeyim ve zararlı gıda da satmıyorum.”

“Onu kastetmedim kardeşim, senin gibi satıcılar arka sokakta çalışır ve barlardan çıkanlar mutlaka o sokağa uğrar. Ben polisim gir koluma da seni oraya götüreyim.”

Şimdi adamın kolunda aşağı doğru yürüyorlardı.  Aynı yöne ama ikinci kez köşe döndükleri sıra “Birader sokağa geldik, seni buradaki arkadaşlarla tanıştırayım da kimse bulaşmasın.”

Gelen çeşitli sesler, yanlış sokakta iş tutmaya çalıştığının ispatıydı. Polis insanlarla hem tanıştırdı hem de duracağı noktayı gösterip gitti.

Yalnız kalınca, kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini fark ederek biraz alınsa da üzerine düşmedi ve yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira.

Gelen geçen çoktu ama insanlar daha çok incik boncuklarla ilgileniyor kimse sen de burada mısın diye sormuyordu.

Yaklaşan grubun şamatasını duyunca o tarafa döndü “yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira”

Kadın sesi: “Rızacığım şurdan kalem alsana.”

“Ne yapacaksın kalemi, daha yeni ruj, boya parası diye yüzlüklerimi tokatladın.”

Başka kadın: “Abi çocukları çabuk unutuyorsun.”

“Serap ben bekarım yahu.”

“Şule de bekar ama kaç tane çocuğa yardım ediyor abi.”

Burnunun dibinde garip ama tatlı bir münakaşadır başladı. Satıştan çok sonucunu merak ediyordu, nitekim sonunda adam üç adetin parasını verip, kadının istediğini yaptı; canına minnet.

Hediyelik eşya satanlarla asla sidik yarıştıramasa da tek tük satış yapması, boşa gelmediğini ve ekmeğini çıkartabileceğini anlatıyordu.

Kafaları inceden dumanlı alışveriş yapanlarla meslek gereği kurduğu muhabbet ise işin tatlı tarafıydı ama bazı kişilik fukaraları olmasa!

Yaklaşan biri kız gençlerden güya erkek olanı kızın arzusu doğrultusunda bir kutu istedi, tam malı uzatırken de “Birader aslan gibi adamsın, kör numarası yapıp mal satmaya, duygu sömürüsü yapmaya utanmıyor musun” dediğinde, sigortalarının tamamı atıp malını geri çekti ve ‘İnsanlar sence böyle bir onursuzluğa kalkışacak kadar küçük olabilir mi ayrıca ne zıkkımlandıysan onun verdiği cesaretle karşındakinin sakat olduğunu bile bile sadece yanında taşıdığın şu karıya hava atabilmek için beni mi buldun zibidi’ derken her olasılığa karşı bir adım da geri çekildi.

Adamın ağzı fena bozulunca, küçük kızların bana ne bana ne derken yaptıkları omuz hareketiyle çantasını yere kaydırırken, bastonunu da toplayıp sopa haline getirdi.

Artık yiyeceği tokat veya yumruğun geldiği istikameti tayin edip, elindeki bastonu tam o noktaya sallamayı planlıyordu ki sarhoş son defa “Ulan bir de mınçıka çekersin ha” sözleri son oldu.

“Ulan öküz, mınçıka ile kör bastonunu henüz birbirinden ayırt edemeden kabadayılık yapmaya çalışırsın ha, dur ben sana şimdi anlatayım sakata bulaşmanın zararlarını.”

İncik boncuk satanların bulunduğu bölgeden şen şakrak seslerin gelişi devam ettiği sıra, bulunduğu noktayı ölüm sessizliği kapladı.

Ardından da koşan birilerinin ayak seslerini duyar gibi olduysa da istifini bozmadan bekledi.

Çantasını omuzuna asan elin sahibi, az önce konuşan kişiydi. Şimdi beresinin üzerinden saçını okşarken “Hadi biraderim işine bak, böyleleri her zaman çıkar. Şu incik boncuk satanlara yapılan teklifleri bilsen, ucuz kurtulduğunu da bilirsin, üstelik sen komiser muavini Ahmet kardeşin emanetisin, Hadi hayırlı işler.”

Boyu uzundu ama konuşan kişinin ki çok daha uzun, tepesinden konuşacak kadar.

Dev yapılı adamın tam karşısına dönüp “Sağ ol kardeşim, nadiren de olsa böyleleri var. Ben alıştım artık.”

Esasında laflayacak birini bulmanın sevincini yaşamayı tasarlamıştı fakat çocuklarıyla yaklaşan aileni istiği üzerine iki kutu satarken adamın uzaklaştığını iş bitince fark etti.

Gözetilip, kollandığını bilerek çalışmak huzur veriyordu.

Kısa zamanda neşesi yerine gelmiş, satış istediği gibi olmasa da kurduğu muhabbetler moralini tekrar düzeltmiş, hatta olay sonrası diğer esnaftan bile geçmiş olsuna gelenler olmuştu.

Gitmesi gereken saat yaklaşırken tek tük satışlar devam ediyor ama diğerleri kendilerince ısınma yolları bulduğu için huzurla çalışırken kendi tir tir titriyordu.

Tam elindeki kutuları çantaya koyup gitmeye niyetleniyordu ki “Delikanlım iki tane veriver” diyen ve yaşlıca biri olduğunu anladığı adama döndü, kutuları uzatıp, sırıttı.

Adam kalemleri almış, para çıkartmaya uğraşırken “Ulan bana bu yapılır mı be, aslan kardeşim bir şişe şarabı iki yüze kakaladılar, sen ne dersin, güya bir de hediyeymiş.”

“Diyebileceğim bir şey yok, hiç bu tip yerlere gitmedim ki.”

“Öyle mi, iyi ki de gitmemişin. Al şu paran, şunu da çantana sokayım, evinde benim yediğim kazığın tadını sen çıkart.” 

Adam itiraz etmesine zaman tanımadan çantasına birşey sokuşturup gitti.

Elini çantasına sokar sokmaz şişe olduğunu anladı.

Aşırı soğuk aklına bir de şimdiye kadar hiç yılbaşı ertesi en az bir hafta işe çıkmadığını getirince, yaptığı enayiliğe sırıttı.

Öyle ya, son sene hariç, geçmişteki tüm yılbaşı gecelerinde zom olmuş, yetmiyormuş gibi arkadaş kafasına uyup ertesi günlerde de içmiş, ta ki cebinde kuruş kalmayana kadar.

Eve gelmeden, kapanmaya hazırlanan markete uğrayıp, parayı saydırdı ve tümletti, gecenin cirosu yirmi bir adet sattığını söylüyordu.

Arkasından şu yürüyüşe bak, akıntı çağanozu mübarek diye bağırdıkları adamcağızın verdiği şişeyi saklayıp yattı.

Uyumadan evvel, on beş liralık şarabı kart zamparaya iki yüze satan zihniyete küfür etti. Halbuki sarhoşluk hali de bir çeşit sakatlıktı; düşünce, mantık, her ne dersen de.

Sabah ilk çıkan karı kocadan önce apartmanın işini ardından kahvaltısını bitirip, bilgisayarın başına geçti. Henüz üçüncü sayfayı dinlediği sıra, berrak zihinle kitap işini erken saate aldığı için doğru iş yaptığına kanaat getirip sırıttı.

Daha da önemlisi, zamanı böyle kullandığı takdirde, boş saatini en iyi şekilde değerlendirmesiydi.

Evden çıkmadan önce iğne ve kalemlerini sayıp çantasına yerleştirdi; gerekirse üç ayrı noktada satış yapacaktı.

Hava kararmış, oturduğu yerde kimseye belli etmeden, çantanın içindeki kalan iğne paketlerini sayıyordu. Otobüs trafik karmaşasının içinde yol almaya çalışırken Vezneciler’de düne nazaran çok iyi, ortalamayı hesapladığında çok kötü satış yapmış şimdi bir umut Şişli’nin yolunu tutarak, kalemlerden medet ummaktaydı.

Akşam saat dokuzdan sonra da Ortaköy’e uzayıp, gece yarısına kadar çalışmayı planlamıştı.

Ortaköy'de bir gün önceki noktasına gelip dikildiği sıra, suratı kelimenin tam anlamıyla sirke satıyordu.

Ulan bir tane dahi alacak kişi çıkmaz mı be!

Üç saat süresince, ayazı yemiş durduğu noktada donup gebermiş, ille de siftah yapacağım inadıyla  beklemişti ama ne fayda, boşuna vakit kaybettiğini görünce şimdiki noktasına gelip dikilmişti. 

Gene de ya kısmet mırıltısının ardından “Yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira.”

Almasalar dahi, soran olmadığı müddetçe satış olmazdı ve bugün kimsenin kalem alacağı yoktu, hele burada iğne çıkartmak ise salaklığın bayraktarlığına soyunmak demekti.

Bir kerede ödeyeceğim demekle, acaba hata mı etmişti.

Oğuz'a durumu açsa, kendini bir şekilde garantiye alabilir miydi?

Kışın tam göbeğinde tüm şantiyeler durmuşken, arkadaşı da sefilleri oynuyordu herhalde.

Öyle ya, durumu açtığında, Oğuz'un parası yoksa dahi, aklı sıra kendine belli etmeden gidip tefeciye çeklerinden birini kırdıracak ve farkı da kendinden istemeyecekti; hayır asla arkadaşına gitmeyi düşünmüyordu.

“Oğlum beş kutuyu yirmi liraya verirsen alırım.”

Öp babanın elini, ben diyorum hadımım, sen diyorsun kaç çocuğun var.

“Amca ben de fazla birşey kazanmıyorum.”

“Oğlum öğretmenim, kendime değil sınıftaki bazı çocuklar için istedim. Cebimde de bu kadar var, beş kutu yirmi lira, gene de sen bilirsin.”

Adam  gönül evinden vurmuştu kutuları uzatırken “Canın sağ olsun” dedi.

Nuray üçüncü gün olmasına rağmen, hala aramamıştı, acaba abisinin dağıttığı için utanıyor olabilir miydi?

Ertesi sabah bahane uydurup aramaya karar verdi. 

“Baksana koçum, üç kutu veriver, bizim sıpalar istemişti de.”

Kutuları uzatırken adam da elindeki parayı birine okutup yirmi lirayı eline sıkıştırdı.

Üzeri beş lirayı uzattıysa da alan olmadı, adam gitmiş, öğretmenin bebeleri kalemlerin kalan parasını bir şekilde ödemişlerdi.

Yaratan, hiç kimseye hele kendi gibi paragöze minicik çocuklar için laf söyletir miydi?

Öğretmenin teklifini ilk anda kabullenmediği ve tiyniyetsizliğinden ötürü utandı; asla bir daha, bilhassa çocuklar işin içine girdiğinde hasis davranmayacaktı.

Gökay belki de kardeşini yollarda rezil edince kız aklı, faturayı kendine kesmesi dolayısıyla aramıyor da olabilirdi..

Benim günahım yok, içkiyi de ben getirmedim.

Yarın öğlene doğru herşey anlaşılacaktı.

İnceldiği yerden kopsun ulan “Yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira”

“Beyfendi dört kutu alacağım ama koyacak poşetiniz var mı?”

“Hayır yok kardeşim, ambalajı kendinden menkul.”

Şu titizlikten öte, ruh hastaları da çıkmasa ne olurdu sanki. Ulan madem karşındakinden huylanıyorsun o zaman kıçını kapa da evinde otur.

“Birader bir kutu ver, beş liraydı değil mi?”

“Evet abi buyur” derken kutuyu uzatıp parayı aldı.

“Beyfendi şu poşetin içine dört kutu koyar mısın, kapıcının çocuklarına alıyorum, sevinsinler diye, bu da yirmi liranız.”

Hiç sesini çıkartmadan kutuları hışırdayan poşetin ağzını bulup bıraktı ve avucunu açacağına iki parmağını maşa gibi tutup, paranın araya sokuşturulmasını bekledi.

Kadın giderken sinsi sinsi sırıttı.

Ulan şimdi senin kafana tabancayı dayamak vardı. Götürmek vardı, Aksaray'da nallı kuzu satan herifin tezgahının önüne, yedirmek vardı sucuk ekmeği ardından bir de kokareç yedirip sonra da sormak vardı, eldivenli elden ve anbalajlı kutudan tiksinilir mi bir de yaptığın iyiliğin bana neden reklamını yapıyorsun, şimdi o kutuları bebelere dağıtırken de görgüsüzlüğünü kusarsın ve Allah görmez sanırsın ha, enayi; tekrar sırıttı.

Eve gelir gelmez, kendini halsiz hissedince yatıp uyudu.

Aynı halsizlik sabah da devam edince geç kalktı ve temizlik yapmadan işe çıktı ama gün öyle kolay geçeceğe benzemiyordu.

İğne paketleri elinde, seyyar satıcılara yakışmayacak tonda, kısık bir sesle bağırıyor, cayır cayır yanan vücuduyla gitgide halsizleşmesine rağmen gariptir ki satış alabildiğine iyi gidiyordu.

Öğleden sonra malının çoğu ile birlikte, anladı ki kendi de bitmişti ve Vezneciler olsun diğer satış alanları olsun, dayanabilecek gücü kalmamıştı.

Son defa yanına yaklaşan kadınlardan biri diğerine “Kardeş bayrama çok az zaman kaldı, sonra bulamayız” dedikten sonra birer paket alıp gittiklerinde, dükkanı kapadı.

Nasıl eve geldiğini, nasıl eşofmanlarını sırtına geçirip yatağına girdiğini hatırlamıyordu, aklında sadece bayrama birkaç gün olduğu kalmıştı.

Yorganını başına çekmiş, ana rahmindeki bebek şeklini almış, ısınmaya çalışıyordu ama nafile.

Titredikçe tüm vücudu elektriğe kapılmışçasına sarsılıyor, başına musallat olan ağrı, her dakika arttıkça artıyordu.

Bir uyuyabilse!

Midesinden gelen gurultuyu düşünemedi, titreme kesilip aniden boşalan ter de neyin nesiydi?

Eşofmanının altına elini sokunca, üst üste giydiği atlet ve fanilasının sırılsıklam olduğunu fark etti.

Ölecekti, karanlık bodrum katında, son suyunu dahi verecek kişisi olmadan.

Ölecekti, yaşayamadığı gençliğini yaşayamadan.

Nuray’ı kollarına alamadan, seni seviyorum bir tanem diyemeden ve emekli cüzdanına ulaşamadan ölecek, günler sonra kokmaya başlayınca, herhangi bir şekilde bulunan cesedinin başına dikilen savcı önce çok da gençmiş diyecek ardından da badem gözlü olacaktı.

Titreme tekrar başlayınca, düşünemez, çatlayan kafasının içinde hayaller kuramaz hale geldi.

Gözlerini sımsıkı kapamış, mide gurultuları arasında, uyumaya çalışırken, baş ağrısının etkisiyle kıvranmaya başladıysa da, inleye inleye uyudu.

Kendine gelince kolundaki saatin kapağını açtı, dört buçuğu gösteriyordu ama hangisini?

Kan ter içindeydi ve gözyaşlarına boğulmuştu.

Gördüğü rüyayı hayal meyal hatırlamaya çalıştı.

Şeklini seçemediği bir varlık gelip göğsüne oturmuş ve gülümseyerek hadi Osman hazırlan gidiyoruz dediğinde başlamıştı ağlamaya.

Yalvarmıştı varlığa bırak sevdiğime kavuşayım diye ama muhatabı Nuh demiş, peygamber dememişti.

 Nereden aklına düştüyse tekrar yalvarmıştı, madem götüreceksin, önce gözlerimi aç ve beni deniz kenarına götür de son defa yakamozları seyredeyim arzusunu da yerine getiremeyeceğini söyleyen varlık tam elini göğsüne götürdüğü sıra bağırmıştı hiç olmazsa sevdiğimin görüntüsünü göster diye.

Bodrum katındaki zifir karanlık odanın mezarla arasındaki fark, biraz daha geniş olmasıydı.

İnleyerek pencere tarafına döndü, umut bir parça ışık içindi ama boş ve alabildiğine karanlık yetmiyormuşçasına, üstüne dayanılmaz sessizlik.

Hiç umut kalmadığını görünce varlığa tamam hadi gidelim demiş ama tam el göğsünden girip yüreğini koparacağı sıra dünyada gerçekten çok sevdiği ve tek akraba kabul ettiği anneannesi ortaya çıkıp dur hele iç çamaşırlarını değiştirip, terini kurutsun demiş ve varlık üzerinden kalkıp gitmişti ama büyük annesiyle birlikte.

Çocukluğunu, o çok sevdiği insanla geçirdiği günleri hatırlayıp, gözyaşlarına boğuldu.

Hastalandığı günlerde başında bekler, terledikçe iç çamaşırlarını değiştirir bir de sıcak havlu ile takviye yapardı.

Elde kamış, birlikte giderlerdi balık tutmaya. Çok severdi, dişsiz ağzıyla yemeye çalışan yaşlı kadını seyretmeyi. Sözler verirdi binlerce defa, hele bir elim ekmek tutsun, dişlerini ben taktıracağım diye ama görememişti büyük annesi, dişlerini yaptırmak amacıyla gizliden biriktirdiği parayı.

Belki de biliyordu, kullanmayacağı dişler hiç işe yaramayacağından, son bir iyilik yapmıştı torununa.   

Görememişti, fakat gelip çamaşırlarını değiştir demişti ya, demek ki bir yerlerden izliyordu.

Hafiften titremeler gelip uyarınca, aniden kalkıp vücut sıcaklığının şok olmasına meydan vermeden iki takım iç çamaşırı alıp, balıklama yatağa girdi, Yaptığı bu küçücük hareket dahi soluğunu kesmeye yetmişti.

Yorganının altında çamaşırlarını değiştirip çıkanları yatağının dibine bıraktı.

Asla tekrar uyumak ve kabus görmek istemiyordu.

Titreme ardından terleme nöbetleri birbirinin peşi sıra gelip giderken, girdiği vaziyetten kurtulabilmenin yollarını aradığı anlarda aklına asker arkadaşı geldi.

Soğuk algınlığı, grip her neyse arkadaşı hastalanmış, revirden bir külah dolusu hapla dönüp külahı olduğu gibi çöpe atmış ne yapıyorsun dediğinde bunlarla bir hafta sürünürüm ama şimdi yapacağım ilaçla azami iki günde ayaklanırım demiş ve formülünü söylemişti.

‘’Bana bak tertip, önce eczaneye gidip, kıçına ağrı kesici ile antibiyotik iğnelerini karıştırıp vurduracaksın adını söylemene lüzum yok, tüm eczacılar bilir. Çıkmadan da bir kutu aspirin alacaksın. Miden sağlamsa ve hastayken yediğini çıkartma adetin yoksa, ya işkembe ya da paça çorbasını gövdeye indirecek, manavdan limon alıp eve döneceksin. Şimdi esas ilacın tarifini veriyorum, çay bardağına dolana kadar limon sıkıp iki aspirini içinde eriterek anında tek dikişte yutup yatacak ve aynı işlemi akşam da yapacaksın, bak ertesi sabaha çelik gibi nasıl da kalkıyorsun.

Gözleriyle şahit olmasa inanmazdı ama arkadaşı ertesi gün ayaklanıp, elinde yatak istirahat raporu ile günlerce koğuş keyfi yapmıştı.

Sabah kalkar kalkmaz bu formülü uygulamalıydı.

Bir ara dalar gibi olduysa da, korkuyla silkinerek toparlandı ama zaman, hele bu ağrılarla geçmek bilmiyordu.

Ne olurdu, şimdi başını okşayacak, saçlarının arasında parmaklarını gezdirecek, susadığında hiç erinmeden kalkıp bir bardak su verecek aileden veya sevgilisi olsun veya sevdalısı olsun, sıfatı ne olursa olsun, birileri bulunsaydı şu gariban hanesinde.

Tüm direnmesine rağmen, kabuslarla dolu girdabın içine tekrar yuvarlanıp gitti.

Uyanınca tüm çamaşırlarının sırılsıklam hale geldiğini görüp, tamamen değiştirdi.

Bu sefer kabus adına hatırladığı bir şey yoktu ama saatini kontrol edince, arkadaşının formülü  aklına geldi ve kalan tüm gücüyle giyinip dışarı çıktı.

Akşam ikinci defa iğne vurulmaya giderken, gücünün az da olsa yerine geldiğini hissederek sevindi. Nasıl olduysa o kafayla bile nöbetçi eczanenin hangisi olduğunu sormayı akıl edebilmişti.

İkinci sabah uyandığında sırıtacak kadar gücünün yerine geldiğini hissetti ama işe çıkmaya cesaret edemediği için aynı işlemleri tekrarlayıp istirahat etmeye karar verdi.

Sobasını yakıp, kıçında yediği son iğnenin yangısı, bilgisayarın başında düzeltme yapıyordu. Kimsenin aramaması çok zoruna gitmese de, Oğuz'un aramamasını yüreği bir türlü kabul edemiyordu; hiç böyle yapmazdı.

Hadi Kartal şehir dışındaydı, Nuray ise kırgın olabilirdi ama Oğuz niye böyle davranmıştı.

Akşam yemeği için çorbacıya gitmeyi tasarladığı sıra, merdivendeki ayak seslerini duydu; hastabakıcılara ait ayak seslerini.

Kapının açılmayıp, karşı duvara doğru uçtuğunu zannetse de “Neredesin ulan şerefsiz?”

“Üç gündür kelimenin tam anlamıyla yatak döşek yatıp, Azrail ile boğuşuyorum, esas siz neredesiniz. Bana o telefonu süs için mi aldırdınız, ulan adam açıp bir sorar be. Hadi Kartal'ı, Nuray’ı boş ver, ya sen nerelerdesin?”

“Saçmalama, günlerdir defalarca aradım.”

“Ulan ben körüm kör, sağır değil.”

“Nerede şu telefonun?”

Görmüyor musun, masanın üzerinde.”

Şimdi sadece arkadaşının soluk alışlarını ve tuş seslerini duymaya çalışıyordu, fazla beklemedi.

“Şarjın bitmiş, enayi, prize taktım. Millete hiç gücenme, o kız da aramış, Kartal da aramış hatta sanırım kızın kardeşi de.”

Yaramazlık yapan çocukların, büyükleri karşısında yarı mahcup sırıttıkları gibi sırıttı.

“Hele olanları anlat da aklım başıma gelsin.”

Olanı biteni anlatıp bitirdiğinde Oğuz yumuşadı ve kısık bir ses ile ucuz atlatmışın, madem akşam yemeği yemedin, hadi seni çorbacıya götüreyim dedikten sonra gelip sarıldı.

Oğuz'un koluna girmiş ağır adımlarla, biraz hava almak üzere, sahilde hiç konuşmadan yürüyorlardı. Yanlarından geçen itfaiye emeklisinin umutları boşa çıkmış, içki satamasa da selam vermeyi ihmal etmeden çekip uzaklaşmıştı. 

“Osman, anladık işi ciddi tutuyorsun ama henüz fol yok yumurta yokken, böylesine buz gibi havalarda, gecenin körüne kadar çalışmanın alemi var mı?”

Arkadaşının yüzüne dönüp sadece gülümsedi, zaten dönüş yolundaydılar.

Sabah bayram arifesiydi ve temizliğini ona göre yapıp, saati gelince çantasına sadece kalem koyup fırladı.

Aksaray'ı seçmişti satma niyetiyle ama Şişli'ye gitmeye karar verene kadar ancak yirmi adetten fazla satamamanın üzüntüsü ile otobüse bindi..

Tekrar kalemleri eline aldığı sıra, hava kararmak üzereydi.

Ablalarım kardeşlerim, yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira.

Henüz bulunduğu noktanın tadını çıkartamadan, yaklaşan ses “Birader hadi bakalım hemen kaybol, yoksa alırım malını elinden.”

“Zabıta mısın kardeş, bırak da şu arife günü biraz sebeplenelim.”

“Şamar oğlanın mı sandın, zabıtayım tabi. Sen laftan anlayan birine benzemiyorsun, ver bakalım mallarını, sonra da gel merkezden al.”

Çantanın bir ucunda kendi eli diğerinde zabıtanınki, çekiştirip dururlarken, başka bir ses araya girdi: “Doğan bırak, görmüyor musun adam âma.”

“Bunların çoğu numaracı şefim. Bırak ulan şu çantayı.”

Önce “Yeter be” diye bağırdı ardından gözlüklerini çıkartıp “Bak ulan bak, numara mı yapıyorum, İyi bak ulan, gören göze benziyor mu?”

Çevreden yükselen seslerin çoğalmaya başladığı sıra biri bırakın ulan adamı, Allah belanızı versin diye bağırınca kim varsa olumlu olumsuz, eteğindeki taşı dökmeye başladı.

Şimdi zabıtalar dahil toplananların tamamı fikrini savunup dururken, kendi unutulmuş görünüyordu ama sonunda çantayı çekiştiren el gevşedi ve başka bir el koluna girerken de “Biraderim caddedeki dükkanların önünden değil de kenar taraftan ve devamlı yürüyerek satışını yap, inan ki buraya şikayet üzerine geldik; hadi kal sağlıcakla derken yavaşça da, geniş kaldırımın kenar tarafına götürüp bıraktı.

İtiraz edemez, burada satış yapacağım diye asla adamlarla inatlaşamazdı, eline kalem kutularını alıp yürüdü.

Böyleleri yaşadığı müddetçe karşısına olumlu veya tam aksi düşüncelerle çıkacaktı zaten bilmediği şey değildi ki, önce gülümsedi sonra bağırdı “Ablalarım kardeşlerim yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira.”

Hastalığı dolayısıyla soğuktan korunmak amacıyla ilk defa duvar dibinde çalışmayı seçmiş ve anında çevre esnafının tepkisiyle, ağzının payını almıştı; kimi kime şikayet edebilirdi ki.

Aşağıdan gelen ses amca bir kutu verir misin dediğinde çöktü ve kutuyu uzattı.

On adım sonra genç kızlara iki kutu sattı.

Satış yaparak Nişantaşı kavşağına geldiği sıra içten gelen dürtüyle o yöne saptı.

Şimdi kaldırım eskisine nazaran dardı ve görüp karar verme zamanını daha kısaltacaktı ama kaçıncı dükkanın önünden geçtiğini henüz hesaplayamadan çağrıldı: “Abicim hele geliver”

“Buyur kardeşim, yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira.”

“Mualla, kız gel çocuklara hediye alacağım diyordun, gel ayağına geldi.”

İçerideki kadının sesi duyuldu “Abla çocuğuma işporta malı alacak değilim; aşk olsun.”

“Kız hadi bunlar benden olsun, dört tane veriver; kaç paraydı?” 

Kutuları uzatmak üzereydi fakat içeriden gelen kadın tekrar yok yok kalsın dediğinde malını geri çekip bekledi.

Çağıran kadının soluk alışları sertleşmiş ve sıklaşmıştı tam hadi git demesini beklerken “Kardeşim ver o dört taneyi, ben yeğenlerime alıyorum”

Dükkanın önünden ayrıldı ve iki adım atamadan iki kutu daha sattı ve böylece dura kalka, çömele eğile semtin merkezine kadar geldi.

Çantasını yoklayınca, malının çoğunu sattığını fark edip, karşı kaldırıma geçti ve geldiği istikamete yürüdü.

Neşesi tam yerinde, güvenle adımlarken telefonunun çaldığını duyup, biraz telaşla açtı.

“Alo, Osman nerelerdesin canım?”

Nuray’ın sesini duyunca bir hoş olduysa da hemen toparlanıp kıza son günlerin özetini çıkardı ve şarj olayını da anlatıp, özür diledi.

“Geçmiş olsun Osman keşke haberimiz olsaydı. Şarj için de üzülme, şimdiye kadar herkesin başına defalarca gelir. Bayramın dördüncü günü seni ziyarete geleceğiz, sakın yemek yapma, babam kurban kesecek, anneme kavurma yaptıracağım.” 

Bayramın son günü işe çıkacağı ve iyi satış yapacağını umduğu günlerden olduğu için lafı eveleyip gevelemeden sordu “Nuray saati aşağı yukarı belli mi?”

Kız bir an duraksadı, bir şeyler düşünmüş olacak “Saat yedi iyi mi?”

Lafı tam dengeye getirmesi gerekiyordu “Madem kavurma getireceksiniz, size öyle bir çoban salatası yapacağım ki, parmaklarınızı da yiyeceksiniz.”

Emindi, Nuray zamanı sormasını hazırlığa yorumlamış “Osman ne olur masraf yapma dedikten sonra her zamanki gibi bay bay sözleriyle telefonunu kapamıştı.

Tatlı kızdı be, can kızdı be, ciğer kızdı be. Nuray için tasarladığı övgüleri bitiremeden telefonu tekrar çalınca açtı. 

“Alo abi ben Kartal, nasılsın geçen gece aradım telefonun kapalıydı.”

Arkadaşına da gerekenleri söyledi ve Kartal “Abi ancak bayramın dördüncü günü gelebileceğim, akşam evde misin?”

Biraz canı sıkılsa da beklediğini ve yılbaşı gecesi eve gelen misafirlerinin de bulunacağını söyleyip, annesine babasına da bayramla ilgili temennileri de ihmal etmeden kapadı.

Normaldi canım, aile bağlantıları sağlam kişilerin kendisine bayramın ancak dördüncü gününü ayırması. Peki canının birden sıkılmasına ne demeliydi?

“Kardeş deminden beri gırtlağımı yırttım, hala satıyorsan iki kutu ver.”

Kafasının içinde düşünceler ve acaba soruları bitmez tükenmez şekilde dönüp dursa da, bazı kişiler almaktan vazgeçse de ikinci turda hem malını bitirdi hem de aklı tamamen başına gelip, arkadaşından boşu boşuna şüphelenmekten vazgeçti. Üstüste gelen telefonlar tesadüften başka birşey asla olamazdı.

Bayram sabahı biraz daha erken kalkıp apartmanı tekrar elden geçirdi ve fıkralardaki Bektaşi hesabı, bayramdan bayrama gittiği caminin yolunu tuttu. 

Senede iki kere bile gitse camiden çıktığında tüm yılı kapsayacak huzuru içinde hissedip, tarif edemediği bir güçle hayata yeniden bağlanıyordu.

Elektrik sobasını saklayıp odasını da tekrar gözden geçirdi ve çayını da demledikten sonra, parfüm sıkıp, olası gelebilecek etleri beklemeye başladı. Sokağın yazıya geçmemiş olsa da şuuraltı yasası, bayram günü dışında selam vermekten kaçınılsa da et getirmek adettendi.

Nitekim henüz ilk bardağını bitiremeden, merdivendeki ayak sesleriyle kalkıp kapıyı açtı.

“Osman kardeş, bayramın mübarek olsun. Şunu da alıver, afiyet olsun; kurban kestik de.”

Tokalaşmak için elini uzattığı sıra “Mithat abi sizin de bayramınız mübarek olsun ve Allah kabul etsin” dedi ardından yapışan eli sıktığı sıra başka bir el poşeti hemen tutuşturuverdi.

İşte hepsi bundan ibaret bayramlaşma!

İçeri girmeye, tutacağı şekeri kolonyayı ve ikram edebileceği bir bardak çayı, havadan sudan nedenlerle sallayıp tabiki sen teorisini şamar gibi suratına vuran bayramlaşma.

İkinci ve üçüncü etleri getirenler aileleri adına, sokağın çocuklarındandı, şeker kolonya tutabildiği ve ellerine sıkıştırdığı beşer liranın yüzü suyu hürmetine de olsa gösterilen güler yüz karşısında sevindi.  

Biraz daha mızmızlanacaktı ama et yollayan insanların kendini önceden tanıdığını ve yıllar boyu sağlıklı gördükleri kişinin bir anda düştüğü vaziyeti de kabullenemeyip bu şekilde davrandıklarını sonuçta tiksindiklerinden değil de geçmişteki o kara yağız, içi hayat dolu genç ile şimdikini karşılaştırdıklarında katlanamadıkları için böyle davrandıklarına karar verdi.

Öyle ya, ne olursa olsun, işin içinde vefa vardı.

Bu insanlar asla ve asla içki içen birine kurban eti yollamazlardı, demek ki gelen etler geçmişe duyulan saygıydı ve acımakla hiçbir ilişkisi yoktu.  

Peki herkesten vefa beklese de, kendi vefalı mıydı?

Önce başı önüne düştü ve dakikalarca yere baktı durdu.

Sonra başını göğe kaldırdı ve affet yarabbim, yaşım küçük ve defterden silinmiş olsam da ben vefasız olmamalıyım mırıltılarıyla mutfağa seyirtti.

Gelen tüm etleri kuşbaşı doğrayıp, tencereye attı ve biraz da su koydu. Yarım kuvvet yaktığı ocağını öylece bırakıp ellerini yıkadıktan sonra hızla giyindi ve pastaneden şeker yaptırıp doğruca Şake teyzenin evine gitti.

Yaşlı kadının evinden çıktığında etler bir saate yakın ocağın üzerindeydi ve kontrol etmek maksadıyla hızlandı.   

Zamanı gelince kavrulan eti, kapaklı bir saklama kabına koyup soğumaya bırakırken saatine de baktı. Henüz yeni on buçuk olmuştu ve acele etmesi gerekiyordu.

Saklama kabını, yapabileceği en iyi şekilde ambalajlayıp, yolculuğa hazırladı.  

Durağa yürüdüğü sıra, giriştiği işin doğru olduğuna karar veremese de yoluna devam etti ve hemen durak yanındaki büfeye yaklaştı.

Tanıyan büfeci bilet alacağını sanıp hazırlansa da jeton isteyince, biraz yüzünü buruşturup, istediğini verdi.

Kulübe de jetonu atıp, numaraları tuşladığı sıra dahi her an vazgeçecek gibiydi ama karşı taraftan açılana dek bekledi.

“Alo kimsin?”

Şansına küstü, bir an telefonu kapamak istediyse de, bu kahrolası dünyada en son duymak istediği ses olsa da “Ben Osman, annemi verir misin lütfen” diyebildi.

Karşısındaki, ulan insan önce bayram kutlar dedi ve yanıtlamasına meydan vermeden Süheyla diye bağırıp, duyabileceği şekilde ahizeyi bulunduğu platforma hızla vurdu.

Umrunda bile değildi ve o anda annesine işlerinin çok iyi gittiğinden, emekliliğinden bahsetmemeye karar verdi.

Kısa süren patırtı ve cızırtının ardından annesinin sesini duydu “Alo Osman sen misin?”   

“Evet benim anne, bayramını kutlar ellerinden öperim.”

“Ah oğlum ah o kadar, gözlerini kör edecek kadar içmenin alemi var mıydı, ben seni sapasağlam dünyaya getirmedim mi?”

“Anne benim hastalığım askerde başladı, orada içki içilmez bilmiyor musun?”

“Bana numara yapma, senin gibiler o zıkkımı heryerde bulur.”

“Haklısın anne çok haklısın, gene de tekrar bayramını kutlar ellerinden öperim. Bu arada evde kim varsa onların da bayramını, canı yürekten kutlarım.”

Anlaşılması kolay bir sessizlik oldu. İki taraf da söyleyecek tek kelime bulamamanın sancısını yaşıyor fakat iki taraf da ahizeyi karşısındakinin kapamasını bekliyordu.

Kulağındaki ahizeye tüm dikkatini verince, annesinin gırtlağından gelen hırıltıları fark etti, demek hala sigara içmeye devam ediyordu.

Annenin evlada, evladın anneye söyleyecek birşey bulamaması kadar başka kötü ne olabilirdi?

Hırıltılar içini acıtınca “Anne şu sigarayı bıraksan “ diyebildi ama karşılık olarak sen günde kaç paket içiyorsun cevabını aldı neyse ki sonunda jetonun zamanı bitip ikisini de eziyetten kurtardı.

Otobüsten Avcılar’da indiğinde iki saatten fazla geçmişti, şimdi de minibüse binmesi gerekiyordu ve birilerine minibüs durağını sorup, aldığı yardımla sonunda istediği noktaya ulaştı.

İndiği yerde sesleri dinleyip, yardım isteyecek birisini kolladığı sıra gene telefonu aklına getirdi.

 Ahize ilk kalktığında o herifle bayramlaşmadığına hiç de pişman değildi fakat böyle davranmasının sonucu adam annesini sudan bahane çıkartıp döver miydi?

Birahanede akrabalarını tanıyan, komşuluk yapan bazı arkadaşları arada dövüyor gibi gaz verici kelimeleri kulağına fısıldamışlardı.

“Len hefiiiz, senin sahibin yok mu len?”

Burnunun dibine dek yanaşmış karaltıya döndü. İş yerlerinden biri olsa yanıtı çok daha başka olurdu ama şimdi hem bayramdı hem bulunduğu noktanın tamamen yabancısıydı hem de böyle tipler esasında insanın yanına değişik bahanelerle yanaşıp türlü egolarını tatmin etmeye çalıştığını bildiğinden, adamla hırlaşmaktansa faydalanmaya karar verip “Hacım yardımcı olur musun” zarfını attı.

“Hefiiiz bugün bayram, yanlış yerde iş tutmaya kalkmışın, tam arkana dön beş yüz metre geri de cami var. Hadi bakayım oraya uza.”

Son söylenenler, kafasının içinde ne kadar sigorta varsa atmasına sebep oldu.

“Ulan senin kafan, benim gibileri gördüğünde dilenmekten başkasına çalışmıyor mu, sadece adres soracaktım be deyyus.”   

“Ne dedin len sen hefiiiz,deyyus mu dedin?”

“Evet deyyus dedi, bir itirazın mı var deyyus?”

Bastonunu toplamaya lüzum görmedi, artık koruyucusu vardı ve kendisine saldıran tip asla cesur insanlara saldıracak kadar cesur olamazdı nitekim uzun sayılmayacak sessizliğin ardından, yardıma koşan ses “Birader adres soracaksan ben yardımcı olayım” dediğinde    hemen ezberindeki adresi söyledi.

Sesin sahibi ile hoş sohbet biraz yürüdüler ve sonunda adam elini tahta bir bahçe kapısına tutuşturup “Biraderim burası on yedi numara” dediğinde adama tüm iyi niyetli temennilerini aktarıp içeri girdi.

Şimdi karşısında, kara gözlerinin karasından dahi kurtulamayacak kadar tek katlı bir virane duruyor sanki ne bok yemeye buraya geldin dercesine bas bas bağırıyordu.

Geri dönecekti, buraya kadar gelmişken geri dönecek ve iki sene evvel Seyfullah amcanın eve gelip verdiği veya ezberlettiği adresi bile aklından çıkaracaktı. Sağ tarafta pencerenin varlığını hissetti, acaba kendini görmüşler miydi, acaba perdesi var mıydı?

Sırtını dönüp bahçe kapısına yürüdüğü sıra, arkasındaki kapının açıldığını duydu.      

“Birader, evdeyiz evde, hayırlı bayramlar et mi getirdin, Allah kabul etsin.”

Artık yakalanmış geri dönemeyecek vaziyete düşmüştü. Konuştuğu zaman anladığı kadarıyla, ağzında tek diş dahi olmayan adama yaklaştı ve “Fahri Bey burada mı oturuyor” diye sordu.   

Gene tükürük dolu, dilin damağa yapıştığını andıran bir ses ile “Sen Fahri ağabeyimin nesi oluyorsun yoksa alacaklı mısın?” yanıtını aldı ve ses tonunu alacak verecek konusu açılınca değiştiren adama “Alacaklı değil de borçluyum” cevabını verdi.

“Ya öyle mi, az birşey ise ver ben veririm, şimdi uyuyor da.”

“Senin anlayabileceğin borç değil, otuz dört yıl evvel sikinden düştüm anlayabilirsen can borcu. Bayram münasebetiyle, babamın elini öpmeye geldim.”

Önce dişsiz ağzın içinde, kulaklara değin uzanan şapırtıdır başladı ardından “Demek sen oğlusun ha” diyebildi.  

Adama karşı, içinde oluşan nefret duygularını önleyemeden “Evet üstüne bastın ayağını kaldır ben o kişiyim” dedi.

Adamın vereceği her türlü yanıta hazır, yavaş yavaş bastonunu da toplamaya başladı fakat birden adam geri dönüp Fahri abi müjdemi ver müjdemi ver oğlun Osman geldi diye bağırmaya başladığında anladı ki bu viranede adı çokça anılıyordu.  

Aniden koluna yapışan el, sürüklercesine içeri götürdü.

Odanın birine neredeyse tıkılırcasına itildiğinde, böyle yürümeyeceğini hesaplayıp silkindi.

Yukarıda yanan ampulün ışığında, tam karşısındaki sedir mi divan mı cinsini bilemediği noktada doğrulmaya çalışan karaltıyla ve ancak baba oğul arasında oluşabilecek gönül gözüyle bakmaya çalıştıysa da beceremedi.

İçerideki başta esrar olmak üzere şarap, çorap, ter ve ne idüğü belirsiz kokuların arasında seçmeye çalıştığı varlık sonunda dile geldi.

“Osman, oğlum hoş geldin.”

Hem hoş bulduk diyebilmek hem de elini öpmek üzere adımını attığı sıra babası gürledi “Hilmi, ulan sana kaç kere diyeceğim bu odada cigaralık içmeyeceksin’’ diye  

Dişsiz gıgını dahi çıkartamazken, babası ayağa kalktı. Şimdi aralarında onca yıl ve iki adım vardı.

İki adım hemen kapansa da tezkeresinden sonra geçen uzun yıllar çok genişti çok.

Hoş bulduk baba derken o iki adımdan birini attı.

Sanki aralarında göremediği cam varmışçasına öylece durdu

Şimdi karşısında iki büklüm duran kişi miydi, bebek, hatta hatırlayabildiği yaşlarda kendisini havalara fırlatıp hoppini yapan, gözlerinde dağlar gibi gözüken adam.

Mesafe artık tek adımdı, gözlerinin seçebildiği iki renkten kara olanı aradı, boyu kendisininkinden asgari on santim daha kısa olan karaltının saçlarında ama sadece beyaz sandığı gri rengi gördü.

Sağ elinde bileğine geçirdiği bastonuna aldırmadan babasının elini arayıp buldu pençeden, narin sekreter eline dönüşmüş eli ve eğilerek öptü.

Birden aralarındaki gözükmeyen cam gitti, kapanacağına asla inanmadığı makas kapandı.

Üstü başı şarap, tütün ve sinmiş esrar kokusu dahil her türlü kokunun çıkmamacasına yerleşip mekan tuttuğu, dağ gibi adamdan kalana sarıldı.

Ağlamak istediyse de ağlayamadı, aynen babası gibi.

Çelimsizleşmiş vücudu kollarında sıktığı sıra kavrayabildiği tek şey babasının karnının çok büyük oluşuydu ve bu laf açma bahanesiydi.    

“Baba görmeyeli göbeği büyütmüşsün, göbeksiz erkek balkonsuz eve benzer sözünü mü kendine örnek aldın?”

O anda çok garip bir sessizlik peydahlandı. Pot kırdığına ihtimal vermiyordu, yoksa daha ilk dakikada babasını kızdırmış mıydı ama yıllar önce henüz ortaokul talebesiyken bile babasıyla böyle konuşurdu; neden cevap vermiyordu ki?

“Oğlum su içsem bile yarıyor.”

Su içsem bile yarıyor su içsem bile yarıyor, bu kısa cümleyi önceden de duyduğunu hatırladı ama kimden?   

Cümle helezonlar çizerek kafasının içinde dönüp dururken “Baba nasılsın seni biraz çökmüş gördüm” diyebildi.

Baba hiç vakit kaybetmeden “Ben iyiyim oğlum. Hilmi öbür odadan yer minderlerini getir ve bir daha burada o lanet şeyi içme” derken tekrar kalktığı sedire oturdu.  

Homurdanarak çıkan adam hemen sonra getirdiklerini yere atıp o garip sesiyle hadi düşün dedi.

“Oğlum tanıştırayım Hilmi abin benim can dostumdur. Balataları sıyırıp kayış koparmadan önce elektronik mühendisiydi şimdi kuru ve sıvı gurmeliği yapıyor.”

Oturduğu minderde eksen kaydırması yapmadan yarım sağ yapıp “Merhaba abi ben de Osman, farlar kapanmadan evvel makine kalıpçılığı yapar ve amatör futbol oynardım” diyerek babasının başlattığı ortalığı yumuşatma işine devam etti.

Hilmi: “Zamanında babanla havaalanında tanışmıştık, o jenerötörleri yaptığı sıra ben de kendi işimi yapıyordum. Kader yıllar sonra aynı dertten muzdarip olduğumuzu bildiğinden tekrar karşılaştırdı.”

Tam senin de sakat çocuğun mu var diyecekti ki Hilmi ekledi: “İkimiz de sevdiğimiz kadınlarca şutlanınca, bok boku kenefte bulur hesabı buluşuverdik, öyle değil mi Fahri abi?”

Babası sigara yakıp külünü ortaya küllük niyetine konan çorba kasesine silkeleyip sadece kader be birader kader sözleriyle konuyu alel acele geçiştirdi.

“Söyle bakalım oğlum, ne iş yapıyorsun, Seyfullah abi ile aran iyi mi, gördüğüm kadarıyla üstün başın düzgün bu da para kazandığını anlatıyor bana.”  

Masası sandalyesi ve koltuğu, iki sedir, ihtimal amerikan bezi perde ve ne idüğü belirsiz bir halıdan başka, idama götürsen sobası dahil, başka eşyası olmayan odayı kendi evi ile karşılaştırıp “İşportacılık yapıyorum baba” dedi ve başka boş soruya muhatap olmamak için ekledi “Baba sana kurban kavurması getirdim, üstelik kendi ellerimle pişirerek”

Hilmi; “Helal olsun evlat, şimdi iki şişe şarap da aldık mı değme keyfimize.”

“Hilmi abi, getirdiğim kurban etidir, şarapla yenmez. Allah’ı tanımıyor olsan da lütfen tanıyanlara, inananlara saygılı ol.”

Bu yabancı evdeki kişilerin sıfatları ne olursa olsun, düşüncelerine bir nebze önem vermiyordu. Söylediği kelimelere hiç de pişman değildi ve gerekirse olayı daha da büyütebilir hatta eyvallah demeden çekip gidebilirdi.

Balata da sıyırmış olsa, kayış da koparsa hatta çektiği esrar beyninin içinde sağlam tek hücre bırakmamış olsa da ağzını şekilden şekle sokan adam sonunda bebelerin bile inanmayacağı ben kasaptan aldın sandım yalanını uydurunca, kendini sakinleşmek mecburiyetinde hissetti.   

Hadi buyur demelerine ve evinde tek parça et olmamasına rağmen, ortaya serilen gazetenin üzerine konan kaptan tek lokma almadı. Bahanesi evde daha çok et olduğuydu.

Hilmi denen adamın et yiyişi bir an büyük annesini hatırlatınca hüzünlendi.

Hilmi; “Evlat yemek bitti, üzerine suyumuzu da içtiğimize göre, gelişini kutlayabiliriz ha ne dersin yoksa tuvalet saatini bekleyelim mi?”

“Amca ben seni kırmak için söylemedim, müsaade et de şarabınızı ben ısmarlayayım.”

Babası gereği yok derken sırtına da vuruyordu ama parayı çıkartıp, dişsizin eline tutuşturmuş, yok yok Hilmi parayı elinden kapmıştı.

Elli lira verdiğinden emin “Amca tamamınla istediğini al ama babamın kızdığı o kokulu ottan alma” diyerek, iki şarapçıyı da güldürmeyi becerdi.    

Sokak kapısı kapanır kapanmaz babası “Osman gördüğün gibi benden hayır yok. Sigorta girişin var, her akşam birahanelerde sürteceğine, isteğe bağlı prim öde de yarın öbür gün çalışamayacak yaşa gelince sokaklarda sürünme. Annene de uğradın mı?”

O ispiyoncu kimse sadece içki faslını babasına yumurtlamıştı. Emeklilik işini kimseye söylememekle nasıl da iyi bir iş yapmıştı. Gözlerini sormadan anasını sorması, dişsiz herifin haklılığını ortaya çıkarıyordu. Yaptıklarını babasına da söylemeyecekti.

“Baba dediğin doğru, gelecek hafta sigortaya uğrar, yapmam gerekenleri öğrenirim ama öyle çok paraysa ödeyemem, bunu da bil. İçkiye gelince, armut dibine düşer baba. Annemi yola çıkar çıkmaz telefon ile aradım fakat şansım yok ki cici babam çıktı ve annemle doğru dürüst konuşamadım. Yani sini de sormadı.”

Babası bu iğrenç cevabı çoktan hak etmişti ama ansızın su içsem yarıyor cümlesini kimden duyduğunu hatırlayıverdi!

Aynı cümleyi kelimesi kelimesine kuran, semtin arka taraflarında çürümüş çınar ağaçları, böğürtlenlerin ve nereden çıktığı belli olmayan osuruk ağaçlarının bulunduğu köhne bir bahçede virane dahi sayılmayacak pejmürdelikte yaşayan ve orada bağıra bağıra can veren balıkçıdan duymuştu.

Kahvedeki arkadaşlarıyla birşeyler yapabilir miyiz umuduyla yanına gittiklerinde adamın önce karnı dikkatini çekmiş sonra da o cümleyi sarf etmiş ve birkaç ay geçmeden de sirozdan ölüp gitmişti.

İçten gelen ürpertiyle karşısındaki siluete sordu “Baba hiç doktora gittin mi, sonra benim gibi geç kalma.”

Az önce dişsize gürleyen ses değişip narinleşerek “Oğlum biliyorsun emekliyim ve bana her şey bedava, neden gitmeyeyim. Doktor domuz gibi olduğumu sadece az içmem gerektiğini söyledi ve son olarak da biraz hazımsızlık var dikkat et dedi.”

Hangi şart ve ahvalde olursa olsun karşısındaki adam babasıydı ve dayanamayıp “Baba Rum mezarlığının kenarında yaşayan balıkçı Yani’yi hatırladın mı?”

“Ne o, selam mı söyledi, çocukluğumdan tanırım iyi adamdır.”

“Hayır baba selam söylemedi, askerden geldiğim ilk aylarda, sirozdan öldü. Kaç yaşında olduğumu biliyorsun çocuk gibi kandırmaya çalışacağına, lütfen doğru dürüst bir doktora git.”

“Sen siroz muyum sanıyorsun?”

“Allah korusun baba, Allah korusun.”

Oturduğu minderin üzerinde aniden dikleşen adam “Şimdiye dek çok korudu ya, bundan sonra da korur. Karım gitti, sen böyle ortalarda; neyi korudu, acı patlıcanı kırağı çalmaz bilmiyor musun?”

Bu adam mı kahretmişti, asla!

Hala gözlerini sormamış, hala aklında evlenip gitmiş bir kadın ve maaşın tamamını yatırdığı içkinin arkasına sığınan bir korkak.”

“Gözlerimin tekrar görme imkanı yok baba.”

“Biliyorum, seni ameliyat eden doktor söylemişti. Umutsuz olma, tıp öylesine ilerliyor ki bakarsın bir gün yine futbol oynuyorsun.”

‘’Önemli değil artık, bu dünyaya da alıştım. Hem sandığınız kadar kötü de değil. Birçok iğrençliği fark etmiyor, korkakların kaçakların peşine düşmüyor, cahilleri aradan çıkarttığında kalan büyük çoğunluk sana saygı ve yakınlık duyuyor, daha neler neler.”

Sustu ve karşısındaki adamın yüzüne dimdik baktı, karaltı gitgide küçülüyordu.               

Başka tek kelime etmediler, bu evde de konuşacak konu kalmamıştı.

Kapının açıldığını duyunca da oturduğu minderden ayağa kalktı ve sadece Allahaısmarladık baba dedi.

Babası güle güle oğlum demedi belki de diyemedi yalnız içeri giren arkadaşına Osman’ı tren istasyonuna giden minibüslere bindir dedi, hepsi o.

( Sığırcık Kuşu-7 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 25.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu