Sığırcık kuşu

                       Ayrım:3

 

Kartal: “Abi sen Kilyos hikayesiyle şimdiden kıvırmaya mı başladı diyorsun?”

Oğuz’un “Ne sandın” derken sırıttığını kulaklarıyla görüp sırıttı ve Kartal'ın tuttuğu kolundan çevirip “Bana bak, o gün sinema balkonunun usturuplu noktasında beklerken bir de baktım ki, bu dangalak yakalı tişörtünü ters giymiş önde, hemen arkasında elinde terlik kızın annesi sinemadan birlikte fırladılar.”

Kartal hayretler içinde “İnanamıyorum” derken Oğuz “İşin kötüsü çarşıda babam da gördü” dediğinde filmler koptu.   

Kartal tarifi unutmuş devamlı ters tişört mırıltıları arasında yürürlerken, önlerine toprak yol çıktığını ayaklarıyla hissedip “Köy yoluna mı çıktık?” diye sordu.

Oğuz: “Nereden bildin ulan, zeytinliklerden traktör geçmesi için yapılmış toprak yoldayız.” 

“Oğlum ben ayaklarımı nal niyetine kullanmıyorum, dikkat etseydin kıçımda bile gözüm olduğunu bilirdin.”

Kör ile yaşamak gerçekten de böylesine zor muydu?

Toprak yolu adımladıkça biraz da karşısındakinin gözüyle bakması gerektiğini, kişilerin günlük hayatlarında engelli insanların ne kadar yer tuttuğunu ve yaşantılarına etkilerinin derecesini en azından tahmin etme erdemine ulaşma zorunluluğunu düşündü.

Sonuçta sakatına insan muamelesi yapamayan devletin yetiştirdiği bireyleri fazla kınamamasını, olur olmaz yer ve zamanda hırlamamasını öğrenmeliydi.

Gelişmiş ülke adını alan vicdansızlarda da durum çok farklı olmaması gerekiyordu çünkü madem tamamı insandı engellilerin kıçını kağıt para ile temizleseler bile tabiî ki ''sen'' düşüncesi insan oğlunun genel karakteriydi ve yaratılış tabelasında yazmamış olsa da insanın geliştirdiği evrimsel davranış biçimiydi.

Tek bira yüzünden mi yoksa beyninde dolaşan fazla oksijen mi böylesine filozof yapmıştı.

Hele ortada takdire şayan bir özveri varken, tüm insanlığı tabiî ki sen ile eş tutması ne kadar doğruydu ki?

Emekli maaş kuyruğuna kaynak yapmaya çalışan uyanıklar gibi sırası gelmeden öne geçen duygularını iteleyip “Oğuz, gerçekten yol nereye gidiyor?”

“Dedik ya birader, eskiden köy yoluydu yeni yol yapılınca bizimki açıkta kaldı. Şimdi zeytin toplayıcılarının işine yaradığı için kimse ellemiyor.”

“Peki biz ne halt için arşınlıyoruz?” 

“Nazik ayaklarınıza halel gelmesin diye, ulan biraz sık dişini, yakında varacağımız yere ulaşacağız.”

Gerçekten de on dakika kadar yürüyüşün sonunda yoldan çıkıp tekrar orman tarafına döndüler. İhtimal yaz, dolayısıyla kurumuş dere yatağından geçip, yüksekçe ama karanlık sayılabilecek yerde durdular.

İlk fark ettiği gibi karanlık ve serindi.

Kartal: “Abi şimdi üzeri ve çevresi tamamen sarmaşıklarla kaplı, içinde tahta sedir, ocak ve aman tanrım bir de minicik pınarın bulunduğu, harika sayılabilecek çardağın içindeyiz.” 

Şaşkınlıkla “Anlamadım, çardağın içinde pınar mı var” diyebildi.

Oğuz: “Adamın sana borcu mu var, buranın sahibi kelimenin tam anlamıyla ehlikeyif pezevengidir, şimdi sırt çantanı ver de adamlar gelene kadar boş durmayalım.”

Tahta sedirlere battaniyeler örtülüp, kıyıdaki masanın ortaya çıkarılışını sessizce izledi.

Çevrenin düzenlenmesi biter bitmez de “Adamlar dedin, kimler gelecek yoksa alem mi var?”

Oğuz: “Tabiî ki alem var, tüm arkadaşlara senin dansöz olduğunu ve anadan doğma soyarak, masa üzerindeki tepsiye çıkartıp oynatabileceğimizi söyledim.

“Yahu sen hiç değişmeyecek misin,  adam gibi sorduk adam gibi cevap versene.”

“Hasan ile yıllarca birlikte ava çıktığım köyden iki arkadaş daha gelecek. Tasalanma iyi çocuklardır. Biri makine mühendisi diğeri benim yaptığım işin aynısını yapıyor, esasında yürüyüşe de beraber çıkacaktık ama onlar biraz gecikti sanırım namussuzlar alışveriş yapayım derken bir yerlere takıldılar.”

Kartal: “Abi şimdi sen geleni gideni boşver de bana sinema gibi topluma açık yerde tişörtünü çıkartmaya nasıl cesaret ettin onu izah ediver; duyduğumdan beri kafam allak bullak.”

“Kartal sen tişörtü boşver, az kalsın pantolonumu dahi giyemiyordum.”

Yanına yaklaşıp genç adamı hafif hafif tokatlarken biliyordu ki iki haftadan önce kendine gelemezdi.

Masanın üzerine konmuş büyük termostan çıkarttığı son üç birayı dağıtıp, kıçını sedire iliştirdi. 

Oğuz: “Kartal gülmeyi kes artık, şimdi gelir ve öğrendiğini öğrenirlerse, buranın tadı kaçar.”

“Abi tek şey soracağım, locada mıydınız?”

“Hayır normal koltuklarda, ortalarda bir yerdi.”

Önce Kartal’ın ağzından püskürttüğü biranın ardından da gelen aracın sesini duydu.

Oğuz: “Jandarma geliyor, kimliklerinizi hazırlayın.”

Başını girişe çevirince aracın dere yatağını geçip, burunlarının dibine kadar geldiklerini fark ederek bekledi. 

Araçtan inen karaltı selam sabaha gerek duymadan “Av yasağı var bilmiyor musunuz?”

Oğuz: “Avlanmıyoruz komutan.”

“O masaya dayalı olan mısır patlatma tenceresi mi, eğer silah ise evrakları var mı?”

Oğuz tabi ki var derken, hışırtılardan çıkarttığını hissetti.

Bir süre sonra komutan “Mehmet git bak bakalım tüfek ateş etmiş mi, seri numarasını da kontrol et, beyler siz de kimliklerinizi lütfen çıkartın.”

Jandarmanın işi uzatması işlerine yaradı çünkü daha kimliklere bakarlarken traktör gelince komutanın davranış biçimi değişti ve işini kısa tutup akşam uğrayacağına dair söz verip ayrıldı.

Hasan: “Oğuz Bey, biraz geciktik, kömürü almak için kasabaya inmek zorunda kaldım.”

“Önemli değil birader, hadi traktörü boşaltalım.”

Traktör dere yatağına girmemiş beş adam elleri kolları dolu gelince işin alemden öte olduğunu anlamıştı.

 Tanışma faslının bitiminde hızla yakılan ocak ve şişe geçirilen kuzunun yerleştirilmesine kadar yeni gelenlerle pek konuşmadılar ama biliyordu ki Hasan dahil fırsat buldukça kendini izliyorlardı.

Gecenin belki de en karanlık anıydı ve hala sızamama nedenini saptamaya çalışıyordu. Gırtlağının son boğumuna dek et ve rakıyla doldurulmuş beş artı sonradan gelen komutan dahil izzet ikramda kusur etmemişlerdi.

Peki hala uyuyamamasını nasıl izah etmeliydi.

Hele komutanın üzülme en azından askerliği yırttın sözlerini takiben künyesini sayması ortalığı anında değiştirivermişti.

Defalarca mühendis Müjdat bileğine yapışıp, Oğuz’un meslektaşı Kadir, eline yarı zorla bardak sıkıştırırken komutanın ağzına et tepiştirmesini mitolojide yunan eşkıyalarının bastıkları köylerde yaşayanların tamamını kılıçtan geçirmelerine rağmen eğer o köyde yaşayan kör varsa dokunmamalarını ve körleri beslemelerini, şimdi maruz kaldığı davranışla özleştirip, günümüzdeki versiyonuyla bağdaştırdı.  

Sadece ye iç!

İşte tüm meselede buydu ya!

Akıl edip hangi mevzuda fikrini sormuşlardı ki.

Bodoslamadan konuya girmeye yeltense, Oğuz ve Kartal hariç başlarını çevirdiklerini gayet iyi biliyordu ve asla kapris falan da değildi, Müjdat birkaç kere sırtını sıvazlamakla yetinmişti.

Ülke üniversitelerini bitiren birinden bunu da beklemek gayet normaldi.

Dünyada kurulan tüm içki masalarında olduğu gibi konu belden aşağıya inince anlatılan fıkralara, Oğuz’unki hariç kimin ne vurucu tim olduğuna dair maceraları anlatılırken de hiçbiri yahu senin de önünde makine aksamı var, başından hiç mi olay geçmedi sorusunu dahi sormamışlardı ta ki gülüşmelerin kesildiği bir anda uzaklardan duyduğu homurtuların sebebini sorana dek.

Hasan ses mi duydun dediğinde tamamı sus pus olup birlikte dinlemişler ve sonunda hak verilince Hasan tüfeğe domuz kurşunu koyup dışarıya çıkmış, beş dakika geçmeden iki kere patlayan tüfeğin ardından, elinde beyliği komutan ve diğerleri dışarı fırlamış ve iri bir domuzla geri dönüp, hayvanı traktöre yüklemişlerdi.

Önce Hasan’ı öve öve bitirememişler ama Oğuz beyler bir dakika dediğinde Kartal ortaya atılıp ağabeyler domuzun sesini de duyan Osman abiydi sözleriyle gururunu okşatmak istediyse de fazla itibar görmemiş sadece yağlı ağızlarıyla yanaklarından öpmekle yetinmişlerdi.

Olan kuru dere yatağında su aramaya gelen domuza olmuş, hayvan canından olurken kendinin de biraz onuru zedelenmişti.

Hasan’ın avı turistik bir otele götüreceğim, iyi para eder demesiyle alem bitip sonuçta yalnız kalmışlardı ama bu daha ilk gündü ve sabah tekrar gelip sahile inecek ve alemlerine orada devam edeceklerdi.

Peki hala neden gözlerine uyku girmiyordu?

Sebep uyku girmeyen gözleri değil miydi?

Sebep, gözleri görmeyen adamın ağzıyla kuş da tutsa, domuzun yerini de tespit etse, muhataplarının gözün sadece görme işi yaptığını lakin düşünenin ve icraata geçirenin beyin olduğunu takdir edememelerinden başka bir şey değildi.

Üzerine battaniye serili tahta sedirin kemiklerine baskısı gitgide artıyor, sivri sineklerin ikinci dünya savaşında kullanılan uçakların kulak yırtan seslerine benzer vızıltılarıyla dalışları dayanılmaz oluyor, Oğuz’un horlaması ise beyninde taş kırma makinelerinin sesi gibi yankılanıyordu ama sebebi bulduktan sonra sızdı ve tanımadığı birileri ile uğraşıp durdu.  

İte kaka uyandırılınca önce traktörün gelişini dahi duymadığını anladı daha sonra Müjdat ve Kadir’in gelmediklerini fark etti.

Hasan’ın getirdiği limonlu sodasını içip, sıcacık gözlemelerin konulduğu masaya yerleşince, aklı başına geldi.

“Hasan kardeş diğer arkadaşlar gelmedi mi?”

“Dün gece biz eğlenirken eve telefon gelmiş, sabah ayıkınca gittiler.”

Başka soru sormadı, gereği de yoktu. 

Kahvaltı biter bitmez ne varsa yüklendi ve yola çıkıldı.

Römork üzerindeki yolculuk kıçının hırpalanıp ama neşelenmesine de faydalı olunca, akşamdan kalanları da neşelendirdi.

Önce köye uğrayıp bir şeyleri indirip bindirdiler ve sonuçta, dalgaların sahile vurduğu sıra çıkan sesleri duyar duymaz, içini ferahlık kapladı.

Dağ mı, deniz mi hangisi daha tehlikeliydi bilemezdi ama deniz yıllardır verdiği huzuru tekrar vermiş belki de kendini deniz kenarında daha fazla emniyette hissediyordu.

Üç adamın telaş içinde çalıştıklarını fark ederek yardıma koştu ama Oğuz “Osman gelme, çadır kuruyoruz beş dakikada biter, sen keyfine bak. Az sonra sana da çok iş düşecek.”

Arkadaşına hiç alınmadı çünkü bir körün ne pahasına olursa olsun burnunu her hissettiği işe sokmaması gerektiğini zaten biliyordu ve mırıldanmaya dahi gerek duymadan sıfıra gidip denizi okşadı.

Çağırdıklarında çadırın işi bitmiş, önüne de kamp masası ve sandalyeleri açılmıştı.

Tente altındaki adamların yanına gelir gelmez sordu “benim işim hangisi?”

Oğuz: “Osman biz yorulduk sen traktördeki çantalarımızı, tüfeği ve asanı al, gel.”

Bu kadarına da razıydı.

 İhtimal Hasan’ın meraklı bakışları arasında gidip istediklerini getirdi.

Dinlenme faslı bitince Hasan: “Oğuz Bey, öğle yemeğinizle birlikte büyük termosu da doldurup yollayayım mı?”

“Evet iyi olur, bunları ufak tefek görüp Karamürsel sepeti sanma, bu herifler sünger gibidir.”

Hasan: “Et kavurtayım mı?”

“Hayır sen bize domates peynir yollayıver. Nasıl olsa akşama et yeriz.”

Hasan: “Oğuz Bey, akşama fırında sığırcık getireceğim, bilirsin Nazlı harika pişirir.”

“Helal olsun sana Hasan, hiç aklıma gelmemişti.”

Sığırcık da neyin nesiydi ki,  Oğuz’un böyle etkilenmesini sağlayan.

İki saate kadar istediklerinizi yollarım diyen adam çekip gidince sordu “Bana bak sığırcık da neymiş?” 

Sanki duymamışlardı sorusunu, cevap gelmedi anladığı kadarıyla da geleceği yoktu; üstelemedi.

Kartal: “Osman abi hadi yüzelim.”

Çadırdan çıkıp sahile yürüdükleri sıra “Abi önümüz deniz ardımız yemyeşil dağ. Sana fazlasını anlatmayacağım sen kafanın içinde istediğin gibi işle veya istediğin gibi tahayyül et çünkü sana buranın güzelliğini anlatabilecek kültür bende yok ama şöyle de ifade edebilirim, yaratan öyle bir yaratmış ki otel veya site yapılabilmesi çok zor, gerisini dediğim gibi sen kafanda yarat tabi burasının Türkiye olduğunu unutmadan.”

Kör de olsa ülkedeki yağmayı biliyordu. Demek çok masraflı veya meclistekileri mamalayıp özel yasa çıkartacak kadar  değersiz belki de diş geçiremeyecek kadar değerli sit alanı olduğu için henüz bulaşmaya cesaret etmemişlerdi.  

Kartal’ın “Abi bir motosikletli geliyor” demesine değin sudan çıkmadılar.

Termos dolusu bira ve yiyecek gelmiş, getiren delikanlı gider gitmez sofrayı birlikte kurmuşlar ve lavaş ekmeğine yaptıkları dürümlerini yemiş ve ilk biralarını açmışlardı.

Oğuz: “Osman hangi pencereden baktığına bağlı ama sığırcık zeytin yetiştiricilerinin baş düşmanlarından olup, rengi kara, kumru ile serçe arası büyüklüğünde bir kuştur. Hangi pencereden dedim çünkü sığırcık da tanrının yarattığı, karnını ve yavrularını doyurmaktan başka derdi olmayan zavallının biridir. Şimdi yasaklandı mı bilmem ama eskiden her mevsim avlanması serbestti, aynen domuz gibi.”

Esasında sığırcık kuşunu hatırlamıştı. Annesi babası ayrılıp sokaklara düşmeden önce oturdukları binanın balkonuna gelir, annesinin ıslatıp bıraktığı ekmeklerden yerlerdi.

Mahalledeki çocukların misinadan ökse yapıp araya da zeytin serpiştirerek avlamaya çalıştıklarını da hatırlayınca irdelemeye gerek görmedi.

Konu aniden bilgisayara dönünce de unutup gitti.

Akşama doğru gelip on adım yakınlarında konaklamaya başlayan ailenin çocuklarının cıvıltısı, hareket tarzlarını değiştirip çenelerine de gem vurmalarına neden olsa da hayatlarından memnundular.

Nöbet değiştirir gibi aile giderken, traktörüyle Hasan geldi.

Gün batmış, ışıldaklar tekrar şarj edilmiş ve yerleştirildikleri yerde parlayıp ışık saçıyorlardı.

Portatif masanın üzerine bırakılan tepsiden hala dumanlar tütmekteydi.

Vücutlarına bulanmış deniz tuzuna aldırmadan sofraya oturdular. Hasan'ın karısı salata dışında aklına gelen türlü türlü mezeyi de hazırlamıştı.

Küçük masada yer kalmayınca, tepsiyi bölüştürmeye karar verdiler ve nihayetinde fırında sığırcıkla tanışmanın zamanı geldi.

Ayıklanıp pişirilmiş hali elmadan daha ufak ama lezzetli bir eti vardı. İncecik kemikleri rakı içerken damak tadına musallat olsa da idare edilebilir durumdaydı çünkü minik kemiklerin de çoğu iyice piştiğinden ağızın içinde ufalanıp gidiyorlardı.

Esasında kadının yaptığı humus kafalarında sığırcık falan bırakmamış, çala kaşık mezeye dalıp gitmişlerdi.

İlk homini gırtlak furyasının bitiminde kadehler tokuşturulup rakılarını yudumladılar.

Konu da dönüp dolaşıp sığırcığa gelince sazı eline alan Hasan: “Osman Bey sen bu mendeburu bilmezsin, dala kondu mu vay haline. Karnını tıka basa doyurduğu yetmezmiş gibi bir kursağına bir gagasına birer tane de pençelerine alıp öyle ayrılır. Hele öyle dayanıklıdır ki adamı illet eder.

Kadehini dudaklarına götürmeden önce adamı pür dikkat dinlediğini ima etmek için “Nasıl yani” gazını verdi.

Adam da tamamının meraklandığını hissetmiş olacak, ağır ağır rakısını yudumlayıp tekrar söze başladı: “Şimdi bunları avlamak için tele dizilmelerini beklersin. Tel de yeterince doldu mu pozisyonunu alıp basarsın tetiğe, düşenleri toplamak için telin altına varınca bir bakmışın ki yarısı yok. Birader bunlar diğer kuşlara hiç mi hiç benzemez. Düştüğü yerden kalkar gider elli, yüz metre ileride bir yerde gizlenip orada ölür veya iyileşmeye çalışır. Yani senin anlayacağın avcı deyimiyle yara taşır.”

Kartal ”Hasan Bey, çok mu becerikliler demek istiyorsun?”

“Evet bir başka deyimle beş parmağında beş marifet derler ya, iş de tam bu kuş için söylenmiş söz.”

Sığırcık meselesi kafalarda yer edindikten sonra, sabah İstanbul'a döneceklerini hatırlayıp, geceyi fazla uzatmadan çadıra geçip devrildiler.

Eve girip üzerindekileri çıkardıktan sonra kendini yatağa attı ama gel gör ki uyumak ne haddine!

Resmen pestili çıksa da, harika bir tatil geçirmişti. Şu Oğuz denen herifin oynadığı son oyun olmasa daha da iyi olacaktı ama şerefsiz işi baştan planlamış olmalıydı.

Köyden tam ayrılma vakti geldiğinde Hasan çıkarttığı yüz lirayı eline tutuşturmaya kalkınca kızılca kıyameti tam koparacağı an adam “Osman Bey, domuzun yerini sen tespit ettin, ben sadece avcılık yasasını uyguluyorum, yanlış anlama” dediğinde hemen araya giren Oğuz “Tamam Osman parayı almana gerek yok, o senin payın olsun” sözleriyle işi güya bağlamıştı ama Çanakkale'de araba vapurundan çıkana dek söylenmesini önleyemediği halde pis pis sırıtmaktan da geri kalmamıştı.

Apartmandan içeri girdikleri sıra Kartal da “Abi boşuna somurtma, gerçeği söylemek gerekirse Oğuz abi doğrusunu yaptı. biz dostuz ,alaman usulü hesap bize yakışmaz” sözleriyle son noktayı koymuştu.  

Gelecek hafta sonu günü birlik Şile'ye gidecekler ve iki kilo sucuğu kendi alacaktı. Orada da somurtmaya devam ederse Kartal bikinili kızları asla tarif etmeyecekti. Namussuz hergele bir de yemin billah etmez mi.

Sabah kalkar kalkmaz getirdiği siyah ve yeşil zeytinleri tarif edildiği gibi hazırladıktan sonra dolaba koyup, diğer işlerine baktı. Verdiği karar ise, hafta boyunca o mendebura uğramayarak kırgınlığını belli edecekti. 

Bilgisayarın başına oturur oturmaz tatili falan unutup kendi alemine dalıp gitti. İşe çıkmayıp, gün boyu yazılarıyla uğraşmaya karar vermişti.

Daha henüz ilk kasetin ilk yüzündeydi ve böyle giderse romanını ancak torunları bitirebilirdi.

Şapka olmasına rağmen güneş beynini kaynatıyor işin de ters gitmesi moralini bozup duruyordu.

Önce cenabet de değilim çıkmadan totemimi de yaptım ama ters tarafımdan kalkmışım düşüncesiyle bağırmasına devam etti ve aynı anda da adımlarını sıklaştırdı. 

Belki de yıllardır ilk defa işe çıkalı ilk saat dolmasına rağmen siftah edememişti.

Yaratan herhalde içtiği içkilere karşı bugün rızkımı kapadı muhasebesini yaptığı sıra yaklaşan dört kadın ikişer tane alınca sitemi kesip bağırmasına daha bir iştahla devam etti.

Yılların verdiği tecrübeyle inandığı gerçek, bir karış suratla mal satmanın zorluğuydu nitekim güler yüzle adım attıkça gelen gidenler birer ikişer alıp gidiyorlardı. 

Güneş tam tepedeyken satış tekrar durdu ve hem dinlenebilmek hem de su ihtiyacını karşılayabilmek için girdiği parkta boş bir bank bulup oturdu.

Suyunu bitirip soluklandıktan sonra tam kalkmak üzereyken parkın o park olduğunu, adımlarının bilinç altı sürüklediğini ve dinlenme adeti olmasa da kafasının hemen icat ettiğini hesaplayıp, kendi kendine oğlum ufuk çizgisi her zaman karşındadır ama hiçbir zaman erişemezsin mırıltılarıyla işine devam etti.

Hafta sonuna kadar kasetin bir yüzünü bitirip, bilgisayardan defalarca dinlediğinde gerçeğin tokadı yüzünde patladı.

Değiştirdiği bazı cümleler hatta kelimeler kitabın gidişatını tamamen başka yöne sevk etmişti.

Yapılacak tek iş vardı, kasetlerin tamamını defalarca dinleyip kitaba malik olmak.

Sabah gideceklerdi, hemen giyinip şarküteriden iki kilo sucuk almaya gitti ve önce tanıdık esnafın sorgulayıcı bakışları ardından da fiyatı bu iki kiloyu ne yapacaklarını, üç kişiye çok fazla olduğunu düşündürdü.

Söz verdiği için denilen kadarını alıp geri döndü.

Sabah Kartal'ın asker bavulu gibi düştüğü sıra diğerinin kornası aynı zamana denk geldi ve güle oynaya çıktılar.

Kasabanın içinden beş ekmek aldıklarında kafası iyice karıştı.

Tezgah açtıkları yerde erken gelen aileler de vardı. Denizde fazla kalmadılar, üçünün de soğuk suyu kıçları yememişti.

Yanan mangaldan gelen sucuğun kokusu iştahını kabartmış, pişmesini ızdırap içinde beklemeye başlamıştı ki  Oğuz “Oğlum ekmek içi yer misin?”

Ne demek oluyordu arkadaşının sözleri? Oğuz hiçbir zaman kendine veya Kartal'a böyle hitap etmezdi. 

Işık seçen gözüyle etrafı araştırınca, mangalın biraz ötesinde ki küçük karaltıyı fark edip bekledi.

Çeyrek ekmek içine konan sucuğu kapan çocuk, teşekkür edip ayrıldı ama burnunun dibine kadar gelen karaltıları fark edince iki kilo sucuk ve beş ekmeğin sırrını çözdü.

Hava alabildiğine sıcak, rakıya konan buzlar görev yapamadan eriyip gidiyor, sucuk dışında hiçbir şeyden zevk almıyordu ve anladığı kadarıyla diğerleri de aynı durumdaydı.

Sonuçta ufak rakıyı dahi bitiremediler fakat ortada sucuk ile ekmekten eser yoktu. 

Dönüş yolunda tamamının suratı sirke sattığı sıra Oğuz ”Geçen sene buraya bizimkilerle gelmiştik, ulan mangalı yaktığıma bin pişman oldum. Sucuğun kokusunu alan çocuğun biri karşıma dikilip masum masum bakmaya başlayınca elim ayağım tutmaz oldu ve tüm sucuktan tek lokma yemediğim halde bekleşenlerin tamamına veremediğim için ciğerim yandı. Önce tekrar gelmemeye yemin ettim ama sonra o miniklerin masum bakışlarını hatırlayıp dönmeye karar verdim, Osman aldığın sucuğun sevabı da sana ait.”

Yarı kum yarı toprak satıhta bardak ve ekmeği ile debeleştiği sıra aynı şeyleri, bir çeşit gönül borcu olduğunu düşünebilmenin getirdiği hazla “İyi yaptın birader” sözleriyle arkadaşını tasdikledi.  

Şile macerasının fiyaskoyla bitmesinin ardından iki gün geçmiş Kartal işbaşı yapmıştı.

Ağustos ayının son günleri yaklaştıkça içi bir hoş olup, kazanabileceği parayı hesaplıyor ve işlerin iyi gitmesi halinde kışın en zor günlerini rahat geçireceğini tasarlıyordu. Tek korkusu okulların biraz geç açılmasıydı çünkü birkaç gün bile yağmurlarla karşılaşma şansını fazlalaştırmaktaydı.

Bilgisayarın başına geçip açma tuşuna parmağını bastırırken duaya da başladı ''Aman yarabbim, bak boyumdan büyük işe giriştim, bir seferliğine mahsus bana da acıyıver.''

Kasetin ikinci yüzü tahmininden de hızlı gidiyordu bunun da tek nedeni vardı, önce yazıya aktaracağı yüzü defalarca dinlemesinin faydasını görmekteydi.

Kapının vurulmasıyla açılması bir oldu.

İçeriye ok gibi dalan Kartal selam sabah vermeden söze başladı:

“Abi sana harika bir haberim var ama Allah aşkına gurur, kibir yapma. Abi işbaşı yaptığımdan beri büroda çalışmıyorum sebebi de büro tadilatta. Şimdi beni ne ilgilendirir diyeceksin, şöyle ilgilendiriyor. Büroda dekorasyon da değişmekte ve yepyeni eşyalar atılacak. Patrona dedim ki abi bunların bir kısmı bana lazım. Tabi aldığım yanıt hangisini istersen al oldu. Şimdi derim ki şu kontra plak masayı sandalyeleri şu oturduğumuz sediri değiştirelim. Tabana boydan boya halı da döşetiriz. Bilgisayar masası da verecekler ayriyeten dış duvarlara kış için manto denen bir şey de yaptırılıyor. Ustasına sordum, rutubetli bir odam var bundan yaptırırsak keser mi diye. Adam bana neden olmasın dedi, bizden artan malzeme ile yapılacak. Daha başka eşyalar da var ama abi elini ayağını öpeyim yanlış anlayıp beni de üzme üstelik patronla tanışmasan da o seni şifahen tanıyor ve saygı duyuyor.”

Cevap gerçekten de zordu ama kabul etmediği takdirde çok kişinin hayallerini yıkıp, gönüllerini yaralayacaktı. İlk çalışmaya başladığı günlerde tesadüfen tanıştığı bir psikolog şöyle dememiş miydi, kimseye el açma fakat biri yardım elini uzatırsa da geri çevirmemeye bak çünkü senin yapacağın ret, karşı tarafta bir daha yardım etmeme duygusunu uyandırır.

Kartal'ın soluk alışlarından heyecanını tahmin edip “Bana bak yırtık pırtık şeyler olmasın, hem iç duvarlara da yapılacak işçilikten bahsediyorsun, iş bitene kadar ben sokak da mı kalacağım?”

Kartal yanaklarını mıncıklarken “Abi sen hiç endişelenme, Oğuz abiye de durumu açtım, ben onu koynumda yatırırım dedi.”

“Peki ne zaman olacak bu iş?” 

“Abi sen yarın sabah işine çık ve oradan Oğuz abiye git. Ben bittiğinde sizi çağırırım, anahtarı da şimdiden bana ver.”

“O halde tüm iğneleri bu akşam kartonlara takmamız gerek; var mısın?”

“Abi fazlasıyla varım, bak dört de bira getirdim; hadi iş başına.”

Aniden aklına geleni söylemeliydi ve “Bana bak Kartal kaçak elektrik vaziyeti var, vazgeçelim başımı soktuğum bu yerden de olmayayım.”

“Abi ben onun çoktan farkındayım. Öyle bir hallederim ki işim bittikten sonra kralı anlamaz.”

Sabahtan Oğuz'un yanına gidene kadar mal sattı mı satmadı mı fark dahi edemedi, aklı fikri evinin yeni haliydi.

Konu çekyatlarda uzanana kadar devam etti. Oğuz ile aynı odada yatmanın talihsizliğini tekrar yaşamaya başlaması ise ev karşılığı ödediği diyet olmalıydı.  

İki gün Kartal'dan ses seda çıkmadığı için meraktan kudurmak üzereydi.

Oğuz'un yanına iş bitiminde varır varmaz adamın başının etini yemeye başlasa da ketum heriften tek kelime alamıyor fitil olması, sinirden köpürmesi de fayda etmiyordu. 

Adı gibi emin olduğu ise bu heriflerin aralarında devamlı irtibat halinde bulunmalarıydı.

Nasıl olduysa birden aklına Nuray geldi, keşke telefon alsa ve ikide bir açıp, başlarının etini yeseydi.

Hafta sonu gelmiş, elindeki iğneler tükenmiş aynı zamanda ay sonu da geldiğinden ve kalem işine başlayacağından her ikisinin getirdiği telaş, ifadesi zor duyguların ortaya çıkıp garip bir huzura kavuşmasına neden olmuştu. 

Akşam Oğuz'un mekana varıp, adama sarmaya hazırlanırken gelen telefon herşeyi değiştirdi.

“Hadi Osman eve gidiyoruz.”

Yol boyunca ağzını açmayan adam ancak mahalleye girdikleri sıra “Osman inşallah Kartal'ın dediği gibidir”

“Oğuz Allah'ını seversen adam gibi konuş, Kartal ne dedi?”

“Vardık, ne göreceksek şimdi göreceğiz. Osman mutlu olacağına inanıyorum, biraz daha sabret.”

Kartal apartmanın girişinde bekliyordu. 

On dokuz basamağın başına geldiklerinde “Osman abi biz şimdilik aşağı inmeyeceğiz. Kapının hemen sağında ayakkabılık gibi birşey var, terliklerin orada. Şunu da söyleyeyim, ortada sehpa da var dikkatli ol.”

İkisinin de yüzüne aval aval baktı ve mırıldanması gerekenleri mırıldanıp basamaklara hamlesini yaptı. 

Tam ortaya vardığı sıra Oğuz “Bana bak ulan, yarın akşam yemeğe sendeyiz; öyle bedava iş yok.”

Tam cevap verecekken, ayak seslerinden gittiklerini anladı.

Arkadaşlarının kapıyı kapamasını duyana dek bekledi ve onuncu basamakta olmasından ötürü topuklarını birleştirip kıçını kaşıdı ve tükürmesi gereken yere tükürdü ama birden, tam on beş sene sonra aklına İrfan geldi.

Şimdi ne yapıyordu acaba?

İşi gücü var mıydı? 

En önemlisi huyunu suyunu değiştirip, birkaç gerçek dost edinebilmiş miydi?

Keşke o lafı söylememiş olsaydı, üzgünce başını sallayarak inmesine devam etti.

Kapı koluna henüz elini uzatmadan burnuna gelen boya kokusuyla ürperdi.

Açarken kapının altından gelen hışırtı, burada halı var ayakkabılarını çıkar uyarısını yapınca arkadaşının dediklerini hatırladı.

El yordamıyla küçük ayakkabılığı bulup içeri girdi.

Neden tek başına bırakmışlardı ki? 

Terliklerini ayağına geçirmedi ama eğilip yerde boylu boyunca uzanmış halıyı parmaklarının ucuyla tanıdı.

İkinci eline gelen koltuktu, üçlüydü ve deriden imal edilmişti.

Koltuğun boyunu ölçmeye çalışırken, çarpan diziyle sehpa ile tanıştı.

Hemen duvarın dibine yerleştirilmiş iki adet deri koltuğu bulması uzun sürmedi.

Yatağı ile deri koltukların arasında bilgisayar masası vardı.

Kendi halısı makine halısının üzerine aşağı yukarı aynı bölgeye serilmişti ama  ayak ucundaki sandığa konan yatak denginin hemen yanında bir ofis dolabı durmaktaydı.

Ve dört sandalyesi ile birlikte verzalit masa aynı yere konmuştu.

Şaşkındı ve hayretler içindeydi ve sekiz sene sonra canı sigara istiyordu.

Acaba elektrik işi hallolmuş muydu?

Duvara el attı, kurumaya yüz tutmuş yeni duvara.

Önce üçlü koltuğa oturdu, devrilip debelendi.

Tekli koltuklardan birine oturup sehpasını okşadı, canı tekrar sigara isteyince sehpayı okşamaktan vazgeçti.

Ya koltuklar yırtık pırtık ise!

Bir saate yakın parmaklarıyla malını inceledi durdu. Sonunda tatmin olup, verene dua etti.

Dolabının kapağını açınca, şimdi ortalarda olmayan etajerlerindeki giysilerini buldu.

Yatağının altında radyosu ve elektrik sobası göreve hazır bekliyorlardı.

Burnu dahi aptallaşmış olmalıydı ki uzun zaman sonra rutubet kokusu olmadığını fark etti.

Odasını daha ilk günden kirletemezdi. Dışarı çıkıp, ekmek arası köfte yedi ve ihtimal birahanede olduklarını düşünüp uğradı ama yoktular.

Dönüşte direkt mutfağa girip çay koydu, böylesine kutsal bir günde odasına içki sokmayacaktı.

İkinci bardağı sehpasına koyduğu an aklına Akdeniz akşamları gelince teybini çıkartıp kurdu.

Çay ile kafasını mı buluyordu ne?

İçinden geldiği gibi kalkıp odasının ortasında durdu.

Gözlerinin gördüğü son zamanlarda seyrettiği filimdeki aktörün rolüne soyunacaktı.

Adam dünyaca meşhur Yunan bir armatörün hayatını canlandırıyordu  ve son sahnesi hariç pek de umrunda değildi, önemli olan ve tüm filme damgasını vuran o son sahneyi şimdi kendi oynayacaktı.

Müzik Akdeniz akşamları, oyun hiç bilmediği sirtaki ama duygular tıpkısının aynısı.

Çayhane girişinin tam ortasında, karşısında Nuray.

Küçük bir adım sağa ve küçük bir adım ileri.

Küçük bir adım sola küçük bir adım ileri, tam parkta oturduğu bankın önü ve karşısında Nuray.

Ayaklar küçük adımlarına devam ederken kollar yere paralel, güneşin doğuşunu seyrediyordu aynen aktör gibi umutsuz.

Halbuki askerken dört altı nöbeti çıktığı gün huzur içinde seyrederdi, güneşin doğuşunu.

Ayakları iki halı altından geçip bilgisayara enerji taşıyan kabloyu hissetmeden oyununa devam etti.

Ya işte böyle Onasis Efendi!

Herşey para değilmiş hatta gençlik bile.

Milyarların sana fayda etmedi, sanırım deri koltuklar da bana fayda etmeyecek.

Şimdi sen Atina'nın bilmem neresinden İzmir taraflarına hüzünle bakıp sirtakini oynarken ben de bodrum katından hiçbir zaman ulaşamayacağım çayhaneye doğru oynuyorum.

Akdenizdeki hayal oldu ama ya parktaki Nuray!

Onasis Efendi, senin hiç iki Nuray’ın oldu mu, paran yetmedi değil mi?

Biliyorum benim gençliğim ve artı deri koltuklarım yetmeyecek.

Ayrı ayrı olsa da ikimiz de güneşin doğuşunu seyretme hakkını çoktan kaybettik.

Küçük bir şans olamaz mıydı; neden olmasın.

Kaset kutusunun içindeki kartı çıkartıp öptü, eli değmemiş miydi?

Sağ elinde kart, sol elinde çay bardağını alıp, oyununa devam etti.

Örnekleri vardı, olabilirdi tabi.

Durdu, elin armatörünün hayatından dem vurarak Nuray’a ulaşamazdı.

Biraz daha tesadüfen karşılaşmayı deneyecek olmazsa telefon alacaktı.

Savaşmadan mevziisini terk edemezdi, etmeyecekti de, en azından şimdi misafir kabul edecek bir odası vardı. 

Üçlü koltuğa oturup bardağını bıraktı ve kartı kalbine bastırıp seni kaybetmemem gerekiyor mırıltıları arasında az önce oynadığı küçük alana kara gözlerini dikti.

Şalvarla sirtaki oynamak herhalde biraz tuhaf olmalıydı ama şimdi hem de ikisi birden kıçlarındaki şalvara             aldırmadan, aktörün çevresinde dönüp duruyorlardı.

Cilveleri herife miydi yoksa tur aralarında göz göze gelince tebessüm ederlerken dudaklarından belli olan garip pırıltılar başka mana mı ifade etmekteydi.

İki genç kızın arasında göz altları torbalanmış adamın kendinden daha şanssız olduğunu fark ederek gülümsedi.

Hadi kızlar, elin oyunundan bize ne. Ayağınızdaki şalvarın şanına uygun basın çifte telliyi be.

Gireyim aranıza döktüreyim bildiklerimi.

Çayhanedeki evlenmişse şimdi evli barklı kadına asılmıyor muydu?

Ulan kör etmeden önce kader bana soru sordu mu?

Kendi kendimize masum hayaller kurmaktan öte geçmiyoruz be.

Nuray konusunu Oğuz ve Kartal'a açsa mıydı?

Hayır hayır asla açmamalıydı. En küçük latifenin dahi ağırlığını hazmedemez, şimdiye kadar kurulan tüm köprüler atılabilirdi.

Belki ileride Oğuz'a açabilirdi ama henüz Kartal'ı tam manasıyla tanımıyordu.

İleride tesadüfi karşılaşma olursa, sadece arkadaş sıfatıyla tanıtacaktı.

Evet şimdiden konuyu hiç açmaması gerekiyordu, üstelik kız ağabeyinin adını bile söylememiş miydi?

Tabi ya, kızdan hangi sıfatla bahsedecekti.

Zabıtadan fazla dayak yememesi için araya girdiğinden mi dem vuracaktı.

Sekiz sene içinde başına gelen hiçbir olaydan konu açmamıştı ki.

Oğuz öylesine kurnaz öylesine tecrübeliydi ki hemen işin aslını astarını eşeler ve ortaya çıkarırdı.

Peki Nuray’ı bulursa nasıl takdim edecekti?

Tabi ki abisi sayesinde olacaktı. Nasıl da düşünememişti?

Az önce zamanı çorba ederek kurduğu hayal gibisi karıştırmadan, kendi mecrasında usul usul ve huylandırmadan takdim edecekti.

Sabah kalkıp hemen Metin'in yakasına yapışıp balık işini halletmeyi ve herifler gelmeden salata filan ne varsa tamamlamayı planlayıp yattı.

Sabah hatırlamasa da, gece boyu değişik kıyafetler giymiş yaşlı armatörle boğuşup durdu.   

Hatırlayabildiği tek şey gireceği yeni kalem sezonuydu.

Ekim ayının ilk hafta sonuydu.

Hava kararmış, cadde kenarındaki banklardan birinde oturmaya karar vermeden önce, elindeki son kutuyu da satmıştı.

Omuz çantasının para koyduğu ön gözündeki elini gezdirince zevkten dört köşe olup; oturduğu banka iyice yayıldı.

Kutlama günü Oğuz gelirken bin kutu da getirmiş ve ertesi sabah kapıdan çıkarken dua etmeyi ihmal etmemiş ve bilerek totem yapmamıştı.  

Kafasını kaldırıp görmese de gökyüzüne baktı.

Koyu gri bulutların kapladığı gökyüzü, işi bırakmasını bekliyordu.

Sırıttı, aniden toparlandı ve kalem işin başladığı günden itibaren şansının nasıl da yaver gittiğini, zabıtanın dahi pek bulaşmadığını, az önce sattığı son kutunun toptan aldıkları malın son kutusu olduğunu ve işin bu şartlarda bir sene dahi gidebilse, kafasını sokabilecek bir daire alabileceğini düşündü.

Daire mi, nah alırsın.

Şu caddelerde her gün saatlerce kıçını yırtan işportacıların tamamı daire sahibi ya.

Gene de harika ötesi kar ettim, nankörlüğün alemi yok.

Adı sıfatı ne olursa olsun ben yaptığım işi iş adamı gözüyle değerlendiriyorum.

Hiç çalışmasam bile, bankadaki param mayıs ayına kadar beni idare eder, üstelik zam gelir korkusuyla bin adet de iğne takımı evde amade.

Hayır, kasım ayının bitimine değin kalem işini zorlamalıyım.

Şimdi toptancıya gidip çantayı tıka basa doldurayım, oradan da Oğuz efendiye gideyim; rakıyı hak etti dümbük.

Yeni kalemleri eve bırakıp semt meyhanesine gitmiş, Kartal'da gelince beraber zıkkımlanmaya başlamışlardı.

Oğuz: “Ulan helal olsun sana, ben kalemleri bu sezon bitiremezsin sanıyordum.”

“Neden bitiremeyecekmişim, günde asgari sekiz saat çalışıyorum.”

Kartal: “Abi biraz evvel banka cüzdanını görünce, kafamın içi tuzsuz musakka gibi oldu; benden de yüzlerce defa helal olsun.”

Rakısını dudaklarına götürmeden “Oğlum iş adamıyız iş adamı” dedi ve kahkahayı bastı.

Oğuz: “Tabi iş adamısın salak herif. Seni bu iş için tanıştırdığım Efe'yi hatırladın mı, o herif bu işi ben kendimi bildim bileli yapar ama alkol yüzünden kıçında donu yok. Seni iş adamı yapan günde sekiz, on saat çalışman. Bu ülkede hiçbir işportacı gününü böylesine harcamaz. Yarısı kazandığını içkiye diğer yarısı da kumar, uyuşturucu gibi şeylere yatırır; tabi ev geçindirenler de var ama onlar gerçek iş bulduklarında işi bırakır.”

“Yok öyle deme, aralarında ne garibanlar var, istesem de istemesem de aramızda yakınlıklar doğuyor.”

Oğuz'un sözleri önce o zabıta müsveddesini tabi dolayısıyla aklına Nuray’ı getirince mahsunlaştı. Fark edemediği masanın da aniden soğumasıydı.

Oğuz'un “Kırıldın mı” sorusu ile aklı başına geldi.

“Hayır asla kırılmadım ama sözlerin bana başımdan geçen bir olayı hatırlatınca, gayri ihtiyari hüzünlendim. Zabıta dingilinin biri de benim yüzüme dediklerinin aşağı yukarı aynısını söylediydi.”

Kartal: “Abi darılma, senin pozisyonundaki insana da dokunabilenler var mı?”

“Kartal sen herkesi kendin mi sanıyorsun. Zaten Allah belanı vermiş, kalanını da benden bulma diyeni dahi çıktı.”

Kartal: “Abi sen günde on saat çalışıyorsun ama biz hiçbir şey bilmiyoruz, yuhlar olsun.”

“Hiç kaygılanma, eğer ben size zorluklardan veya engellerden konu açarsam, benim iş adamlığım nerede kalır. Bak elinde tuzluk, karşımdaki hıyar rolüne soyunmuş adamın gıkı çıkıyor mu?”

Esasında biraz arkadaşına kırgınlığını ifade etmeye yeltenmiş olsa da duvar olan kendisi değil miydi? 

Oğuz: “Seni elinden tutup götürüp getirecek halim mi var, öyle davransaydım şimdi çoktan vazgeçip parkta veya otobüs durağının arkasında gelip karnını doyuracak birilerini bekliyor olurdun; oh iyi ki ilgilenmedim de şimdi göğsünü gere gere iş adamı oldun diyebiliyorsun.”

Arkadaşının yüzünü sanki görüyormuş gibi incelerken, henüz gençlik çağlarına ilk adımlarını attıkları yıllardaki yüz şeklini hafızasında canlandırdı.

Oğuz: “Öyle aval aval yüzüme bakıp durma. Başına gelebilecek tüm olayların bilincindeyim ama elden gelen birşey de yok. İşporta aleminde kimin başına ne geliyorsa senin de başına aynısı gelecek; Efe bunu daha ilk baştan beni köşeye sıkıştırıp söylemişti zaten.”

Teferruat olmasa da herşeyi biliyordu ve şimdiye değin hiç renk vermemişti.

Gene de zarf atmaya karar verip “Efe sana ne gibi olumsuzluklardan bahsetti”

''Başta zabıta ve polis dayağı. İnsanların hor görmesinin yanı sıra senin özel durumundan ötürü, kendilerinin başına gelmediği için senin duyabileceğini hiç umursamadan edilen dualar ve temenniler; daha sayayım mı ulan.”

Baştan sona haklısın, aşağı yukarı tamamına vakıfım.”

Kartal: “O halde verdiğin mücadelenin şerefine.” 

Bu adam işportacılık bilmese de, rakı masasında adam idare etmeyi gayet iyi biliyordu.

Oğuz'da fırsatı kaçırmayıp, belden aşağı fıkrayı anlatınca, ortalık tekrar ısındı.

Uyumadan önce baş yastığını sırtına dayamış, karanlık odayı daha da karanlık yapan gözleriyle tam ayak ucundaki yedek yatak yorgan dengini inceliyordu.

Acaba arkadaşını kırmış olabilir miydi?

Hayır, asla kırılmazdı o deyyus.

Gerçek, dadılık yapacağına olumsuzlukları da göze alıp, kendisini sokağa salmasıydı ve esas gerçek, yapabileceği başka seçeneğinin de bulunmamasıydı.

Çalışma kararı tamamen kendisine ait olsa da Oğuz elinden tutarak, bugünlere gelmesine sebep olmuştu.

Herşey biryana iki metre karşısında, beyaz renkli pike ile üzeri örtülü dengi hala görememesine kimse çare bulamıyordu.

Halbuki yakamozlara bakmayı nasıl da özlemişti.

Nasıl özlemesin, denizde oynaşan pırıl pırıl ışıkları.

Şehir hatları vapuru önünden geçtiği sıra, dans eden ışıkları.

Çayhanelerin, tavernaların renkli ışıklarına aldanıp zamanı şaşıran minik balıkların başlarını çıkartıp oynaşmasını; nasıl özlemezdi ki.

Gecenin karanlığında oynaşan ışıklara assolist misali sonradan katılan mehtabı seyretmeyi, hele dolunaysa renk değiştirerek yükselişini seyre doyum olur muydu?

Nasıl da küçülüvermişti dünyası.

Sabah erken saatlerde bir gün öncesinin birikintilerini temizlemek aynen geçmişi siler gibi. Ardından, bacılarım ablalarım veya yirmi dört adet boya kalemi bilmem ne kadar tutturabildiğine, çakabildiğince çakma işi ve akşamları şişe dibini görme merakı; ne kadar sürebilirdi ki.

Eğer, direksiyon başına geçtiğinde kendini Allah sanan biri çıkmazsa, kafa iyiyken denize işediği sıra düşüp boğulmaz ise ve kör olmasına neden olan musibet tekrar peydah olmazsa, ileride bir gün iş yapamayacak hale gelecekti.

O gün geldiğinde ne olacaktı?

Atacaklardı düşkünler yurduna, kalacaktı imanı kendinden menkul bakıcının merhametine.

Hele bir de altına falan kaçırıyorsa, yiyecekti o yaşta dayağı. Dini bayramlarda özlemle bekleyecekti, başkalarının yanına birilerinin gelmesini.

Belki de akıllarına ancak o günlerde gelen büyükler ve televizyoncuların ziyareti sırasında kendisine de rahat mısın sorusu sorulacak ve ağzını köpürte köpürte, Allah devletimize zeval vermesin diyecekti, bakıcısı koluna yapışmış, yardım ettiği sıra!

Özleyecekti yakamozları, üzerine işediği yatağında, tavana boş boş bakarken.

Muhtemelen sigaraya da tekrar başlayacaktı, ziyarete gelen birileriyle iletişim kurabilme uğruna hayır hayır mutlu sona her gün biraz daha hızlı yaklaşabilmek için başlayacaktı tekrar sigaraya.

Belki de koro kuracak, yürekleri kan ağlarken mutluluk fışkıran gözleriyle aşk şarkıları söyleyeceklerdi.

İhtimal orada da kendisine tabi ki ''sen'' uygulanacaktı, yokluklarına yoksulluklarına ve itilip atılmışlıklarına aldırmadan tabi ki seni uygulayacaklardı.

Yakamozları özlemişti bir kere, gözlerinden sicim gibi dökülen yaşlara aldırmadı.

Ne eksiği vardı ki?

Arkadaş, sen maçı televizyondan izliyorsun ben de radyodan dinliyor ve maçı yaşıyorum. 

Sen ekrana bakarken ben radyodan girip spikerin gözlerinden çıkıyor ve top sürüp, çalım atıyor, şut çekip, doksandan top çıkarıyorum.

Faul yaptığımda kemik sesi faul yapıldığında, cinsel tercihi yanlış hakem diye hançerimi yırtıyorum.

Daha yüzlerce misal verebilirdi fakat sadece yakamozları özlemişti.

Gözleri, Eleni’nin saçları arasında parlayan gelin pulları gibi karanlık sularda parlayan yakamozları özlemiş asla vazgeçemeyeceği takıntıdan da öte anlaşılmaz bir duygu halini almıştı.

Gidemezdi, gitmemeliydi düşkünler yurduna.

Biri tarafından çekilmediği takdirde, kendi çekmeliydi fişini, kapamalıydı dükkanı, gözleri yakamozlarda. 

Böyle devam edemezdi, mutlaka birşeyler yapmalıydı; ama ne?

Ayak ucunda ki denklere örtülmüş beyaz pikede beliren evlen kelimesini okuyunca problemi çözdü.

Peki kiminle evlenecekti?

Daha doğrusu nasıl ve ne ile evlenecekti?

Nuray’ın dizi değdiğinde, nasıl da fena olmuştu.

Aşk evliliği yapmalıydı ki, işe çıkamadığı günler de soğan ekmeğe talim edebilsin.

Bir şey ister korkusuyla, sekiz senedir aramayan ailesi, evleniyorum dediğinde yardım ederler miydi?

Gülmesi gerekirken gözyaşları fazlalaşınca, üzerine örttüğü yorganının nevresimine gözlerini sildi.

Son olarak ölüp camiye getirildiği sıra, hoca namaza hazırlanırken bekleyen birkaç kişi aralarında iyi çocuktu, kördü ama gözleri çok güzeldi dediklerinde, tabuttan fırlayıp basacaktı gamatoyu.

Gün ışımadan, duyduğu seslerle uyanıp kafasını kaldırınca, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun sesiyle işe çıkamayacağını anlayıp, kafasını tekrar yastığa gömdü.

Sabah temizliğini bitirip, yedek paspası da kapı girişine attıktan sonra, ekmeğini alıp kahvaltısını bitirdi ve bilgisayarın başına geçti.

Yazdığını aslında dinlemek değil okumak istiyordu.

Bu aletin de tek kötülüğü, görme arzusunu devamlı gündemde tutmasıydı.

Parmakları istediğince olmasa da hızlanmış, kasetler neredeyse bitme yoluna girmişti.

Elindeki kaseti bitirdikten sonra tüm yazdıklarını baştan dinlemeye karar verdi.

Bodrum katında hava karardığını fark edemediği için ancak karnı zil çalmaya başladığı sıra aklı başına gelip, dışarıya çıktı.

Ekim ayının son günlerine doğru kalem satışı iyice düşmüş, havaların da kötü gidişiyle ancak karnını doyurur hale gelmişti. Tabi bankadaki parayı aklına dahi getirmiyordu.

Malı bittiğinde, hava çoktan kararmış hatta saat dokuzu bulmuştu.

Aksaray metrosunun çapraz karşısındaki parka oturup dinlendikten sonra yola çıkmaya karar verdi.

Gece olunca ortaya çıkan seyyar yiyecek satıcılarından burnuna gelen ızgara sucuğun kokusu, iştahını kabartınca, kokuya yöneldi.

Ne olursa olsun, bu alemde en azından göz aşinalığı olmasından ötürü, sucuğu ızgarada pişmeye çalışırken şakalaşmaya da başladı:

“Birader sucuğun duyduğuma göre gerçekten de kaliteliymiş.”

Adam yıllardır oralarda işportacılık yaptığını bilmesine rağmen anında tabi ki sen taktiğini uygulamaya girişti

“Seni tanırım, adın da Osman'dı değil mi, kardeş inan ol sucuğu evde kendim yapıyorum ama gel gör ki zabıtalara dinletemiyorum. Saf dana eti, içine biraz da lezzet versin diye baş eti koyarım. Senin yaşın genç bilmezsin, buradaki tüm kasap ve ciğerciler beni tanır. Hangisine sorarsan sor, köfteci Ali'yi tamamı bilir.”

Ekmek içi sucuğunu alıp, bir kere ısırdıktan sonra adama cevap verdi:

“Haklısın gayet lezzetli bir et, yalnız duyduğuma göre senin et son başbakanlık koşusunda tabela yapamamış öyle mi?”

Adam küfür etmeye başlamadan hızla ayrılıp daha ilerideki banklara yöneldi.

Sucuğun tuz ve baharatla kapatılmış berbat tadına aldırış etmeden yemeye koyuldu, midesinin Amerikan çöplüğü gibi olduğundan zarar gelmeyeceğinden emindi.

Bankın diğer ucuna başka birinin oturduğunu fark ederek, çantasını kucağına aldı, ilk hatayı yaptığının farkına varmadan.

“Abi, sana afiyet olsun, beş lira verirsen ben de yaptırabilirim, kokusunu içim çekti de.”

Koku kelimesi gafil avlanmasına neden oldu ve elini çantanın para koyduğu gözüne atarken, adama adresi de verdi. 

Vatan caddesindeki metroya ait trafoların ilerisinde, onlarca yıldır atıl vaziyetteki şimdi çamur içinde güya yeşil alandaydı. Birkaç metre ilerisinden geçen onlarca, yüzlerce aracın hemen dibindeydi ve adama sucuk ekmek parası vermeye hazırlanıyordu. 

Kafasında çakan şimşek, sağ kaburgalarındaki acıyı duymamasına neden oldu.

Yere kapaklanırken, kucağından hoyratça çekilen çantayı hissetmedi bile.

Küçük çayhanede düşüp bayıldığında nasıl soğan koklatın, ambulans çağırın gibi sesleri duymadıysa şimdi de hırsız var, tutun şerefsizin evladını, yardım edin, ambulans çağırın adam yaralı sözlerini duymadı.

İriyarı adamın biri hoppini hoppini diye havalara fırlatıp dururken uzaklardan gelen  kadının yapma bey düşüreceksin  bağırtısı kulaklarında çınlıyordu.

Nasıl da hoşuna gidiyordu, çığlıklar atarken havalara atılmak.

Havalarda uçmanın başka yolları da vardı, koydun mu okul çantasını kıçının altına bembeyaz karın üzerinde yokuşun tepesinden aşağıya kadar uçarak iniverirdin.

Yazın demirleyen gemilere çıkıp balıklama aşağıya süzüldün mü değme gitsin, uçmanın yolları çoktu.

Balığı kızartıp çay bardağına koydun mu rakıyı uçak kabinindeki pilot gibi hissederdi, uçmaya hazır ruhun.

Ama şimdi çay içecekti.

Mutfaktan elinde çay demliği ile geri döndüğünde bilgisayar açık ve başına Nuray oturmuştu.

“Roman yazdığı mı nereden öğrendin?”

“Ben bilirim, kuşlar söyledi ama böyle roman yazılmaz. İyi ki seni kontrole gelmişim.”

“Romanımı mı kontrol edeceksin yoksa beni mi?”

“Romanın sen, sen romanın değil mi?”

“Yanlışın var benim romanım fantastik kurgu, şahsımla alakalı değil.”   

“Bana hiç de öyle gelmedi, romanındaki kahramanın başında şişe patlıyor ardından kırık şişe bir de kaburgalarına saplanıyor ama sen de tık yok.”

“Ne yapmam gerekiyor küçük hanım?”

“Osman roman demek tasvir demektir, yazdığın şeyin adı senaryo veya benzeri değil. Gelişmeleri tüm teferruatıyla anlatacaksın ki okuyucu kahramanının yerine kendini koyabilsin.”

“Nasıl yani?”

“Örneğin kahramanını oturduğu yerden başlayalım, sen adamı banka oturttun ama orası yıllardır bakım görmeyen bir yer, okuyucu nereden bilebilsin.”

“Anladım, dört tahtadan ikisi kırılıp çalınmış bir bank.” 

“Zemin nasıl, çimen mi yoksa toprak mı?”

“Zamanında çimenmiş ama şimdi bakımsızlıktan toprağa dönüşmüş üstelik mevsim kış ve yağmur yüzünden zemin vıcık çamur.”

“Bu durumda kahramanın da yüzünü çamura bula ve bu arada çevredeki ağaç ve diğer görüntüleri de anlat.”

“Yahu ben körüm, benden tasvir mi olur.”

“Daha iyi ya, başkasının gözüyle anlat.”

“Başkasının gözüyle mi, nasıl?”

“Mesela diş pasta cilası satan, kahramanının yardımına koşar ve bağırır tutun caddeyi geçip, minik ağaçların arasına girdi. Bir başkası bakın bakın, ciğercinin sokağına saptı koşun gibi.”

“Yani çevredeki işportacı ve yiyecek satan esnaf, kahramanıma bir şekilde kol kanat mı gerecek?”

“Evet aynen dediğin gibi, tüm esnaflar birbirlerini korur, işin raconu bu.” 

Peki sonra ne olacak?”

“Arkadaşları kahramanını hastaneye kaldıracak ve bölümü şöyle bitirebilirsin; adamın sevgilisi koşar gelir ve sarılıp sarsmaya başladığında ayılır.”

“Kahramanımın sevgilisi yok, sen olur musun?”

“O halde doktor yavaşça yüzüne tokat atarak ayıltsın, ben neden sevgilisi olacakmışım ki.” 

“Sevgilin var mı Nuray?”

“Sen tokatlara dikkat et de kahramanının fazladan canı yanmasın.”

“Yahu onu kim ayıltacaksa ayıltsın sen esas sorduğuma cevap ver; sevgilin var mı?” 

“Henüz beyaz atlı prensim, yaşadığım varoşlara uğramadı.”

“Çay içer misin?”

“Sen çaydan bahsediyorsun ama kahramanının cep telefonu yok. Söyle bakalım kim arkadaşlarına haber verecek de romanın yürüyecek?”

“Evet haklısın, telefon alıp cebine koymalıydım ama inatçı daha doğrusu umutsuzun biri, beklediği kişinin ters davranmasından çekinip bilerek aldırmadım eğer ters davranırsa romanımda orada biter.”

“Hadi canım sen de, dünya romancının kafasında çok büyüktür, bir yolunu bulurdun.”

“Öyle şey olmaz, benim kahramanım çölün ortasında kutup ayısıyla karşılaşacak kadar şanssız biri.”

“Hiç de öyle değil, bak ne hengameler atlattı.” 

“Nuray, benim sevgilim olur, beni sevebilir misin?”

“Osman sen ne diyorsun, bir körü seversem ailem ne der üstelik evde bir de topal ağabeyim varken, burası düşkünler yurdu mu, gençliğine yazık demezler mi?”

“Haklısın gözleri görmeyen biri ancak kendi şartlarında biriyle evlenmeli.”

“Şimdi bunları boşver de çaparini al ve balık tutmaya git. Bak askere gideceksin, balık tutman lazım.

“Nuray Allah'ını seversen tutacağım balıkla askerliğimin ilgisi ne üstelik ben askere gittim.”

“Ayol sen körsün yoksa körleri heveslerini alsın diye bir gün askerlik yaptıracaklarmış, öylesine mi gittin?” 

“Ne diyorsun kızım sen, ben erkekçe on sekiz ay askerlik yaptım.”

“Gene de körsün, bunu asla aileme izah edemem.” 

“Ama ben seni seviyorum Nuray.”

“Hangimizi, çayhanedekini mi yoksa parktakini mi?”

“Yeter Nuray yeter, canımı çok yakıyorsun.”

“Senin canını yakan ben değilim, başta ailen ardından çevren en önemlisi dünyayı kabulleniş şeklin ve son olarak da gaspçın.”

“Zaten canımı fazladan yakmana müsaade etmeyeceğim, lütfen git artık.”

Ortalık tamamen sessizdi. Göz kapaklarını kaldırıp kaldırmamakta biraz tereddüt etse de sonunda aralamaya karar verdi.

Işık seçen gözü, hiçbir şey göremeyince ilk panik inlemesine neden oldu, sağ tarafındaki acı dayanılır gibi değildi.

Bir an bekledi, filmlerde ve romanlarda olduğu gibi öldüğünü düşünmesine de gerek yoktu çünkü canı çok yanmaktaydı.

Sonuç olarak yaşıyordu ve hemen bir durum muhakemesi yapmalıydı.

Önce yattığı yatak kendisine ait değildi ve bu yatakta ne işi vardı?

Başı ve sağ tarafındaki ağrı da neyin nesiydi ve ve aman yarabbi çırılçıplaktı; demek ki ölmüştü veya öldü diye buraya yatırmış olmalıydılar.

Fark ettiği örtüyü kaldırıp kalkmak istediyse de başaramadı.

Aynen bağırmak isteyip de bağıramadığı gibi.

Kesin öldü diye bırakıp gitmişler ve birazdan gömmek için geleceklerdi.

Şu an da ailesini arıyor olmalıydılar ama neden bu hale düşmüştü  ve neden her yer zifiri karanlıktı?

( Sığırcık Kuşu-3 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 21.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu