SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-9

 

 

Ortalığı kaplayan derin sessizlik, hiçbir şansının olmadığını anlatmaktaydı ve konuyu istemeden de olsa açıp, karşısındakileri de üzdüğü için sıkılmıştı.

Oğuz eve bırakana kadar da bir daha açılmadı ama evden ayrılırken Berna'nın ve araçta olsun inerken olsun Oğuz'un düşünceli ve dalgın haline ziyadesiyle üzüldü.

On dakika geçmeden sahile yürürken, günün şanslı kişisinin emekli itfaiyeci olacağını da biliyordu çünkü evden o niyetle çıkmıştı.

Sonraki dört gün, kaderine gerçekten de çok kızdı ama konu bambaşkaydı.

Şu İstanbul, lanet olası şehir ille de benden ayrılamazsın diye tutturmuş, aklı sıra tava getirmeye çalışıyordu. İlk gün yüz iğneyi iki saatte bitirince ertesi gün yüz elli adeti gene iki saatte satmış, inat olsun diye üçüncü gün iki yüz adet ve son gün aynı sayıyı bulunca, İstanbul'un kendini bırakma niyetinin olmadığını fark ederek, bozulmaya başlamıştı.

Beşinci gün mallar şakır şakır satıldığı sıra, telefonu çalınca açtı, arayan Oğuz'du ve kişiliği gereği hemen konuya girip “Ulan bana bak, tanesi doksan kuruştan üç bin kitaba ne dersin?”

Zaten kara gözlerinin daha da karardığını, yüzüne ateş basarken, kanının beynine sıçradığını ve kafasının içindeki sigortalarının tamamen attığını düşünemeden açtı ağzını yumdu gözünü: “Ulan bunu senden asla ummazdım. Utanmıyor musun dalga geçmeye” dedikten sonra derin bir nefes alıp arkadaşına edebileceği en ağır küfrü de söyleyip, duraksamadan telefonu kapadı. 

Hayır hayır bu namussuz İstanbul asla çekip gitmesini istemiyor olmalıydı ki henüz kendi kendine yorum yapmaya ve ettiği küfürleri pekiştirmeye fırsat bulamadan yaklaşan kadınlarla giriştiği ticaret tüm ağzının içini dolduran olumsuzlukları eritip bitirdi.

Son paket de elinden gidene dek, aklına getirecek zaman bulamadı. Nihayetinde erken saatlerde eve gitmektense Bayazıt'ın Kumkapı’ya inen caddesinin kenar sokaklarından birindeki birahaneye gidip vakit öldürmeye karar verdi.

Bu moralle eğer semte gitmeye kalktığı takdirde işin tüm cılığı çıkardı ve bundan da emindi.

Körün gittiği en kısa yol bildiği yoldur felsefesiyle girdiği birahanede, aşina garson hemen koluna yapışıp, taburelerden birine oturttu.

Önünde dibi duvara bağlı, tek ayaklı ve ütü masasını andıran masada kendinden önce gelip dip tarafa yerleşmiş iki kişi daha vardı ve çoğunlukla olduğu üzere selamına karşılık vermediler.

İlk cümlelerden kavradığı gibi zaten konuları çoktan belden aşağı inmiş, büyük olasılıkla parayı ödeyeni yalakasına nasıl seks ilahı, dört den aşağı düşmeyen biri olduğunu anlatıyor, diğeri de helal olsun be abi derken, karşısındaki salağı devamlı pohpohlayıp duruyordu. Nitekim abi bir bira daha söyleyebilir miyim sorusu düşüncelerinin doğruluğunun kanıtıydı ama birasını yudumlarken alıştığı böyle erkek olduğunu ısmarladığı içki ile kanıtlamaya kalkanlarla iki bira içeceğim diye bu palavralara katlanan kişilik fukaralarının muhabbetlerine tahammül edemezdi, kafasını ters tarafa çevirip başka sohbetleri dinlemeye çalıştı.

Yine de faydası olmuş ve arkadaşının eşek şakasını kısa süreliğine unutmuştu ama henüz ilk bardağı bitmeden çalan telefonu açar açmaz “Berna ile akşam saat sekizde çay içmeye geleceğiz bu arada ettiğin küfürleri ziyadesiyle iade ediyorum” diyen Oğuz aynen kendi yaptığı gibi telefonu yüzüne kapadı.

Ne oluyordu be?

Aman Yarabbim, işin içinde  Berna var.

Hızla toparlandı, çantasını omuzuna atıp, bastonunu da açarak, kapıya döndü fakat kolunu yakalayan garson abi henüz bardağını bitirmedin dediğinde gencin elini belli etmeden çimdikleyip, adamların duyabileceği ses tonuyla kusura bakma çift don giymeyi unutmuşum yanıtını verip hızlı adımlarla tramvay durağına yürüdü.

Hava kararmadan semte gelip, odasının kontrolünü yaptı ve durmaksızın gidip karnını doyurdu. Henüz daha erkendi ve iki bira alıp eve döndü. Amacı sarhoş olmak değil, arkadaşına üzüntüsünün derecesini anlatmak içindi ve içtiği şişeleri götürmeden masa üzerinde bıraktı.

Vakit yaklaşınca, çayını demleyip beklemeye başladı.

İşin içinde Berna'nın olması gerçekten de çok garipti, kızcağız seyyar satıcılıktan da anlamaz, matbaa işinden de bihaberdi.

Berna'nın yüzü suyu hürmetine, şişeleri masadan kaldırsa mıydı?

Aniden fırlayıp ikisini de mutfağa götürüp zulaladı ve dişlerini fırçalayıp, yerine döndü.

Vakit geçirmek için televizyonu açtı ama kanal beğenmeye uğraştığı sıra ayak seslerini  duyup, televizyonu kapadı.

Kapıdan giren siluet, ben Berna’yım diyordu fakat arkasındaki, kızın merhaba demesine fırsat tanımadan: “Ulan adını deliye, kıçını çalıya verip senin için gece gündüz canını dişine takan insana küfür edemezsin. Bak Berna dahi elinden düşüremediği telefon ahizesi yüzünden, kulağından  kurtnaca oldu. Bana gelince üç bin kitabın tanesini doksan kuruşa düşüreceğim diye, kıçım dahil yırtılmadık yerim kalmadı. Ulan şimdiye kadar sen benim ekmek parası bahis olduğunda, hiç eşek şakası yaptığıma rastladın mı?”

Geliş nedenlerinin esasını tam kavrayamadığından, hemen odadan sıvışması gerekiyordu ve “Çayı kontrol edip geliyorum, siz yerleşin” derken de, mutfağa doğru aktı gitti.

Kaçamayacaktı bu kavgadan, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıydı, elindeki tepsi ile odaya girer girmez “Ben bin kitabı bile satamayacağımı biliyorum” derken, tepsiyi de sehpaya  bıraktı.

Oğuz: “Günde kaç tane satmayı planlamıştın?”

“Otuz, kırk arası satmayı düşünüyordum, bir ayda bitirecek ve aklım sıra tatil de yapacaktım, biliyorsun burayı da fazla boş bırakamam.”

Arkadaşı “Biz de öyle tahmin ettik” dedikten sonra, eşinin verdiği çayı karıştırmaya başladı.

Berna elini tutup, sehpada duran bardağına götürürken “Abi senin hesaba göre üç ay lazım, çalışabilecek misin?”

“Berna, hayal kurmanın alemi yok, üç ay burayla ilgilenmezsem, sığındığım bu fakirhaneden de olurum. Zaman çok uzun, otel parası, temizliğim, giyimim, bunların tamamı bir ayın dışında sorun olur.”

Oğuz: “Sen şuna maçam yemedi desene.”

“Oğuz, Berna'nın yanında üzerime gelme. Millet tatilde plaj disko peşinde koşarken benim kitabımı mı alacak? Şimdi düşünüyorum da otuz bile afaki bir rakam. Hani küçük bir beleşe getireceğim tatil hayali ve başka hayaller de kurmuş olsam şimdi bitti. İlginiz için ikinizin de alnından öperim ama olacak iş değil. Kitapların kaplayacağı alanı hiç düşündünüz mü, hangi otel kabul eder. Üstelik bir de otel otel dolaşmam gerekecek.” 

Karı kocanın birbirlerine baktıklarını ve büyük olasılıkla gülümsediklerini hissetti ama içindeki Osman da bunlar dalga geçiyor diye dürtmeye başlamıştı.

Oğuz: “Geçen yaz gittiğimiz yerdeki Hasan'ı ve eşini hatırladın mı?”

Berna ikinci çay için elini yakaladığı an “Henüz bunamadım” yanıtını verdi.

“Oğuz: “Hatırlaman iyi oldu. Berna, bu herife geri kalanını da sen anlat ki; neden kulağından kurtnaca olduğunu da anlasın.”

“Abi biz mübadelede gelen Girit göçmenlerindeniz. Devlet dedelerimi Ayvalık’a yerleştirmiş. Senin anlayacağın Hasan ve benim hala oradaki akrabalarım vasıtasıyla otele falan para vermeyeceksin. Ev sahibiyle babam konuştu ve Seyfullah amca da hem izin verdi hem de girişimine çok sevindi, hafta da bir gün bana gelen kadın buraya da gelip senin işini yapacak, yani ev işini de hallettik. Şehirde zeytin yağı ve diğer zeytin ürünlerini satan mağazanın arka tarafında, kişiye mahsus bir odada kitaplarınla birlikte kalacak, orada yatıp istediğin gibi her türlü temizliğini yapabileceksin. Dahası da var; Hasan'ın eşi Nazlı ben köyde her eve bir kitap satarım dedi. Abi hala hayal peşinde koştuğumuzu düşünmüyorsundur sanırım.”

Navakt olmuş boksör gibiydi.  Az önce işittiklerini Oğuz'dan dahi duysa, gülüp geçerdi ama Berna için asla böyle düşünemeyeceğinden sus pus olup kalmış, elindeki bardağı dahi dudaklarına götürmeyi unutmuştu.

Önce “Üç bin, çocuk oyuncağı değil” diyebildi hemen akabinde aklına son günlerde İstanbul'un davranış biçimi geldi.

“Bugünlerde yüz elliden aşağı düşmüyorum” savunmasının bitiminde, üstüste teşekkürr etti. Amacı girişimin hayalden çıkıp teorik uygulamaya girmiş olmasına rağmen başarı şansının çok az olduğunu ifade etmekti.

Oğuz: “Ulan sen bana artık iş adamıyım demedin mi, batmak da var çıkmak da.”

Avucunda kırarcasına sıktığı bardağından çayını yudumlayıp, boşalınca sehpaya bıraktı. Vereceği cevap kimseyi kırmamalı bu arada kırılmamalıydı.

“Haklısın iş adamıyım dedim ve olası kaybedebileceğim paradan da korkum yok.”

 Oğuz: “O halde derdin ne?”

Berna: “burayı düşünmeyecek, sadece işine yoğunlaşacaksın abi.”  

İlk akla gelen en doğru karşılıktır deyimine zamanında tüm varlığıyla inandığı için duraksamadı: “Sözüm ikinize asla değil. Anlattıklarınızdan şunu çıkardım. Unutmamamız lazım ki, bana yardım ve amiyane tabiriyle yatak verecek kişilerin sayısı bir hayli fazla. O insanlara yük olmaya hakkım yok. Sizi kıramamış ve üstün körü kabul de etmiş olabilirler. Berna kardeşim, kapris takılıyorum sanma, yıllar içinde öyle olaylarla karşılaştım ki birinin surat astığını fark etsem, oracıkta yıkılırım.”

Daha söyleyecek çok şey vardı ama karşısındaki insanlara biraz zaman tanıması gerekiyordu. Demliği kaptığı gibi ayağa kalktı ve itiraz etmelerine zaman tanımadan tekrar demleyeceğim diye fırlayıp gitti.

Mutfakta yirmi dakikadan fazla oyalanıp tekrar içeri döner dönmez de “Berna bilhassa sen ters bir durumla muhatap olursan inan ki ben kendimi asla affetmem.”

“Nasıl ters durummuş bu abi?”

“İnsan eti ağırdır Berna, hele körlerin eti ton hesabıyla ölçülür. Bektaşiye sormuşlar, karşındakini nasıl bilirsin diye; o da kendim gibi demiş. Senin ve şu ayının, ben kalbini biliyorum ama sen başvurduğun kişileri kendin gibi sanma, anlatmak istediğim bu.”

“Abi şimdi sen benim söyleyeceklerime iyi kulak ver. Yaşım senden küçük olabilir, caddelerde edindiğin tecrübenin binde birine de vakıf olmayabilirim ama bu hayatta benim de edindiğim bazı tecrübeler var örneğin seni tam garantiye almadan bilmediğin insanların içine salacak kadar cahil değilim. İlk gözlerini kaybettiğin günlerde ailen ve yakın akrabalarınca yapılanları çok iyi bildiğim için senin kafadan geçenlerin aynısı benim de kafamdan geçti ve karşımdakilere benzer soruları defalarca sordum. En sonunda halam anama sövüp sayınca, buraya gelmeye karar verdik.”

“Gene de olmaz bu iş Berna, bir de benim tarafımdan bakın.”

Oğuz: “Gözlerimizi kapayıp mı bakalım yoksa düşüncelerimizi köreltip mi bakalım?”

“Ne demek istiyorsun birader?”

“Berna'nın yanında konuşturma beni, ne demek istediğimi çok iyi anladın.”

“İnan ki anlamadım.”

“İyi öyleyse, çok var ama ben tek misal vereyim. Sen çalıştığın yerleri ve bu semti avucunun içi gibi biliyorsun fakat hiç bilmediğin yerlerde işi eline yüzüne bulaştırmaktan mı  korkuyorsun?”

“Bak bunu hiç düşünmemiştim, evet problemlerden biri de o.”

“Dalga geçme ulan benimle, git çayı getir.”

İkinci demliğin son bardağında ikna oldu.

Hem de ne ikna!

Biri sehpayı dahi kafasına vurma dahil her türlü tehdit ve şantajı duraksamadan birbirine eklerken, diğeri halasına ve Hasan'a karşı çok ayıp olacağından bahsedip duruyordu.

Berna öyle planlar yapmıştı ki akıllara zarar, anlatırken dahi ağzı bir karış açık kalıp inanamaz duygularla dinledi.

“Abi şu an kalacağın odanın badanası bitti. Hasan her gün yemek de getirecekti ama senin asla kabul etmeyeceğini hatta bırakıp gideceğini düşünüp, biraz zor da olsa karşı tarafı ikna etmeyi başardım. Çamaşırlarını halam makinada yıkayacak, sakın itiraz etme. Çoraplarına gelince, ince çorap al ve her gün yıka, uzağa gidip otellerde kalma mecburiyeti hasıl olursa, otele ait terlik giyme, mantara yakalanabilirsin.”

Daha neler neler, öylesine plan yaparak gelmişlerdi ki, yanlarında getirdikleri kitabın arka kapağı için fotoğraf makinesi artı flaş belleği ortaya çıkarıp, ön kapak içinde konuyu kavrayınca yazı dışında ilgi çekmesi umuduyla top atışı yapan bir Osmanlı kalyonu betimlemesinde karar kıldılar.

Sonunda baskı parasını hazır etmesini isteyip gittiler ama kendinin de evde kalacak hali kalmadığı için arkalarından fırladı.

Sahilde oturmuş elindeki şişeyi evirip çevirdiği sıra, heyecanı hat safhaya çıkmıştı.

Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. Becerememe, rezil olma duygusu tüm benliğini kaplamış, içindeki Osman’ın ettiği küfürlere dahi cevap veremiyor, kapıldığı hezeyan neredeyse, denize atladığı gibi bu dünyadan çekip gitme arzusunu uyandırıyordu.

Girişimi kimseye haber vermeden yapsa ve başaramasa hiç önemi yoktu ama şimdi başarma zorunluluğu doğmuş, bir şekilde kol kanat gerenlere de sirayet etmişti.

 öylece önünden akıp giden sudan gelen ince şırıltıları dinledi.

Su sesi iyi gelmiş olacak, daha olumlu düşünmeye çalışıp başardı da.

Geçen boş ve büyük gemilerden birinin sathın dışına da çıkan pervanesinin her palasının suya vurdukça çıkardığı sesleri dinlerken de neler yapabileceğini tasarlamaya kalktı ve hiç bilgisi olmadığı yerleri tasavvur etmeye çalışıp karanlık, uzay boşluğundaymış gibi kendini hissedince, öylece kala kaldı.

Tekrar içine karamsarlık çöktü. Büyük şehirlerde dahi kitap okuyanın çok az olduğu ülkede, üstelik kasaba ve köylerde kitap satmaya kalkışmak, müslüman mahallesinde salyangoz satmakla eş değerdi.

“Merhaba adaşım, bakıyorum yalnızları oynuyorsun.”

Sesi anında tanıdı, her akşam iki bira içmek niyetiyle gelip, beş biradan aşağı çıkmayan tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abi idi. 

“Hoş geldin Osman abi buyur otur.”

“Yarım saattir seni seyrediyorum, ne geldiğimi fark edebildin ne de kıçının dibine oturduğumu, canın mı sıkılıyor yoksa direk denize atlamayı mı düşünüyorsun?”

“Sen  boşu boşuna üzülme, benim soluk almam bile haram.”

“Derdini söylemeyen, derman bulamaz adaşım. Şimdi bizim biracı gelene kadar sen derdini söyle, biralarımızı içerken de derman buluruz.”

“Abi takma kafana dedim ya, benim derdim belli.”

“Hiç de öyle gözükmüyor, bu sefer ki başka, hele sen anlat da çözüm bulalım.”

Pervane palalarını artık zor duyuyordu, kulaklarından silinene kadar bekleyip, biraz da içinden  ya sabır çekerek, tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman Abi’yi savmayı düşünse de ne mümkün.

Oturduğu bankın altındaki asfalt döküleli kırk yıldan fazla olmuş ve bir daha el sürülmemişti.

Delik dülüktü ve devleştirilmiş bir zımpara kağıdını andırıyordu.

 Kaytan bıyık Vedat Abi’nin bebek arabasının tekerlekleri zemin üzerinde döndükçe, taşıdığı kazandan olmadık sesler çıkıyor bu da çok uzaklardan  işitiliyordu.

Nitekim duyulmaya başlar başlamaz tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abi hadi anlat diye üsteledi.

Gerçekten de eteğindeki tüm taşları boşaltması gerekiyordu.

Şimdiye dek adaşının hiç dedikodu yapmadığını hatta belden aşağı fıkralar başlayınca da bozulduğunu gayet iyi bilmekteydi.

Kaytan bıyık, sattığı biraların cebine verdiği sıcaklıkla memnun uzaklaşırken, anlatmaya başladı ve kısaca özetleyip bitirdi  ardından da yeni şişesini açtı.

“Adaşım beni iyi dinle, tarihi cesurlar yazar, korkaklar ise, bu tarih sayfalarını ancak leblebi külahı olarak kullanır.”

“Abi kulun, kölen olayım konumuzla alakası var mı?”

“Var tabi adaşım, sen tarihi sadece devletlere mi ait sanırsın. Her birey de kendi tarihini kendi yazar. Cesurlarınkini herkes bilir, korkakların ki de, leblebi külahı olur.”

“Kastını hala anlamadım abi, şunu açıkça söylesene.” 

“Gideceksin adaşım, gidecek ve elinden geleni ardına koymadan çalışıp başaracaksın.”

“Gitmek dert değil, kıçıma baka baka döndüğümde ne olacak abi?”

“Başarıdan ne anladığına bağlı, eğer gittiğin yerlerde kitap satışı sırasında dost edinemediysen, sana kol kanat gerenleri bir şekilde utandırdıysan, kitap yerine onurunu satmaya kalkıştıysan, her gece tanımadığın kişiler seni topladıysa, şahsına yazdığın tarihin sayfalarından ancak leblebi külahı olur ama satış yapamasan da diğer işleri düzgün yaptıysan, onurunla geri döner ve elinde kalan malını da zaman içinde tüketirsin.”

“Yani git mi diyorsun?”

“Git ve inan ki Yüce Allah, yazarken, bastırmak için sermaye parası toplarken ve satarken, gösterdiğin gayretin, verdiğin emeğin karşılığını, bu mücadeleyi hangi amaçla verdiysen ver sonunda ayaklarının dibine sunacaktır.”

Ortalığa düşen sessizlik tekrar pervane  palalarını düşünmesine neden oldu.

Gemi boştu ve  böyle tabakhaneye bok yetiştirmek istercesine tam gaz gidişinin sebebi neydi?

Ne olacak, mal almaya para kazanmaya uğraşıyordu. Patronundan kaptanına, çalışan tüm gemicilerine kadar hepsi aynı düşüncede olmalıydılar.

Hayır hayır, asla, nolamaz, nayır; sırıttı.   

Adamın ruhunu deniz kapladı mı, burnuna iyot kokusu girdi mi değişik limanlarda binbir çeşit macera, aklının köşelerinde masa tenisi oynamaya başladı mı tutamazdın artık onu.

Ruhlarında huzur, gözlerinde ufuk çizgisi, özgür ve cesaret dolu biri olup çıkıverirlerdi ortaya.

Pervaneleri dışarı çıkacak kadar boş gemi, ilk bakışta mal almaya gidiyormuş intibağını verse de yuvası limana başka deyişle sevdiğinin kollarında bir an önce özgür olmak, özgürlüğünden kimseye pay vermemek için tam yol gidiyordu.  

Cesur ve özgür olmak!

Yedi çok çok sekiz yaşlarında, annesinin günde bir saatten fazla sokağa çıkmasına izin vermediği, çıkınca da kapının eşiğinden ayrılmasının yasak olduğu günlerden birini hatırladı.

Zamanın ağabeyleri ellerinde uçurtma çıtasından kılıçlar, incir ve akasya dalından yaylar, taş torbaları, sapanlar ve o güne dek hiç görmediği sapan lastiği ve dikiş ipliği makarasından yapılmış ok takımlarıyla, mahalleler arası savaşa gidiyorlardı.   

Evet, gözü o yeni silaha takılmıştı bir kere, annesinden yiyeceği dayağı düşünmeden peşlerine düştü, amacı sadece tekniği öğrenmekti ama okulda arkadaşları mahalle savaşlarından bahsederken kendini adam yerine koymamaları ve ballandıra ballandıra anlatmaları da ayrı bir merak konusuydu.

Savaş alanını, Belgin Doruk’un köşkünün denize bakan tarafındaki dev setler olarak kesişmişlerdi ve oraya varana dek işi öğrenebilirdi.

Esasında teknik diye sıfatlandırdığı şey gayet basitti.

Boşalmış büyük boy tahta makaraya sapan lastiği deliklerine uygun şekilde sıkıca bağlanıyordu hepsi o kadar.

Ardından ok ağızdan dolma tüfekler gibi üst delikden sokularak lastiğe oturtulup çekiliyordu.

Yol boyunca ucuna düz gitmesi için soba teli sarılı oku defalarca deneyip hayran kalmıştı.

Arkadaşı hele ucuna çivi taktın mı dediği sıra, karşı mahallenin tuzağına düştüler.

Çıkıp savaşacakları setin üzerinden, önce gelen düşmanları taş ve ok yağmuruna tutmuşlardı.

ağabeylerinin üstün gayretleri ve kahramanlıkları sayesinde savaş alanına çıkabildiklerinde, bağıran çağıranlar dışında kimsede kan görmemişti. 

Artık önde ağabeyleri savaşırken arkada birkaç yaşıtı ve tek okunu çoktan atmış arkadaşı ile birlikte ağabeylerine taş yetiştirmeye çalışıyorlardı.

Öndekileri ıskalayıp kafasına doğru hızla gelmekte olan taşı görür görmez eğildi ve aynen diğerleri gibi ıska diye bağırdı.

Aklına annesi gelince kızdı böylesine zevkli bir oyuna neden yollamazdı ki?  

Savaşın sonlarına doğru, gelen taşlardan sakınırken, var gücü ile ağabeylerine cephane toplamaya çalışıyordu.

Elindeki taşları yetiştirmiş geri dönen makaralı okun sahibi Rıza’ya bir an gözü takıldı. Arkadaşı aynı anda arkadan gelen bir taş ile kafasını tutarak yere çöktü, avuçları kan içindeydi.

Oyundu ama var olmaması gereken tek şey ortaya çıkmıştı; kan.

O hengamede o carcunada kimsenin göremediğini görmüş ve yıllar sonra dahi çözemediği, bir hayat boyu anlayamayacağı bir kin, nefret içine çöreklenivermişrti.    

Bir an gözleri Rıza’nın sağ topuğunun dibindeki taşa takıldı ve hiç düşünmeden bulunduğu oldukça emniyetli noktadan fırlayıp taşı yerden aldı.

Şimdi öne doğru koşuyordu ne kafasına gelebilecek bir taş umurundaydı ne de kalmış sağ gözüne gelebilecek ok.  

Ağabeylerinin hizasına geldi, dur demelerine fırsat tanımadan onları da geçti ve savaş alanının tam ortasında, elindeki taşı gözünü kestirdiği birine fırlattı.

Nasıl olduysa, ihtimal feryadı figan eden düşmanının o canhıraş sesi tamamını ters yüz etmiş, önünde çil yavrusu gibi kaçmaya başlamışlardı.

Arkalarından koştuğu sıra yerden aldığı taşlardan biri, bir kafa daha yarmış, birinin de baldırında patlamıştı.   

Savaş dönüşü cesaretinden dolayı kral, evde annesinden elbise askısı ile dayak yerken gene o Osman’dı.

Okul sırasına oturduğu ilk gün kıçı acıyordu ama çevresi tarafından gösterilen ihtimamdan da memnundu.

Aradan geçen yıllar kafasını yardığı, otuzbeş buçuk Mahmut dahil arkadaş sayısını artırmıştı ama hala kahvede kağıt, tavla ve okey oyununa kahveci Hüseyin amca tarafından izin verilmediği, oyun seyrederken eğer yanında oturduğu adam kaybediyorsa, masa kenarından kovuldukları yaştaydı.    

Bu arada Oğuz ile de karşılaşmış, aynı sınıfta aynı sırada okuyorlardı.

Bir kış günü Oğuz’u aramak için sigara, ayak, ter ve çürük dişlerden gelen o iğrenç ağız kokulu kahveye girdi.

İçeride sigara dumanına gözleri alışınca, arkadaşının olmadığını görüp köşeye ilişti ve hemen yan masada briç denen ve semtte yeni yeni oynanmaya başlayan oyun dikkatini çekince, merakla oyunu takip etmeye başladı.

Kağıtlar dağıtıldığında önce bir konuşmadır başlıyordu. Üç sinek bilmem kaç trefli. Ardından kontur, sür kontur gibi kelimeler geliyor sonunda eşlerden biri elini yere serip diğerleri de o konuşmaya göre oynuyorlardı.

Sonunda Güngör abi ve eşinin kazandığı masada hararetli bir tartışmadır başlamış iyi kağıt gelmeyen ve kaybeden Faik abi şanssızlığına hayıflanırken Güngör abi hayatı boyunca unutmayacağı belki de tüm yaşam felsefesini değiştiren sözleri etmişti.

Oğlum Faik, cesaret ile aptallık arasında sırat köprüsü gibi incecik bir çizgi vardır. Cesaretini ancak aklınla birleştirebilirsen işe yarar demişti.

Evet gidecekti ama cesaretin ve aklın yanında biraz da şansa ihtiyacı vardı.

“Haklısın Osman abi, gidecek ve sonuna dek uğraşacağım.”

Cevap gelmedi, çevresinden de çıt çıkmıyordu.

Yüksek ses ile Osman abi diye birkaç defa tekrarladı, gene yanıt yoktu.

 Tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abi bir şey demeden gitmişti, yoksa hiç gelmemiş miydi?

Divanda oturmuş, kilim üzerindeki çorapsız ayaklarını görmeye çalışıyor ve her zaman olduğu gibi karaltıdan başka şey seçemiyordu.

Kafasını kaldırıp karşıya baktı. Tepedeki atmış voltluk ampulün aydınlattığı odanın kireç beyazı duvarlarını ve hemen önündeki iki sandalyesi ile küçük masanın karaltısını ancak seçebiliyor, masanın üzerinde olduklarına emin ama hiç algılayamadığı tabak çanakları hissedemiyordu.

Arkasındaki çift kanatlı pencere tamamen açık, dışarıdan kabaca çakılmış sinekliklerinden serin serin yel esse de, normal görenler için dahi dışarısı hiç fark edilmiyor, iç tarafta çivi marifetiyle gerilen iplere geçmiş perde, pencerenin bir karış altına dek iniyordu.

Başucundaki etejerin bitiminden iki adım sonra gelen kapı, lavabo ve banyoya açılıyor, ayak ucundan sonraki ise dışarı açılıyordu.

Soluna, lavaboya açılan kapının tam karşısına gelen duvara dönünce irkildi.

Oğuz ve Hasan'ın çok uğraşmalarına rağmen, bedava getirecek vasıta bulamadıkları için mecburen nakliye parası verip, ambar marifetiyle getirdikleri kitap kolileri durmaktaydı.

İçten gelen korku ile, aynen kendi mutfağındaki gibi şap dökülmüş zeminden medet umarak, gözlerini yere dikti.

Cuma öğle üzeri Oğuz ile yola çıkıp, geceyi Hasan'da geçirdikten sonra ertesi sabah şimdi bulunduğu odaya gelmişler, Madam Şake'nin Ege aksanıyla konuşan  bir çeşit benzeri hala ile de burada tanışmışlardı.

Harika bir kadındı, kelimenin tam anlamıyla harika.

İlk anda elini öptüğü sıra saçlarını okşamış ve oğlum sen doğru yolda olursan Allah da her zaman yanındadır sözleriyle iyi moral vermişti.

Dakikalarca verdiği nasihatların bitiminde karınca duasını da yüzüne okuyup üfledikten sonra, mağazaya kocasının yanına geçmiş, akşam bölgeyi öğrenme turlarından döndüklerinde ise masaya konan bir tencere yaprak sarma, halanın vasıtasıyla Berna da bir çeşit selamını iletmişti.

Okullar tatil olduğu için, kasaba ve diğer tatil yöreleri yükünü almış olmalydı.

Haziran ayının ikinci yarısının ortalarıydı ve matbaa, baskı, beleş nakliye derken gecikmişler, üç ay zaman tanıdıkları iş neredeyse iki ay makasına sıkışmıştı.

Fazla satış yapamadığı takdirde iyi bir savunma olabilirdi ama böyle bahanelere şimdiden sığınmak da istemiyordu.

Saatine baktı, Oğuz gideli henüz bir saat geçmişti ama yıllar gibi hissediyordu.

Hasan da ayrılmadan önce eşi için üç yüz kitap götürmüş bu arada halanın kocası Tarık amca, çevre esnafa yarı metazori on beş kitap satmıştı.

Sonuçta siftahı vardı ama esnafın mırın kırın etmeleri biraz gözünü korkutmuş, böyle davranmalarına Hasan arkadaşım korkma henüz seni tanımıyorlar tesellisi pek fayda etmemişti.

Hala olsun, Tarık amca olsun çok iyi davranıyorlardı lakin fark ettiği en önemli delil, Berna'nın hamile olmasıydı. Bunu da tanışma faslının hemen bitiminde, dakikalarca ve defalarca arkadaşına gelişmeleri anlatmasını isteyip, gururla dinlemelerinden çıkarmıştı. 

Gitmeden önce arkadaşından öğrendiği kadarıyla Berna babasından sonraki tek kişiydi hatta tek mirasçıydı.

Kalkma vakti gelince, divanın altından çantasını çıkarıp, açık koliden otuz kitabı içine koydu.

Yazlık ayakkabılarını giydi ve kapıya yanaşıp, sivrisinek girmemesi için önce lambayı kapadı ve hızla kapıyı açıp dışarı fırladı. Amaç o lanet hayvanların içeri girmeye fırsat bulamamasıydı ve bunu da Hasan öğretmişti.

Bastonunu açtı ve iki gün boyu aldığı eğitim ile, iskelenin yoluna uzadı.

Tek kod, iskeleyi merkez kabul ederek, diğer yönleri ona göre kafasının içinde hesaplamıştı.

Henüz ilk köşede yere kapaklanınca, tüm iyi niyetine rağmen Oğuz'un bir türlü rehberliği tam kavrayamadığı için bazı engelleri söylemektense unutup yan tarafından dolaştırmasıydı.

Nereden çıktığı belli olmayan gençlerin yardımıyla ayağa kalkıp, teşekkür ederek yoluna devam etti.

İskele meydanına götürecek caddeye çıkınca, çantasından iki kitabı, önlü arkalı boş eline yerleştirip, günlerdir hazırlığını yaptığı sloganıyla işe başladı.

Aynen pastel boya kalemindeki gibi kısa tutup, “Senin de kahramanların var” sloganıyla işi bitireceğini ummuştu ama ne fayda.

Dükkanlarının önünde bekleyenler olsun, yanından geçip gidenler olsun, ne soran vardı ne de alan. Tüm varlığı ile hissedebildiği tek şey, sakızdan çıkarcasına ortaya çıkan bu kişinin kim olduğunu merak ederek, dikkatle süzmeleriydi.

Belki de Hasan haklıydı, tanımaya çalışıyorlardı.

Sloganının ağaçlardaki cırcır böcekleriyle sidik yarıştırdığı sıra, ilk karaltının yaklaştığını fark ederek sevindi.

“Birader bir şey söyleyeceğim.”

Şansa bak, henüz ilk kitabı satamadan, zabıta ile burun buruna gelmişti.

“Memur Bey, kendim yazdığım kitabı satıyorum, kimseye zararım yok.”

“Ben memur değilim kardeş, kitaplarını ters tutuyorsun, müsaade edersen düzelteyim, karşıdan görenler ne olduğunu anlamıyor.”

Mostrasını düzeltip giden gencin ardından baka kaldı. Kalem satışı yaparken hiç böyle bir vakıa başına gelmemiş, kimse kutunun üzerindeki yazıyı ima eden laflar etmemişti.

Gene de soran yoktu ancak cırcır böcekleri, hızla yürüyen ayaklardan gelen ses, yakınlardan geçen motor gürültüsü ve tekerleklerden gelen o anlaşılmaz ses ile muhabbet ediyor sayılabilirdi.

Saatin dokuza geldiği sıra yaklaşan biri kitabın fiatını sorup gitti.

Az sonra da yaklaşan ve hemen sarhoş olduğunu anladığı sesin sahibi önce kapaktaki fotoğraf senin galiba dediğinde evet yanıtını verip bekledi.

“Hem körsün hem de tarihi roman yazmışsın, merak ettim hele bir anlat da aklım yatsın.”

Meraklı sarhoştu ama etrafdakilerin de kulak kabarttığını düşünüp nasıl yazdığını kısaca anlattı ve adam hayret dedikten somra almadan gitti. 

Yanından geçen kadınlardan biri kardeş galiba numara yapıyor dediğinde diğeri dikkat etmemişsin, bir gözü şeşbeş olmuş diğeri de köpek balığınınki gibi donuk, ben anlarım kör o kör sözlerini duyunca ilk defa da olsa köpek balığına benzetildiğine üzüldü.

“Hele şurdan bir tane ver bakayım, kaç para demiştin?”

Sarhoş geri dönmüş, ne düşündüyse  kitap almaya karar vermişti. Beş lira derken, elindeki kitaplardan birini uzattı.

“Şimdi gidip okuyacak ve beğenmezsem geri dönüp iade edeceğim tamam mı?”

İşin tadı tuzu kaçmak ve kafasındaki sigortalar atmak üzereydi ama araya giren ve ben de bir tane istiyorum diyen, küçük bir kız çocuğuna ait ses, her iki taraf için de ortalığı sakinleştirdi.

 Çevreyi serinleten rüzgar, yaprakların hışırtısı ve gelip geçenlerin kendi aralarında konuşurlarken duyduklarına aldırmadan, gece yarısını buldu.

Tam bir yılgınlıkla gitmeye karar verdiği sıra yaklaşan iki kadın birer tane alıp uzaklaştı.

Sanki tüm çevredekiler de kadınları beklermişçesine gelip son yarım saatte toplam on tane aldılar.

Odasına girdiği an içindeki sıkıntı had safhaya çıkmıştı.

İmkanı yok, bu şekilde bitmeyecek hatta bini bile bulamayacaktı.

Şimdi iğne veya kalem satsa asgari yevmiyeyi doğrultmuştu.

Nereden girdim bu belaya diye hayıflanırken, birden aklına sloganı gelip duraksadı.

Senin de kahramanların var!

Kimin, bir yerlerinde yaşattığı kahramanı yoktu ki, tüm dünyada yaşayanların iyi kötü bir kahramanı vardı. Üstelik iğne satarken iğne, kalem satarken kalem diye bağırırken şimdi neden başka laflar edip durmuştu?

Sabah plaj önüne satış yapmaya gidince, daha değişik bağıracaktı.

Nitekim ertesi sabah dediğini yaptı ve plaj girişinde kahramanlar köyü, izbandutların sonu, Rodos’tan kaçış diye bağırdı.

Bu sefer sloganı biraz tutmuş, ağır aksak da olsa dikkat çekip satış yapmıştı ama gene de kitapların zamanında bitmesine imkan yoktu.

Üçümcü günün akşamı, işe çıkmaya hazırlanırken Hasan gelip hal hatır sordu ve eşinin satışlarının iyi gittiğinden bahsetse de rakam söylemeden gitti.

Oğuz ve Berna ise bilerek aramıyor olmalıydılar.

Onuncu günün akşamı dayanamayıp arkadaşını kendi aradı.

Bir gece önce yirmi sekiz adet satıp rekor kırmasına rağmen dama demek üzereydi ve bıkkınlığını kusacak birilerini arıyordu.

“Ne var ulan, niye aradın beni?”

“On günde ancak yüz elliyi bulabildim, yanlış iş yaptık birader.”

“Yanlış falan yok devam et, önün açılacaktır buna tüm kalbimle inanıyorum. Çok sıkıldıysan ihtiyarlara belli etmeden iki bira iç.”

“Hayır içmeyeceğim, fark ederlerse çok ayıp olur.”

“O kadar ince düşünme, sen bilirsin işini.”

Berna nasıl?”

“Göbeği belli olmaya başladı, geliyorlar ulan geliyorlar.”

Konuyu değiştirip biraz da havadan sudan bahsedip telefonu kapadığında, yalnızlık beynine balyoz gibi inmişti, kimin için böyle yırtınıyordu kimin için her türlü acıya katlanıyordu ki?

Aman Yarabbim böyle büyük oynamanın alemi var mıydı. Hadi herşey iyi gitti hatta günün birinde ev sahibi de oldum, gözlerimi kapadığımda eve konacak olan kişiler, geçmişte bir lokma ekmeği esirgeyenler değil mi?

Tesadüfen karşılaşınca selam vermeyi boşver, yol değiştirenler değil mi?

Sonuçta iş dönüşü birkaç bira içmeye karar verip çıktı.

Sabah kapı vurulduğu an aklına önce şişeler gelip, geceden çöpe attığını hatırlayınca, ferahlayıp kapıyı açtı. Karşısındaki Tarık amcanın yardımcısıydı ve gelen bir misafirle tanışması için çağırıyordu.

Çıkmadan önce her ihtimali göz önünde bulundurup, dişlerini fırçaladı.

Tarık amcanın ofisinden girer girmez, selam verip, koluna yapışan el yardımıyla koltuklardan birine oturup, verilen selamları da alıp bekledi.

Toptan alışveriş bitip sıra kendine gelince, müşteriden öte arkadaş sıfatını taşıyan yaşlı adam “Oğlum şu kitaplarından yirmi tane getir hele” dediğinde önce afalladı ardından sessizce kalkıp, adamın isteğini yerine getirdi.

Büroya çağrılmadan önce, Tarık amca ile birşeyler konuşmuş olacaklar ki adam sorgusuz sualsiz kitap istemişti.

“Oğlum demek bu kitabı sen yazdın, bravo doğrusu, şimdi sana bunların parasını ödeyecek ve şehirde tanıdık esnafa satacağım eğer başka isteyen de olursa oğlum gelip alacak.”

“Teşekkür ederim efendim zahmet ettiniz.”

“Ne zahmeti oğlum, esas ben senin cesaretine hayran kaldım.”

Söyleyecek söz bulamadı ve sıkıntıyla kıvranırken, yaşlı adamın dışında hiç konuşmayan iki kişi olduğunu fark ederek daha da sıkıldı.

Para önceden hazırlanmış olmalıydı, eline sıkıştırılana dek fark etmedi.

Ansızın ortaya atılan kişilerden biri: “Baba müsaade edersen kör Emine'den de bahsedelim, sen kusura bakma arkadaş, kızın lakabı öyle.”

Kafasını kaldırdı ama tek yatıştırıcı kelime edemeden yaşlı adam “Ulan aferim, iyi akıl ettin. Bak o kız hem çok işe yarar hem de birbirlerine faydaları olur.”

Algıladığı kadarıyla kendinden oldukça büyük olan adam, söyleyeceklerine hazırlanırken, ne demek istediklerini çözmeye çalıştıysa da akıl erdiremedi ama tanışacağı kişinin hem kör hem de kadın olduğunu artık biliyordu.

“Biraderim bizim buralarda bir kör Emine var. İşi, gücü şu dernek işleriyle uğraşmak. Delidir, doludur ama Allah için dürüst ve mert kızdır. Tek başına yaşar ve karnını bu işlerle doyurur. Gördüğün tüm Ege sahillerinde onu tanımayan yoktur. Derim ki, eğer istersen seni onunla tanıştırayım, birlikte saldırın ve kazanın. Tabi sen kabul edersen, istersen biraz düşün.”

Yegane amacı üç bin kitabı bitirmekti, hangi şekilde veya şartta olması önemli değildi ve düşünmeden görüşelim dedi. 

Tarık amcanın yardımcısı, Emine denilen kadını alıp gelene kadar adamlar tekrar kendi iş meselelerine döndüler.

Yarım saat geçmeden, kapıdan giren karaltı “Tarık amca beni acele çağırmışsın hayrola?” 

Kulaklarından giren ses çok düzgün ama bir o kadar da sertti.

“Kızım bak seni kiminle tanıştıracağım, Osman oğlum senin gibi gözlerinden rahatsız ama kitap yazıp satacak kadar akıllı.”

“Sen şuna kör desene Tarık amca, hoş geldin  arkadaş, senden haberim var her akşam iskele yakınlarında ağaç olduğunu biliyorum.”

“Ağaç değilim Emine Hanım, az da olsa ticaretim var.”

“O ticaret dediğin şeyden kulak damlası olmaz arkadaşım.”

Sinirlenmiş, bulunduğu pozisyon sebebiyle, kadının hak ettiği cevabı verememenin sancısıyla, oturduğu koltukta buram buram ter döküyordu ama hakaretler uzadığı takdirde, patlamaya hazır barut fıçısına da benzediği için, mazeret uydurup kaçmaya karar verdi ve ayağa kalkarken müsaadenizle dedi.

Kimseden ses çıkmayınca, çıktı gitti.

Başı avuçlarının arasında, oturduğu divanda kahredip duruyor, hayal kırıklığına uğramamış olsa da müsaade istediğinde kimsenin ses çıkartmamasını kabullenemiyordu.

Öyle ya, niye kendi insanları varken, dışarıdan gelmiş birine arka çıkacaklartı.

İstanbul'a döner dönmez Berna'ya telefon açıp ben sana dememiş miydim sözleriyle fazla da uzatmadan haklılığını gözler önüne serecekti.

Artık kitabında önemi yoktu, Hasan kiloyla hurda kağıtçıya verir parasını ister yollar isterse yerdi, hiç  umrunda bile değildi. 

Divanın altından omuz çantası ile birlikte Oğuz'dan aldığı iri sırt çantasınıda çıkartıp, baş ucundaki etejerden tüm giysilerini çıkartıp özensizce sırt çantasına tıkmaya başladı.

Omuz çantasındaki kitapları, açık koliye atıp çantayı da içeri tıktı. Banyodaki gereksinimlerini almak üzere o tarafa yürüdüğü sıra kapının açıldığını duysa da önemsemedi.

Neyi varsa poşete doldurup odaya döndü ama karşısına dikilen karaltı “Ben sana kötü laf mı ettim de çıkıp giderek, dünyanın lafını işitmeme sebep oldun?

  İki karış ötesinde durup, lambanın tam altında bekleyen kadına dikkatle baktı ve sol gözünün üzerinde korsanlarınkine benzer bir bant olduğunu fark etse de istifini bozmadan “Emine Hanım ben o kulak damlası dediğiniz şeyle tam dokuz senedir geçimimi sağlıyorum ve Tanrı'ya şükür ki başardıklarımı bilsen o işin damla değil itfaiye hortumu kadar gelir getirdiğini bilirdin üstelik ben her gün çarıyla, çakalıyla, zarfçısı ve sapığıyla uğraşarak, hayatımı  kazanıyorum ve gayet de memnunum.”

“Ben gene de kulak damlası olmaz diyorum.”

Elindeki poşeti çantanın içine savurup hırsla döndü ve “O halde konuşacak birşeyimiz yok.” 

“Sen seyyar satıcısın, elindeki malı ona göre pazarlarsın ama şimdiki malın işporta malı değil, beğenilsin veya beğenilmesin o kendi çapında da olsa eser. Demek ki pazarlamanı da malının niteliğine göre yapacaksın.”

“Sen onu bana değil, yayınevlerine anlat.”

“Madem buraya geldin yayınevi de sensin, anlıyor musun yayınevi de sen.”

“Olur, görürsem söylerim. Herhalde dahiyane fikrin de vardır.”

“Dalga geçme ulan benimle, hala ile Tarık amcanın hatırı olmasa sana bunun hesabını sorardım ya, her neyse şimdi otur da adam gibi konuşalım. Tabi tası tarağı topladığına göre, gitmeyi düşünüyorsan söyleyecek sözüm yok.”

Tıkandı kaldı, eğer şimdi giderse tamamen suçu da kabullenmiş olmayacak mıydı?

Sırt çantasını divanın altına yollayıp “Hadi konuşalım” dedi.

“Maliyetini çıkar ve benim payımı söyle, hepsi bu ve gerisine karışmayıp yarın sabah saat yedide taşıyabileceğimiz kadar kitapla beni bekle.”

“Saat yedi mi dedin, eğer cami önüne gideceksek, sabah namazı için çok geç, öğle namazı için de erken.”

“Cami mi dedin, fena fikir değil ama kitabının konusu Hayber kalesi cengi veya Bedir'in aslanları olması lazım. Senin kitabının içeriği günümüzdeki gençlere daha uygun.”

“Kitabımın konusunu, okudun mu ki biliyorsun?”

“Burası ufak yer Osman, sen şu andaki nüfusa değil esas kış nüfusuna bak. Kemik nüfusun tamamı birbirini tanır. Senin anlayacağın kitabını bana bir hafta önce getirdiler ve okudum.”

“Nasıl beğendin mi bari?” 

“Sen kitabını hiç yayınevine götürdün mü?”

“Bundan önce yazdığım romanımı götürdüm, nezaket kaideleri dahilinde, ağzımın payını verdiler ama sorumun cevabı bu değil.”

“Okuyana iyi gaz veriyor. Hele bazı yerlerinde insanın ekmek bıçağı ve tencere kapağını alıp, pasaporta gerek duymadan, Allah Allah nidalarıyla Viyana kapılarına doğru gidesi geliyor. Neyse biz işimize bakalım.” 

“Emine Hanım, lütfen kafa bulma benimle, biliyorsun ki ikimizin de diş geçiremeyeceği kişiler var.”

“Osman ben gayet ciddiyim, bazı savaş sahnelerini güzel yazmışsın ayrıca, dandik bir kitap olsaydı, araya kim girerse girsin işi kabul etmezdim, takdir edersin ki burada benim de bir adım var. Şimdi gelelim kendi meselemize. Şunu da hatırlatayım bana cafcaflı laflarla hitap etme, Mine de yeter.”

“Oldu Mine, kitap başı bir lira iyi mi?”  

“Masraflar hariç gerçek karın yarısı, uyar mı?”

“Çok kötü pazarlık yapıyorsun Mine, kitabı ben yazdım, ben bastırdım ve buraya ben getirdim. Biraz insaf et.”

“O halde yarın akşam kitap satışının bitiminde, pazarlığımızı tekrar yaparız. İşin gidişatına göre ya benim dediğim yarı yarıya olur ya da kaç kitap satabildiysek, bir liradan hesap keser, sepeti koluna, herkes yoluna  gider.”

Denemeye değerdi doğrusu, üstelik Mine'nin dürüstlüğünü fark ettiği için, biraz da hoşlanmaya başladığını hissetti. Ayrıca kızdan gelen rayihayı da merak ettiği için belli etmeden koklamaya başladı ama “Beyaz zambak” deyiverdi.

“Anlayamadım Mine, ne zambağı?” 

“İt gibi koklamaya başladın, uğraşmadan ben söyleyeyim dedim; beyaz zambak kolonyası.”

İlk defa karşılıklı gülüşüyorlardı ve ilk defa aklına Nuray geldiyse de elinin tersiyle itmesini bildi. Ansızın kafasının içinde yanan ampul yüzünden de dondu kaldı.

“Mine bana senin de kör olduğunu söylediler fakat az önce bana kitabımı okuduğunu söyledin. Biri mi okudu yoksa kör değil de sadece lakap mı taşıyorsun?”

“Hikayesini belki bir gün anlatırım ama bilmen gereken, bir gözüm normal görüyor, diğeri yerinde bile yok.”

“Gene de benden çok şanslıymışsın.” 

Genç kız öyle mi derken elini yakalayıp, kör gözünün altındaki yanağına götürüp gezdirdi.Yıllar içinde parmaklarındaki nasır eriyip gitmiş ve ziyadesiyle hassaslaşmıştı ama dolaştığı  her noktada fark ettiği olmaması gereken anlamsızlıkları karşılaştırmak amacıyla gayri ihtiyari diğer elini de kızın yanağının öbür tarafında gezdirdi ve karşılaştığı gerçek, alt üst olmasına yetti.

Yalnız kaldığında hala o şoku yaşıyor, hisseden parmaklarına lanetler okuyup duruyor, suratı paramparça kızın gözün haricinde fazladan görüntü acısı çektiğini de artık biliyordu.

Bugün işe çıkmayacak, kim ne derse desin, zula bir yer bulup demlenecekti. Aynen ilk kör olduğu günlerdeki gibi bu gün içkiye, Mine adına da olsa ihtiyacı vardı.

Öğle ezanı başlayınca kendine geldi. İçecekti ama henüz çok erkendi ve zamanı gelene kadar da oyalanması gerekiyordu.

İşler rayına oturduğuna göre, gidip Tarık amcadan kızla ilgili teferruatı alabilir ve tekrar karşılaştıklarında ona göre davranırdı.

 Yok yok, anlatması gereken kişi Tarık amca değildi.

Birden aklına kızın kadife gibi diğer yanağı gelince, herşeyi unutup, divanın üzerine çökercesine oturdu.

Farkettiği ne varsa birer birer hatırlamaya çalıştı.

Karaltının  hayır hayır, Mine'nin boyu kendinden on santim kadar kısaydı. Beyaz gömlek veya tişort giymişti ve dizlerinden aşağıda, eğer kendi makaslamadıysa siyah bir bermuda pantolon, ayaklarında çıkardığı seslerden anladığı kadarıyla terlik benzeri bir şey vardı. Omuzundan kalçasına inen siyah çizgi de, çapraz astığı çantasının kayışı olmalıydı. Çanta da siyahtı ki, hiç fark edememişti.

Sırt çantasını çıkartıp içindekileri tekrar yerleştirirken de Tarık amcadan özür dilemeye ardından da içmeye gidip tüm olup biteni unutmaya karar verdi.

Sabah Mine geldiği sıra, omuz çantasını tıka basa doldurmuş, hazır bekliyordu.

“Günaydın Osman, hazır mısın?”

Çantayı omuzuna atarken hazırım dedi fakat Mine tek çanta mı hazırladın sorusuna safça evet diyebildi.

“Osman ne yapıyorsun, sana taşıyabildiğin kadar demedim mi?”

“Ben böyle anladım Mine.”

“Dün divanın üzerinde sırt çantası vardı, onu da ve getirdiğim şu çantayı da doldur ve say ki kavga etmeyelim.”

Kasabalar arası çalışan minibüse bindiklerinde tam yüz otuz kitap taşıyorlardı ve nasıl satabileceklerini hala düşünüyordu.

Altınoluk belediye binasından içeri adımlarını atınca işi çözdüğünü sandı fakat sadece iki kitap alıp başkanın yanına çıktıklıarında artık düşünme kabiliyetini tamamen yitirdi. 

Başkan: “Deli kız, hoş geldin evladım.”

“Sağ ol başkanım, sizi rahatsız etmemin sebebini dün telefonda belirtmiştim. Şimdi size romanı ve yazarını getirdim.”

İçeride yirmi dakikadan fazla kalmamışlardı fakat dışarı çıktıklarında, muhasebeden gelen bin beş yüz lira ceplerindeydi ve Tarık amcanın yardımcısı üç yüz kitabı yükleyip getirecekti.

Danışmaya bıraktıkları mallarını yüklendikleri sıra, kızın yüzüne öküzün bıçağa baktığı gibi bakmaya devam ediyordu.

“Hadi Osman hadi, daha yüz otuz kitabımız var.”

Belediye binasının hemen yakınında bulunan binalardan birine girdiler, çıktıklarında otuz kitap hafiflemişlerdi ama biraz da bozulmuştu. Bunu da zeytin, peynir, domates ile ekmek alıp öğle yemeği molası verdikleri sıra söyledi.

“Mine dükkan dükkan dolaşmaya ben alışık değilim, pek hoş değil gibime geliyor.”

“Osman sen seyyar satıcısın ben pazarlamacıyım. İşte aramızdaki fark bu, neden kulak damlası olmaz dediğimi şimdi anladın mı?”

“Bana biraz onur satıyormuşuz gibi geliyor.”

“Alakası yok Osman, kimsenin haberinin bile olmadığı ama senin emek verdiğin ürünü  pazarlıyoruz. Gördüğün gibi üç, dört dükkandan boş çıktık, kimseye ne yalvarıyoruz ne de zorla satıyoruz.”

“Haklısın galiba, hadi yemeğimizi yiyelim.”

İçine boş omuz çantaları tıkıştırılmış, bacaklarının arasındaki sırt çantasına inanamaz gözlerle bakıp duruyordu.

Saat henüz sekiz olmamış, dönüş yolunda, otobüsün içindeydiler.

Cam kenarında oturan Mine ihtimal yorgunluktan gözünü kapamış, elleri kucağında birleşik, bebek gibi şekerleme yapıyordu.

Önce kiminin kalk gidelim kiminin bok yeme otur diyen karma karışık saçları dikkatini çekti.

Belli etmemeye çalışıp, kızın saçlarının kürek kemiğine kadar uzun olduğunu epey uğraşlar sonunda anlayabildi. 

Beyaz gömlek üzerine dökülen saçları, kömür karası olmasa, biraz zor anlardı ya.

“Osman yarın Edremit'e gideceğiz. Altınoluk daha iki yüz kitap kaldırır ama parakende ile vakit kaybedemeyiz, gidecek çok belediye, resmi daire ve banka var.”

“Uyuduğunu sanıyordum, nereye istersen oraya gideriz, emrine amadeyim ortak.”

“O halde ertelediğimiz görüşmeyi yapalım.”

“Benim karnım çok aç Mine, indiğimizde, kendi payımdan sana bir yemek ısmarlarım, gittiğimiz yerde de konuşuruz tamam mı?”

“Osman, bu güne kadar hiçbir erkeğin yemek teklifini kabul etmedim, kusura bakma.”

Hiç aklından geçirmediği halde kızın cevabına fena bozuldu. Bacaklarının arasındaki eşyalarını biraz aşağı itekleyip “Emine Hanım, Mine veya ortak her neysen, ben sana kendi payımla yemek ısmarlayayım dedim, asla yemeğe çıkalım demedim, iki teklif arasında dağlar kadar fark var. Harika bir pazarlamacı olabilirsin ama iki de bir benim kalbimi kırmaya yeltenme. Hem karnımızı doyururuz hem de görmemişler gibi sokak ortasında pazarlık ve para alışverişi yapmayız diye düşünmüştüm, hepsi bu.”

“Peki öyleyse senin yattığın yere epey yakın köfte salonu var, gider orada yeriz ama yarın akşam ben de sana menemen yapacağım tamam mı?”

“Menemene bayılırım.”

“Yalnız sen İstanbullusun, benim menemenim acıdır yiyebilecek misin?”

‘’Ortak ben sokaklarda büyüdüm, balkon saksılarında değil.”

Odasına girer girmez, iş ahlakına uygun hareketi yapıp, kolileri kontrol etti. Azaldığını fark edince rahatladı. Tarık amcanın adamı kitapları, vakit kaybetmeden götürmüştü.

Banyo yapıp, traş da olduktan sonra, yatağına uzanıp, günü ve bilhassa Mine'nin yaptıklarını gözden geçirdi.

Kulak damlası hususunda, baştan sona haklıydı. Psikolojik sınırları zorlamadan iyi pazarlama yapıyordu veya halk ona çoktan alışmış ve dürüstlüğüne de inandığı için, fazla kıvırmadan alışverişi yapıyorlardı.

Tek gözü kör de olsa, tanıdığı tüm körler ve diğer engellilere asla benzemiyordu çünkü daha nasıl kör olduğunu sormamış, süzme salağın dahi anlayabileceği, başından geçmiş olan musibetten ise hiç söz açmamıştı.

Gözünün kör, suratının parçalanmasına neden olan kaza acaba neydi?

Kendinden hiç bahsetmemesine rağmen eve yemeğe çağırması belki de anlatmak istediği hayat hikayesi için ortam sağlamaya hazırlık da olabilir veya çevredekilerin çenesini tutamayacağını bildiğinden, herşeyi öğrenmiş olduğunu da düşünmüş olabilirdi.

Birden sırıttı; zilli, kârın yüz de ellisinden en küçük bir taviz vermemişti. Esasında o miktara çoktan razıydı ama biraz daha konuşmak amacıyla konuyu uzatmaya karar verip, kızın başının etini yemişti.

Yoksa kaza değildi de, kavga veya geçmişe dayanan husumet sonucu hatta ve hatta?

Pavyonda veya daha da kötü biryerde belalısı yüzüne kezzap benzeri bir şey atmış, teklifini kabul etmediği müşterisi de haşamat etmiş de olabilirdi. 

Oha be oha, öyle bir vakıa olsa bu halk kıza böyle mi davranırdı, sanki kendi halkını tanımıyordu.

Kızın başına gelen musibet, sonuçta saygı gösterilmesine neden olmuş, herkesin bildiği fakat kimsenin açmadığı konu haline dönüşmüştü, başka türlü olamazdı çünkü eğer öyle olsa daha ilk günden anlatırlar hatta hiç teklif etmezlerdi.

Kalktı ve arka sokaklardaki marketten gidip bira alıp döndü, çözemiyordu fakat her nasılsa kızın acısı bir şekilde kendine sirayet etmişti, osuruklu kıça, çavdar ekmeği bahane. 

Önceden anlaştıkları gibi sabah Mine geldiğinde üç çanta da hazırdı, yüklenip çıktılar.

Edremit'e gelene dek fazla komuşmayan kız indikleri an “Osman, başkan ile saat ikide randevumuz var önce devlet dairelerine gidelim çünkü henüz siftah etmeyen esnaf için erken, başlarına şimdi dikilirsek ayıp olur.”

Seyyar satıcılıkta iş başı saatleri aşağı yukarı aynıydı ve kız işi gayet iyi biliyordu.

 Çantanın kayışlarını göğsünde bağlamaya çalışırken usta sensin dedi ve kızın dümen suyuna girdi.

 Kaymakamlık, nüfus müdürlüğü ve birkaç yakın banka dolaşıp, öğleni buldular.

Çantalar yarı yarıya boşalmış bu arada Mine iş yerlerinde karşılaştığı kız arkadaşlarıyla sohbet etme fırsatı da bulmuştu.

Tavuk döner yemek için girdikleri büfede dayanamayıp sordu: “Maşallah, tanımadığın tek benmişim, bu kadar arkadaşı nereden buldun yahu?”

“Çoğu liseden, birlikte mezun olduk, bir kısmı da köyden şurdan burdan.”

“Harikasın, senin yanında bana da çok iyi davranıyorlar. Yaşlı müdür överken göğsüm kabardı doğrusu.”

“Sen onları boşver, esas dananın kuyruğu belediyede kopacak.”

“Kötü biri mi?”

“Tam aksi, baba kız gibiyiz, bundan ötürü diş geçiremiyorum.”

“Herşey olacağına varır ortak, yemekten sonra çay içecek yer bulalım.”

“Boşver, çay içene kadar asgari beş kitap satarız.”

Bu kızdan korkmayana kafir derlerdi be; sidiklinin, şeker dolayısıyla kilo alma derdi yoksa iş ahlakına diyecek söz bulunamazdı. 

Başkanın odasını dışarıdan dinleyenler kavga var sanırdı. Mine iki bin diye tutturmuş başkan yarısında inat edip diretiyor bu arada nasıl kovulmadıklarına şaşırıp, adamın her an güvenliği çağırmasını beklerken, bin ikiyüzde anlaştıkları an, derin bir soluk aldı. Sadece çıkarken başkan “Kızım babanı anneni ziyaret etmeye gidecek misin” sorusuna Mine kör gözüm açılsın öyle giderim, tek gözle yolu bulamıyorum yanıtını verince iş tam muammaya dönüştü.

Tam bir sır küpüydü ama dışarı çıktıkları sıra neredeyse ağlayacak halde olması etkilendiğinin ispatıydı.

Başkanın sorusu ve Mine'nin cevabı, ardından yaşlı adamın sarılıp kızı göğsüne bastırışı, kafasının içinde durmaksızın dans ederken girip çıktıkları işyerlerinin farkında bile değildi.

Satılan bin ikiyüz kitabın tadını çıkaramıyor aksine alışverişin kısa tutulup, başka bilgiye ulaşamadığı için hayıflanıyordu. 

Hemen önlerindeki dükkana girmeden önce Mine sırtından kitap çıkarıp kendi çantasına yerleştirmeye çalışırken, tüm sırrın ailede olduğuna karar verdi. Başkanın sorusunu kurcalayacak, konuyu o bölümden açıp, öğrenmeye çalışacaktı. Kolundan çekildiği sıra düşünmeyi bıraktı.

Turistik eşya satan mağazanın sahibesi Mine'yi görür görmez “Seni kaltak, seni namussuz nerelerdesin” diye, kafadan konuya girdi.

Kısa açıklamanın bitiminde orta yaşlı kadının bakışlarının üzerine dikildiğini hissedip sırıttı.

Kadın göremediği birilerine çay söyleyip döndü ve “Osman nasıl mutlu olduğumu bilemezsin, sizlerin de birşeyler başarabileceğinden emindim ama şartlarınız öylesine kısıtlı ki şimdilik bu kadarına da amenna demekle yetineceğiz. İnşallah kitapların devamı gelir, ne dersin?”

“Mine'yi tanıyana kadar niyetim yoktu hatta elimdekileri hurda kağıtçıya dahi vermeyi planlamıştım ama şimdi ciddi ciddi, elinizdeki kitabın devamını yazmayı tasarlıyorum.” Kadın verdiği yanıtı tekrarlayıp ciddi misin diye sorsa vallahi de, billahi de yeni yumurtladım diye itiraf edecekti ama çok iyi kelimelerini duyunca ses çıkartmadı.

Mine'nin de konuya hiç girmemesi, içinde yanan ateşi, fırtınada yakılmaya uğraşılan kibrit misali parlatmadan söndürdü.

Kadın oturduğu sitedekilere satmak amacıyla on tane isteyip kendine aldığı kitabı da imzalatıp, parasını verdikten sonra çıkmak için hazırlandılar, veda sözlerinin ardından tam kapıya geldikleri sıra birbirlerine nasıl da yakışıyorlar Yarabbim, sen ayırma diye dua eden kadının mırıltısını duydu.

Kadının kastını anlayamadı, Mine de duymuş muydu?

Önde ve hızlı adımlarla yürüyen kızın duymadığına kanaat getirip hızlandı ama kafasının içi de tuhaflaşmıştı.

Aniden meydana gelen dalgınlığı da reklam tabelasına çarparak ödedi.

Akşam kitaplar bitip, dönüş yoluna çıktıkları sıra Mine sordu: “Osman neyin var, Müzeyyen teyzenin dükkanından çıktık çıkalı, çarpmadığın tabela kalmadı, iş ağır geldiyse yarın istirahat edelim.”

Tam fırsatıydı, yeri müsait olmasa da zaman cuk oturacak vaziyetteydi.

“Doğru ben çarpıyorum lakin sen çarpmadan gidebiliyorsun. Peki niye başkana gidemiyorum dedin?”

“Kafan oraya mı takıldı?”

Hiçbir direğe veya ağaca çarpmadığı halde, günlük yerleştirilen kısa tabelaları bastonu almayınca çarpıyordu ama bunu kız fark etmediği için iyi fırsattı, değerlendirecekti.

“Evet başkanın dediği çok garibime gitti, önce alay ettiğini düşünsem de sonra dikkatimi dağıtmaya yetti.”

Mine ağzı kilitlenmiş gibi eve gelene kadar tek kelime etmedi.

Kızın yardımıyla oturduğu koltuğu incelemeye fırsat bulamadan “Osman, gerçekten de kitabın devamını yazmaya niyetli misin?”

“Dükkan sahibesinin duygularını incitmemem gerekiyordu Mine.”

“Tahmin etmiştim, yani öyle bir niyetin yok.” 

“Doğrusu da bu, elimizde binin altında kitap kaldı. Senin hızına göre azami iki, üç günde biter. Damağımda birazdan yiyeceğim menemenin tadı, kuyruğumu kıstırdığım gibi evimin yolunu tutarım.”

Üstümü değiştirmeye gidiyorum diyen kız odadan çıktı.

Biraz hayal kırıklığıyla etrafını inceledi.

( Sığırcık Kuşu-9 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 27.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu