SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-8

 

 

Henüz odadan çıkmamıştı ki, halk arasında ahmak ıslatan adıyla tanınan yağmur başladı. Ev içindeyken yağmuru fark etmesinin nedeni damın oluklu sacdan oluşuydu ve damlalar düştükçe, trampet sesine benzer sesler çıkartıyordu.

Eskiden filmlerde görüp hatırladığı, İngiliz askerlerinin mahkumu idama götürürken askerlerin trampetlerini çalarken çıkarttığı ses.

Film ile arasındaki fark ise, bugün trampetler yola çıkan için değil de evde kalanlara çalmaktaydı.

Su içsem bile yarıyor cümlesimin de dürtüsüyle, trampetlerin kime çaldığına kanaat getirmişti, kafasından çıkartmaya uğraşsa da şuuraltı böyle söylüyordu.  

Hilmi ise tam araca ayağını atacağı sıra “Evlat bir daha gelmesen iyi olur, zaten tekrar geldiğinde bizi büyük olasılıkla bulamayacaksın” dedi.

Karşılığında, biliyorum trampetleri dinledim cevabını verdi.

Adamın süngerleşmiş beyni ile ne anladığı umrunda bile değildi.

Banliyö treninde tüm iradesini kullansa da, gözlerinden inen ipil ipil yaşları önleyemedi ama Sirkeci garından çıkıp otobüs durağına yürüdüğü sıra gene aynı Osman olmuştu.

Sokağına girince eşikte çene yapan kadınlara bayram selamını vermek istedi verdi de fakat karşılığı üç poşet et oldu. Hafif azarlayan kadınlardan biri Osman sabahtan beri seni bekliyoruz sözleriyle durumu kendince izah ettiğinde, bu mahalleye ait olduğuna iyice kanaat getirdi; ailesi gibi en beşeri gelişmelerde korkakça kaçmayacakdı.

Merdivenlerden inerken de onuncu basamakta durmadı. Yoluna devam ettiği sıra ulan kelin ilacı olsa başına sürer, öyle değil mi totem efendi mırıltıları arasında kapısını açıp içeri girdiğinde ruhunun kuşlar gibi hür, vicdanının süt beyazı gibi lekesiz olduğunu fark ederek gülümsedi.

Artık kendi dünyasına dönebilirdi ve yeni eline tutuşturulan etleri mutfağa götürdükten sonra bilgisayarının başına oturdu.

Öyle pek fazla uğraşı istemeyen kitabının işini bitirip, hayalindeki ancak yeni başladığı romanını okutup, beğemneyince sayfayı tamamen silip tekrar yazdı. 

Ne olursa olsun diğer arkadaşlarıyla da bayramlaşması lazımdı. Cebine tek onluk koyup, birahanenin sokağına doğru yola çıktı, Oğuz'un dediği gibi, kocalarına bayram da olsa verebileceği başka şey kalmamıştı.

Bayramın ikinci günü insanların ortalama evden çıkış saatini düşünüp, kendince programını yaparak, öğlene doğru Nişantaşı, Şişli güzergahının daha doğru bir yer saptamasını yapıp  besmelesini çekti.

Dönüş yolunda, cuk oturan tahminiyle övünüyordu. Gezmeye çıkan aileler sayesinde yol üzerinde malını bitirmiş, istirahat edecek zaman dahi kalmıştı.

Eve gider gitmez, verilen etlerden çıkartıp kavurdu.

Televizyon dinlediği sıra, biriktirmesi gereken rakama çok yaklaştığını ve şansi yaver giderse ay bitmeden parayı toplayabileceğini düşünüp, yaratanına şükretti.

Ayak seslerini duyar duymaz, kalkıp kapıyı açtı; Oğuz ve eşi birlikte gelmişlerdi ve kendilerine has bayramlaşma başladı.

“Ne haber bayram bebesi, elimi öp de bir onluk toka edeyim.”

“Berna, Allah’ını seversen şu herife birşeyler söyle. Sen de şahitsin, her bayram aynı numarayı çekiyor.

“Siz nezaman büyüyeceksiniz. Oğuz hadi elindekileri dikkatlice buz dolabına yerleştir. Osman abi, içimde ah kalmıştı, sana bir tencere yaprak sarma yaptım, elinin artığı biraz da kavurma hazırladım, afiyetle ye.”

“Aman Yarabbim ne diyorsun Berna, tencere buraya kadar sağlam mı geldi?”

Karşısındaki karartının dönüp “Oğuz oyalanma” diye bağırmasının akabinde, içeriden ağzı dolu birinden çıkabilecek geliyorum böğürtüsü geldi.

Oğuz yediği dolmadan fazla laf yiyip yerine oturunca hemen çay koymak için kalktı.

Hiç gitmelerini istemezdi ama kalktıkları sıra tüm biriktirdiği paraları saydırıp demetletmiş hatta birkaç yüz iğne takımı da hazırlatmıştı.

Berna da ev projeesini öğrenip, ince ince gözyaşlarını dökerken dua etmeyi de ihmal etmemişti.

Ya bu cefakar, vefakar arkadaşı olmasa ne olurdu?

Her eve lazım cinsinden, herkesin Oğuz gibi bir kadim dostu olması gerekiyordu; tabi, Oğuz'un da; Oğuz'u eşi Berna idi, anne olmayı hak etse de olamayan Berna.

Bayramın son günü eve gelip, tüm ciroyu hesaplayınca şaşırdı.

Önündeki hafta işler sadece normal giderse para tamamlanabilirdi.

Sonuçta ayın en geç yirmi beşine kadar hastaneye sevk olabileceğinin işaretiydi ama şimdi çoban salatası için hazırlıklara girişmesi gerekiyordu.

Salatasındaki lezzeti kendi keşfetmişti ve tüm sır domatesteydi. Bilhassa soğuk havalarda, dolaptan çıkarılan domatesler öylece doğrandığı takdirde salatanın tadı kalmıyordu. Tencere içinde su ısıtıp domatesleri içine atarak, yazın dalından koparıldığı anki sıcaklığına erişecek şekilde aynı ortamı hazırladı.

Soğanlar, kokmaması için, en son doğranacaktı ama önce kabuklarını soyarken aklına Berna geldi, nasıl da ev işini öğrenince sevinç gözyaşları dökmüştü.

İçindeki direkten dönme korkusu olmasa, söyleyecekti emeklilik işini ama o korku olmasa.

Zor dayanmıştı, kızcağızın döktüğü göz yaşlarına. Üstelik kız ileride alabileceği ev için ağlıyor, gözyaşlarını bilmeden emekliliği için akıtıyordu ve tek sorumlusu da içindeki engellilere ait başaramama korkusuydu; yaşadığı ülke, mensubu olduğı devlet kafasına böyle nakşetmişti.

Halbuki devletin, ilk kör olduğu günden itibaren sazı eline alması gerekmiyor muydu?

Sehpayı yatağının üzerine çıkartıp, masayı ortaya çektikten sonra sandalyeleri yerleştirdi. Tabakları koyduğu sıra gelen ayak sesini duyar duymaz kapıya seyirtti.

“Abicim merhaba, bayramın mübarek olsun.”

“Hoş geldin Kartal, senin de bayramın mübarek olsun” derken sarıldılar.

“Abi sana memleketten, Afyon kaymağı ile anacığımın elleriyle doldurduğu sucuktan getirdim. Dur şunları dolaba yerleştireyim.”

Arkadaşının arkasından baka kaldı. Kartal'ın Afyonlu olduğunu, aşağı yukarı on ay sonra öğrenmişti aynen SSK’daki haklarını çok geç öğrendiği gibi. Otobüs kartını, engelli kimlik kartını da çok geç öğrendiği gibi. Devletin daha ilk günden yönlendirip, öğretmediği için.

“Abi misafirlerin geleceğine göre, ben gideyim istersen.”

“Masadaki sandalye sayısına baktın mı; saçmalama.”

“O halde yardım edeyim, ne yapıyoruz?”

“Yemeği onlar getirecek, salata da hazır sayılır. Kitaptaki düzeltmeleri bitirdim, eğer istersen o küçük aletine çekip, yapabileceğin ne varsa yap.”

“Tamam abi, hafta başı ben en azından on tane yayın evine götürür bırakırım, Allah yardımcın olsun. İkinci kitabın yürüyor mu?”

“İlk sayfayı toplam üçüncüye yazdım, dediğin gibi yürüyecek, el mahkum.”

Yukarıdan gelen çelik baston sesleri, konuyu kapadı.

Hala damağında sucuklu yumurtanın tadı, Vezneciler'de iğne satışı yaparken, bir gün önce yani Cuma akşamı parayı tamamladığını ve pazartesi gidip yatıracağını hatırlayınca, yaklaşmakta olan karaltıya sırıtıp, fark etmese de kişinin düşüncesini değiştirip vazgeçmesine neden oldu.

Bir hoş bağırıyordu, içten gelen güvenle. Yaklaşan, yanından geçen ve satın alan veya almayan kim olursa olsun gülümsüyor, gocunacak yarası olmadığı için, tüm korkularını yenmiş, işin bittiğine inanıyordu.  

Evet, içinde sermayesi de olsa, para hazırdı.

Çoban salatalı, kavurma partisinin ardından tam on gün geçmiş, yağmur nedeniyle iki gün işe çıkamasa da, canını dişine takıp, parayı toparlamıştı.

İçten gelen heyecanla bağırdı: “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi, yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Başına toplananlara mal yetiştirmeye çalıştı, furya bittiği sıra aklına o gece tekrar geldi.

Gökay çok sakin geçirmişti geceyi lakin Kartal ile Nuray iş konuşmasına öylesine kaptırmışlardı ki, anlayamadığı teknik kelimelerin yanı sıra arada atılan kahkahaların manasını da çözememişti. Önemi de yoktu, kendi göremese bile Gökay tüm olan biteni gözleriyle takip ediyordu herhalde.

Sonuçta iki hafta sonra, Kartal taşradaki işini bitirince Nuray’ın şirketinin işine başlayacaktı ve irtibat kurarız diye anlaştıklarında birbirleriyle telefonlaşabildiklerini fark etti ama bundan da doğalı olamazdı.

Saat iki buçuk sularında malı bitti, kalem satmak için, Şişli otobüsüne bindi, fazla mal almamıştı yanına, satabildiğince saat yediye değin takılacaktı.

Sehpanın üzerinde üş bira şişesi ve tabak içinde yüz gram yer fıstığı.

Askerlik borçlanmasının zaferi için alıp koymuştu.

İlk şişeyi alıp yudumladıktan sonra ağzına birkaç fıstık atıp çiğnerken, karşı duvara, biraz kibir, gururla da olsa görmese bile, azmedince başaran insanların gözleriyle bakıyordu.

Kapıya asılı kabanından gelen telefon sesi, telaşlanmasına neden oldu.

“Alo Osman sesimi tanıdın mı?”

Nuray değildi peki kim olabilirdi?

“Osman düşün hele, ben kimim?”

Kimseye numarayı vermemişti. Hayır hayır, dolaylı yoldan vermiş olabilirdi.

“Beti tanımıyacağımı mı sandın.”

Kısa sessizliğin bitiminde kulakklara hoş gelen bir kahkaha ve harikasın kelimesi.

Halbuki yılbaşı gecesi görüşmüşlerdi, peki sesi neden ilk anda algılayamamıştı?

Beti hal hatır dahi sormadan maziye dalıp, ilkokul hatıralarından konuya girdi.

Anlattıkça anlatıyor, arada ha hı demesine rağmen, kelime kurmasına dahi fırsat tanımıyordu.

Son defa, gazeteden kestikleri sahte parayı, misina ile bağlayıp yolun üzerine bıraktıktan sonra, görüp almak için eğilenlere oynadıkları oyundan bahsedip kahkahalarla gülerken, ansızın sustu.

Fırsat bu fırsattır inancıyla, ikinci şişesini açıp,kendi hatırladığı birkaç anıyı da ortaya atacaktı ama Beti galiz bir küfür ile başlayıp, sek sek oynarken ve ip atlarken niye devamlı oyunumuzu bozuyordunuz, küçücük kalplerimizde sevgiden başka ne vardı, tüm problem Hristiyan olmam mıydı gibi, anlamsız bir sorunun ardından, şişesi bitene kadar bağıra çağıra ağlayıp,döğündüğü sıra ancak Beti ‘’Şimdi beni iyi dinle, benim için tüm semavi dinler bir nehirdir ve tek asumana dökülür” diyebildi ama genç kadın nasıl aniden telefonunu açtıysa, hıçkırıklar arasında gene ansızın kapadı.  

Beti'nin ettiği küfürlere içinden de olsa karşılık verecekti fakat birden duraksadı.

Beti sarhoştu hem de öyle böyle değil, zil zurna sarhoş. Hatıralarla ayakta durmaya çalışan Beti, kendi gibi kadersiz ve çok mutsuzdu.

Neresine gittiğini anlayamadığı iki şişe biraya da mal osa, zenginliğin mutluluk getirmediğine şahit olmuştu. Kalan şişeyi götürüp, zulasından Beti'nin Oğuz'dan artan şişesini getirdi. Kendi zaferi için değil, çocukluk arkadaşının üzüntüsüne bir nebze ortak olabilmek için içecekti.

Akdeniz akşamlarını dinlemek için, sistemini kurduğu sıra hiçbir zaman kızların oyunlarını bozmadığını hatta o günlerde asmaya su inmemiş olmasına rağmen, ip atladıkları sıra külotlarına kadar yükselen eteklerinden bacaklarına erkekçe bir güdüyle baktığını ve oyun bozmadığını anımsadı, peki bu kadın ne demeye çalışmıştı?

Ne demeye çalışacaktı ki, kelimenin tam anlamıyla, zengin kız fakir delikanlıyı anlatan,  Türk filmi senaryosunu ve belki de yüzyıllardır süre gelen o anlamsız din kurgusunu.  

Pazartesi, Şehnaz Hanım’ın karşısına geçip, tüm evraklarla birlikde, vezneden aldığı makbuzu koyup bekledi.

Kadın bilgisayarında birşeyler yaptı ve “Tamam Osman Bey, şimdi sizi sevk edeceğim; hayırlı olsun” derken kafası rahat olmasına rahattı ama yüreğine de anlatabilse.

“Osman Bey, bugün heyet yok, yarın var. Sabah adı yazılı hastaneye erkenden gidin. Allah yardıncınız olsun.”

Kadının dosyalayıp verdiği evraklarla ayrılıp, semtine döndü. Esasında aynı gün doktorlara çıkacağını düşündüğünden yanına mal almamıştı.

Salı sabahı, gittiği hastanede yapılması gerekenleri öğrenmek için, karşısına çıktığı genç memure, yanına rehber verince, tüm doktorları bir saate yakın sürede dolaştı.

Sadece göz doktoru yirmi dakikaya yakın uğraşmış sonunda geçmiş olsun evladım dedikten sonra, ayrılmıştı. Şimdi Perşembe günü tüm doktorların karşısına, toplu haldeyken son defa çıkacak ve karar orada verilecekti, yarası olan gocunsun.

Günü saati gelince, adını duyar duymaz, rehberi ile birlikde, heyetin karşısına çıktı ve henüz gözlüklerini çıkartmaya fırsat bulamadan çıkabilirsin sözüyle odayı terk etti.

Kapıdan çıkmak üzereyken, doktorlar da kulaklarıyla görebildiğini düşünemediklerinden aralarında konuşmuşlar, göz doktoru akut optik atrofi derken bir başkası da yazık demişti.

Ayrılmadan önce rehbere sordu: “Birader sonucu bir seneye alabilir miyim?”

“Ne diyorsun kardeşim, şimdi artık bilgisayarlar devrede, azami bir ayda sonuç için seni çağırırlar.” 

“Bir sorum daha var, sakat kimliği için de başvuracağım, işlemleri nereden öğrenebilirim bir de her hastanede senin gibi rehber veriyorlar mı?”

On beş gün geçmişti, heyetten çıkalı. Cebinde otobüs kartının yanı sıra, sakat kimliği, yüreğinde frenleyemediği bir heyecan, elinde iğne paketleri Vezneciler’de ekmeğinin peşinde koşuyordu. Arada Oğuz ile buluşmuş, olup biteni anlatmamak için kendini zor tutmuştu.

Kartal kitabını çoğaltıp dağıtmış ve gene taşraya gitmiş, bugün yarın dönecekti.

Garip olan, kardeşlerden hiç haber yoktu. İki kere aramasına rağmen, hoş karşılansa da onlar hiç aramamışlardı.

İşin en acı tarafı, Nuray’ın ses tonu ile veya konuştuğu sıra ciddiyetinden taviz vermeyerek, gitgide uzaklaşmaya başlamasıydı sonuçda Nuray da kulaklarıyla görebildiğini fark edememişti.

Aşık mıydı, kara sevdalı olsa ne yazardı?

İnsan bulunduğu seviyeyi ve haddini bilmeli; seninki paten ile, buz dağına tırmanmaya yeltenmek gibi birşey diye mırıldanıp, bağırdı “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Ayakları fena üşüyordu. Şubat ayı, züccaciye dükkanına giren fil misali girip beraberinde getirdikleriyle, seyyar satıcıların kabusu olmuştu.

Okullar yaryıl tatilindeydi ama günlerce süren yağmurlar ve ayaz, kalem satışını sıfırlamış ancak iğne satışlarıyla geçimini sağlayabiliyordu.

Gene de günde elli, yüz paket arası iğne satabildiği için, kafasını kaldırıp,yaratanına şükretti.

İyi giden tek şey, yeni kitabında kurgularını oturtup, yirmi sayfanın üzerine çıkmasıydı.

Çevresini saran kadınların aldıkları iğnelerle, düşüncelerinden bir ara uzaklaştı ama tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıydı.

Beti bir daha aramamıştı, utanıyordu herhalde.

Büyük olasılıkla Beti'nin platonik de olsa ilk aşkıydı.

İçki alemlerinde öğremdiği gibi, kadın ilk aşkını erkek son aşkını unutmazmış; hadi canım sen de, unutabilmek için önce aşık olmak gerekmez mi? 

İç güdü ile birinden hoşlanmak aşk değildi ki.

“Kardeşim iki paket verir misin.”

Kızın sesi Nuray’ın sesine nasıl da benziyordu.

“Buyur kardeşim” derken, içi sızladı.

Malını bitirip eve geldiğinde dahi, kulaklarında hala kızın kardeşim diyen sesi yankılanıyordu.

Belki emekli olduğunu öğrendiğinde veya ev almak için girişimde bulunduğunda ses tonu değişir miydi?

Olay para değildi, arkasında sıfır aile desteği, biri kaymış görmeyen gözler ve abisinin vaziyeti sebebiyle kendi çektikleri.

Sadece son sebep bile yeterliydi.

Hırsla kalktı, zulasından iki onluk alırken de ulan işte şimdi gerçek aşkın ne olduğunu öğren. Kız da senin düşündüğün anlamda bir sevgi olsa, defalarca arardı. O sadece seni kullanmak istediği zaman aradı düşüncesiyle evden çıkıp, birahaneye gitti.

Sabah paspasları çırpmak üzere dışarı çıkınca, yüzüne vuran güneş, hangi cins mal satacağının habercisiydi.

Saati gelince çantasına elli iğne, yüz kutu kalem koyup çıktı.

Akşam ekmek, ton balığı ve bira almaya markete girince çırak “Osman abi bugün malı götürmüşün” dediğinde, suratının işler iyi gidince değişip, herkes tarafından anlaşıldıını fark etti.

Çocuk haklıydı, öylesine işleri iyi gitmişti ki, aldıklarını poşet yerine çantasına doldurmuştu.

Evde Kartal'dan gelen telefon, yalnızlığını bir nebze de olsa alıp götürdü ama aldığı ilk haber iki, üç gün daha işinin uzayacağı idi haberin kötüsü ise, Kartal yayın evlerine açtığı telefonlardan şimdilik olumlu bir yanıt alamamasıydı.

Fazla hatta hiç üzülmese de, içini burukluktur kapladı.

Tabi ya, normal erkekte dahi olmaması gereken şans, bir körde olabilir miydi?

Dört gün boyunca süren güneşli hava, dağlardaki karlarla birlikde kalemlerini de eritmiş, az da olsa bankanın yolunu tekrar hatırlatmıştı.

Akşam Oğuz ile meyhanede buluşacaklar, Kartal da oraya gelecekti.

Her zamanki masalarına gelip yerleştiğinde, hemen başına dikilen garsona, arkadaşlar da gelecek diye dert anlatırken Oğuz gelince, işler rotasına girdi.

Kadehlere içki koyamadan, Kartal da gelip, önce hasret giderdiler ardından alem başladı.

Zaman sular seller misali akıp giderken her zaman olduğu üzere, sıra tam belden aşağı fıkralara gelmişti ki Kartal “Abi sana kötü bir haberim var” diye başlayıp devam etti: “Abi işyerinden ayrılmadan önce, yayın evlerinden birini daha aradım. Adam yayınlayamayacaklarını söyledi ama sesindeki içtenliğe dayanarak sebebini sordum. Aldığım yanıt şu abi, senin kitabın türünde eserler on beş yıldır yayınlanmıyormuş. Bana son olarak, sahaflara gidersen bir liraya o kitaplardan bulursun dedi.”

Karşısında Oğuz  vardı, yanında da Kartal.  İki karaltının da başlarını öne eğdiklerini  fark edince, içinde lavlar akıtan volkanı, bir yudum rakı ile söndürüp “Oğuz şu Girit’ten gelen üzüm salkımları fıkrasını anlat da, neşemiz yerine gelsin.”

Kartal: “Abi kusura bakma, elimden fazlası gelmiyor.”

“Sakın üzülme, hata varsa bende sayılır ama hata yok. Nereden bilebilirdim, kitapların da modaya göre yayınlanabileceğini. Yüzyıllardır modası geçmeyen aşk ve polisiye romanlar gibi diğer türlerin de bilincinde olmasam da, konumun dikkate değer olduğunu sanıyordum, yanılmışım.”

“Abi öyle deme,yüzlerce yayınevi var elbet birinden biri yayınlayabilir. Daha da olmadı kendimiz bastırırız. Bak sana flaş bellek de getirdim, bilgisayarının başına kaza gelirse,emeklerin heba olmaz.”

Oğuz: “Şimdi karının biri sevgilisiyle rahat buluşabilmek....”

“Oğuz bırak ulan şu fıkrayı, Kartal gene taşraya mı gideceksin?”

“Hayır abi, hani şu Nuray Hanım’ın işi varya, sanırım bu hafta oraya takılacağım.”

“Yani akşamları beraberiz.”

“Zor biraz, patron hafta içinde bitirme sözü vermiş.”

“Oğuz sen fıkrana devam et, bana bu heriften hiç hayır yok.”

Cümlesinin bitiminde, pişmiş kelle gibi sırıtırken, arkadaşlarının gülüşmeleri fıkradakilerden de kaliteliydi.

Eve geldiklerinde, Kartal yeni aletini nasıl kullanacağını öğretip gitti.

Yalnız kalınca aklına gelen cinliği hatırladı ama arkadaşı Nuray Hanım’ın işine gideceğim sözleriyle dürüst cevap vermişti; boşuna mı endişeleniyorum diye hayıflandı.

Yarıyıl tatilinin son haftası, güneş, kalem satmasına müsaade etmiş, elindeki malı bitirmeye uğraşıp duruyordu. Nişantaşı’na doğru adımladığı sıra telefonu çaldı.

“Alo Osman benim canım nasılsın?”

Nuray’dı, haftalar sonra akıl edebilmişti demek. Karmaşık duygular içinde ancak merhaba diyebildi.

“Osman şu anda Kartal'da yanımda, birlikte çalışıyoruz. Laflarken seni andık ve dur arayalım dedik. Çalışıyor musun?”

“Evet çalışıyorum Gülay, size de hayırlı işler, Gökay nasıl?”

“Bırak o maymun iştahlı serseriyi.”

“Babasıyla kavga mı etti?”

“Hayır, beyzadem üşüyormuş, işi bıraktı ve elimizde iki yüz küsür kutu kalem kaldı. Beyefendi korsan taksicilik yapmak istiyormuş.”

“O kadar kalem varsa iğne ne olacak?”

“Biraz da seni onun için aradım, aldığımız fiyata sana devretsek, kabul eder misin?”

Tokatın böylesini hiç yememişti. Yıkılacak gibi olduysa da yıkılmadı. Hayır hayır hayalleri yıkılmıştı.

Ters cevap verip kaybetmektense önce isterseniz sizin adınıza satayım dedi ama kız kabullenmeyince getirin ben alırım demek mecburiyetinde kaldı.

“Osman benim işlerim çok sıkışık, Kartal'ın getirmesinde problem olmaz sanırım.”

İkinci tokatın ilkinden aşağı kalır yanı yoktu ama bu sefer gafil avlanmadı.

“Nuray, canın nasıl isterse öyle yolla.”

Aradaki duraklama da hiç umurunda değildi ve ne düşünürse düşünsün kırdığı kalbi onaramazdı. Şimdi daha iyi anlıyordu, geçici de olsa, kısa süreliğine tutunacak, sağlamı bulunduğunda bırakılacak daldan başka değeri olmadığını.

Böylesine, esasında verilecek yanıt da ancak kutuları bir lira eksiğine alırım olmalıydı ama aynı seviyeye düşmeyecek, kırılsa da kırmayacaktı.

“Osman bir isteğin var mı?”

Nasıl olsa telefondan kendini göremezdi, acı acı gülümserken hayır ama şimdi çok işim var dedikten sonra kapadı; anlayabildiyse anlamıştı herhalde.

Kendi anlayamadığı ise, düştüğü umutsuzluğu tüm gelip geçenler anlamış da el atmak, acısına ortak olmak istermişçesine, elindeki malı silip süpürmeleriydi.

Kalan iğne ve kalemler ertesi akşam geldi.

Zulasından çıkarttığı parayı arkadaşına saydırırken, suratının aldığı şekle hiç önem vermedi nitekim “Osman abi zoraki olduğunu biliyorum ama inan benim günahım yok”

“Kartal saçmalama, neden senin günahın olsun. Nuray’ın bile suçu yok, herşey abisi olacak şuursuzun başının altından çıkıyor. Büyük ihtimal kız malları kendi cebinden aldı, hıyar herif yan çizince, şimdiki duruma düştü. Tabi şunu da söylemeden edemeyeceğim, nasıl olsa elinin altında, hayaller kuran enayinin biri var.”

“Hepsini anladım da, hayal bölümünü anlamadım abi.”

“Boşver, o biz körlere ait bir duygu.”

Arkadaşını aniden surat astığını hatta ses tonunun değiştiğini hemen fark etti. İhtimal şu anda gözleri çakmak çakmaktı, ama niye?

Oğuz’dakiler hariç son kalem kutusunu bitirdiğinde, ertesi gün okullar açılacak ve kalem işi bıçakla kesilmişçesine bitecek, kalanlar sermaye olarak Eylül ayını bekleyeceklerdi.

Neşe içinde semte dönerken aklına değiş tokuş gecesinden sonra Kartalın da uğramadığı gelince umursamadı ama düşünmekten de kendini alamadı.

Nuray için hayal kurması, Kartal'ı ilgilendirmezdi ki.

Şubat ayının son hafta başıydı ve  kalem işi yoktu, öğlene kadar keyif yapmaya karar verip, sobasını yaktı.

Kahvaltısını etmiş, sıcacık odasında çayını yudumluyordu.

Son günlerde abonesi olduğu, apartımanın posta kutusu gene boş ve yavaşça panikleme nedeniydi. Rehberinin söylediği eğer doğruysa, geçen hafta sonuna dek, çoktan haber gelmeliydi ama biliyordu ki kaderinde emeklilik olsa bile kuzu gibi meletmeden gerçekleşmesi mümkün değildi.

Ocağın üzerinde bıraktığı demliğinden çay almak üzere ayağa kalktı. Oda kapısını açtığı an cümle kapısının da açıldığını duyup bekledi, bu saatlerde binaya giren çıkan pek olmadığı için dikkatini çekmişti.

Ayak sesleri merdivenlerden inmeye başlayınca, kaçak elektrik kontrolleri geliyor diye kalbi çarpmaya başladı fakat henüz basamaklar bitmeden kendisini gören kişi önce posta ardından adını söyleyince korkusunun sadeceniteliği değişti.

“Buyrun benim.”

“Kimliğinizi gösterip, lütfen şurayı imzalayın.”

Gelmişti işte, geç de olsa, rededilmiş bile olsa gelmişti.

“SSk’da mı geliyor?”

Postacı da, meraktan dokuz doğurması için elinden geleni yapmaya niyetliydi herhalde. 

“Evet dediğin yerdem geliyor, kusura bakma baştan fark edemedim, yardımcı olayım mı?”

“Hele gel içeri, sana bir bardak çay ikram edeyim, hem ısınır hem de okursun.”

Şehnaz Hanım’ın yardımıyla başka memurenin masasına getirelene kadar soğuk kanlıydı lakin sandalyeye oturduğu andan itibaren neredeyse altına kaçıracaktı.

Acabaların, sille tokat birbirine girdiği anlarda kadın çektiği ızdırabı anlamış olacak ayağa kalkıp yanına geldi ve eline tutuşturduğu nesnenin cinsini henüz kavrayamadan “Osman Bey, emekli cüzdanınız. Aderesinize en yakın bankaya hesabınız açılacaktır. Azami on beş gün içinde size haber gelir.”

Adını bile öğrenemediği memureye teşekkür edip odadan çıktı ama esas teşekkür etmesi gereken kişiyi bulacaktı.

Şehnaz Hanım’ın masasının yanındaki sandalyeye oturduğunda, hiç duraksamadan “Hanımefendi, eğer o gün siz de beni ilk başvurduğum günlerdeki meslektaşlarınız gibi başınızdan savsaydınız şimdi emekli değildim. Şahsınıza duyduğum minneti kelimelerle anlatamasam da binlerce defa teşekkür ederim. Dediğim gibi kendimi ifade edemiyorum, kusuruma bakmayın.”

“Hiç önemi yok kardeşim, ben görevimi yaptım, geçmişte olanlar için hatayı kendinde de aramalısın hatta nasıl yaparsın bilemem ama haklarını A’dan Z’ye öğren ki; başına böyle şeyler bir daha gelmesin.”

Tekrar teşekkür edip odadan çıktı fakat bu sefer de aklına Nuray geldi, merdivenlerden inmeden telefonunu açtı.

Kız açtığında sürpriz sürpriz diye bağırıp, emekli olduğunu söyleyecekti.

Telefon üç kere çaldıktan sonra birden kapandı.

Düşmüş olacaktı, tekrar tuşlara bastı ama bilgisayardan gelen ses ulaşılamadığını söylediğinde, şok oldu.

Gene de iyi niyeti elden bırakmadan önemli işi var ki açamıyor tesellisiyle, basamakları indi.

İşi biter bitmez mutlaka kendi arardı herhalde.

Ya isteyerek telefona çıkmadıysa, böyle şey olabilir miydi?

İçinden hadi bu mutlu günü ıslatalım diyen sese tam kulak verecekken aklına Oğuz gelince durağa yürüdü; nankörlüğün alemi yoktu ve bu haberi ilk hak eden kişiyi arka sıralara atamazdı. 

Mağazadan içeri girdiğinde münakaşadır gırla gidiyor, kişiler biraz daha ucuza alabilmek uğruna olmadık taklalar atıyordu ve arkadaşı şu anda kendisiyle ilgilenemezdi.

Sessizce köşeye oturup, alışverişin bitmesini bekledi.

Yalnız kalabildiklerinde Oğuz “Çantan nerede, işe çıkmadın mı” diye sorunca, dananın kuyruğu koptu.

Ayağa kalktı, arkadaşının yanına gelip onu da ayağa kaldırıp sarıldı ve ağlamaya başladı.

“Ulan neyin varsa söyle, başına birşey mi geldi, evden mi attılar?”

Soru üzerine soru soran arkadaşına yanıt vermeden hıçkırarak, inleyerek göz yaşı döktü ve sonunda kollarını gevşetip, cebinden çıkarttığı emeklilik cüzdanını uzattı, ağlaması da bitmişti.

Asırlar gibi gelen birkaç saniyenin bitiminde “Ulan oğlum bu ne, emekli mi oldun?”

Sadece evet diyebildi ve tekrar sarıldı ama bu sefer sarılma karşılıklıydı ve Oğuz'un böğürmesi ise, hiç çekilir gibi değildi.

Dakikaların bitiminde akılları başlarına gelince, karşılıklı oturup tüm olanı biteni ve neden önce haber vermediğini anlatıp bitirdi.

“Harikasın ulan şerefsizim harikasın.”

“Sağol arkadaşım, sanırım bu sefer kedi olalı ilk faremi tutabildim.’

Oğuz'un “sen öyle san” demesinin içindeki manayı çözmeye çalışırken, arkadaşının ayağa kalktığını fark edip sordu “Neden kalktın?”

“Aklı başında konuşabileceğimiz biryere gidelim, hadi fırla.”

Şaşırmıştı, ayağa kalktığı sıra “Niye burada aklımız başka yere mi kaçacak” diye mırıldandıysa da yanıt alamadı.

Gidip tezgah açtıkları yer ise Rumeli Kavağı’nda, küçük bir meyhane olunca, arkadaşının bu özel günü kutlamaya karar verdiğine inanıp gevşedi.

 “Dinle, ben zaten hayatımın en önemli gününü kutlamayı düşünüyordum ama semt varken buralara gelmenin alemi var mıydı?”

 Oğuz'un ilk heyecanı geçmiş, soluk alışları değişip, başlarına dikilen garsona bile sert tonda ısmarlamasını yapmıştı, peki doğru gitmeyen neydi?

“Osman farkında mısın, Berna'ya bile şu harika haberi vermedim?”

“Düşünmemiştim ama şimdi çok şaşırdım; ne oluyor lan?” 

“Önce şunu söyle, emekli olduğunu benden başka bilen var mı?”

“Sana gelmeden önce Nuray’ı aradım ama çok garip, telefonu açmadı; işi vardı sanırım.”

“İyi ki açmamış, neyse onu sonra konuşuruz. Dinle, Berna'nın ailesi hala semtte oturuyor, o yüzden haber vermedim. Eve gider gitmez gerekirse usturubuna göre anlatırım ama şimdi dediklerimi kafana iyice sok. Emekli olduğunu senden benden başkası bilmeyecek, hatta Berna'ya dahi şimdilik söylemeyi düşünmüyorum.”

Kadehi elindeydi, kafasının ücra köşelerinde bazı kıpırdanmalar olsa da sinirlenmeye başladığını hissetti ama arkadaşının kastını tamanlamadan parlamamaya karar verdi.

“Beni bu gudubet yere neden getirdin, eşine söylememenin manası var mı, niye Nuray’ın telefonu açmaması iyi oldu?”

“Berna'ya söylediğimde koşturup annesine babasına müjdeyi verecek; daha makulu da olamaz. Ertesi gün kahvehanedekiler ve dedikoducu kadınlar vasıtasıyla bütün semt azami üç günde emekli olduğunu öğrenecekler ve sanırım ilk iş senden ya kira isteyecekler ya da kapı dışarı edip, ev satın alma hayalimize köstek olacaklar. Tabi birahanedeki yiyicilerin de işin başka tarafı.”

“Sen ne diyorsun, ben birahanedeki tüm arkadaşlara bira ısmarlamayı düşünüyordum, tabi bir kereye mahsus.”

Oğuz büyük ihtimal rokayı ağzına demetiyle sokuyor olmalıydı. Bir süre termik santrallerin kömür kırma bölümündeki sesleri andıran sesleri dinleyip sıkılınca, deniz tarafından gelen dalga seslerine ve martıların bağırışlarına kulak verdi. Işık seçen gözünü masaya dayasa da, örtünün rengini seçemedi; ne renkti acaba?

Henüz ısmarlanan ızgaralar gelmemiş, soğuk mezelerle idare ediyorlardı.

Aldığı yudum, gırtlağını yakarak yol alırken, elini tabağındaki çiroz salatasına uzattı ve aklını kurcalayan soruyu, daha fazla tutamayacağı için sordu: “Nuray’ın telefonu açmaması neden iyi oldu?”

Arkadaşı önce tekrar roka söyledi ve her zamanki gibi bakışlarını üzerine dikip, sanki hayatında ilk defa görüyormuşçasına süzmeye başladı; görmese de bu böyleydi.

Servis tabaklarının kaldırılıp yerine ızgara lüferlerin almasına dek hiç konuşmadan öylece birbirlerini süzdüler.

“Osman onca yıldır Aksaray gibi işportacıların fakültesi sayılabilecek yerde çalışıyorsun, hiç feyz almadın mı?”

“Ne demek istiyorsun, Nuray ile işportacı kurnazlığının alakası var mı?”

“İstersen semtten başlayalım, ulan sen aptal mısın emekli olduğunu öğrenecekler ve seni siroz olana dek rahat bırakacaklar, rüyamda görsem hayra yormam. Hatırlasana işe ilk başladığın günlerde sermayen ile dahi içmeyi teklif etmediler mi?”

Izgaranın kokusu öyle güzeldi ki yanıt vermeden, yudumunu alıp hemen balığına girişti.

Arkadaşı da boş durmuyor, balık ve rokasını didikliyordu, hissettiği gibi tam kadehini ağzına götürdüğü an cevapladı: “Ben hala ev sahibi olmak istiyorum dostum ama sonuna kadar haklısın dediklerine harfiyen uyacağım fakat sen Nuray'dan haber ver.”

Oğuz'un konuşmamak için kırk dereden su getirdiğini anlamıştı ama sebebini bilmemek gerçeği öğrenmekten de zordu.

“Osman, geçen gün Kartal geldi. Sarhoştu ve ağzından çıkana da pek dikkat etmiyordu. Bana senin o kıza aşık olup olmadığını sordu. Ben de sana karşı çam devirmemek için sarhoşluğundan faydalanıp öttürdüm kerizi. Osman, kardeşim Kartal'ın dediğine göre ikisi birbirine aşık olmuş ve kısa zamanda evlenip yuva kuracaklarmış ama önlerinde sen varmışın. Sen bu kıza aşık mısın, şimdi anladın mı telefonunu neden açmadığını.”

Oğuz'un düşüncelerini tam anlayabilmesi için söze “Hatırlarsın, gözlerimi kaybetmeden kısa süre önce, hayatımda ilk defa da olsa tatile çıkıp, iki gün geçmeden kıçıma baka baka geri dönmüştüm. İşte o iki gün içinde bir kıza aşık oldum ve hala unutamadığım kızın adı Nuray’dı.”

İlk tepkiyi ölçmek için biraz bekledi.

Arkadaşının her zamanki oturuşunu değiştirip dikleşmesi, bilmediği bu olaya önem verme nedeniydi. Fırsatı kaçırmadan olup biteni anlattı ve perdeyi o melun trajediyle kapatıp sustu.

Oğuz söyleyecek laf bulamıyor olmalıydı ki, sazı tekrar eline alıp “Hani sen bana aşık mı olmaya çalışıyorsun demiştin ya, evet haklıydın sadece isim benzerliği gibi bir safsataya inanıp haddimi bilmeden o haltı yemeye çalıştım ama şimdi tüm kalbimle inanıyorum ki platonik hayallerden öte geçemedi.”

“Osman çok yanlış düşünüyorsun, haddimi bilemedim ne demek?”

“Ben kimim Oğuz, karşında oturan adama bir bak hele.”

“Zırvalama ulan. Bazıları beğenmese de, hor görse de, gözlerinden ötürü aşağılayıp küçük görseler de benim karşımda hayat denen acımasız ordunun kader isimli özel birliğini yerden yere vuran bir kahraman oturuyor.”

“Ufak at da civcivler de yesin. Kader dediğin bana öyle bir kazık soktu ki belki de öldükten sonra dahi çıkaramayacak kadar büyük.”

“O halde sana şunu söyleyeyim, yaptıklarını çevrendekilerin yaptıklarıyla karşılaştır.”

“Ben de sana şu cevabı vereyim, içimdeki ateş öylesine büyük ki, beni oturduğun apartmana kalorifer kazanı niyetine takabilirsin.”

Oğuz'un yüksek tonda “Yeter artık be’’ demesiyle ikisi de sustu ve masayla ilgilenmeye başladı.

“Aynı terananeyi yıllardır temcit pilavı gibi önüme sürüp duruyorsun. Sanki bu kavanoz dipli dünyada tek kör sensin. Millet görmeyen gözlerle tablo yapıyor, sonunda santralci olsalar da, hukuk bitirip avukat hatta profesör dahi oluyor. Kendini bu kadar hırpalamanın alemi var mı?”

Önce duymazlıktan geleyim fikrini aklından geçirse de bu işin bir daha açılmaması için olup biteni anlatması gerektiğini düşündü.

“Örtü ne renk?”

“Deniz mavisi, konumuzla alakası var mı?” 

Ağzına teptiği balık parçasına aldırmadan pişkince sırıttı. Biraz sükutu hayale uğramış, arkadaşının da iş ve günlük hayatıyla ilgisinin tamamen yüzeysel olduğuna kanaat getirmişti. Tabakta kalan son roka yapraklarını da teptikten sonra ciddileşerek: “Bana bak, müstesnalar ve baştan kör doğup, dünyayı tanımayanlar hariç inan ki çoğu benim durumumda. İşe çıkmaya başlayalı başımdan geçenleri bilsen şaşar kalırsın. Alışveriş yaparken acıyanların, küçümseyenlerin, aşağılayanların yanı sıra yakamdan tutup köydeki eşeğini çeker gibi beni çekerek, olası gelişmelerden uzaklaştırdığını sanan polisine, ve her defasında zaten Allah belanı vermiş diyeninden tut da değişik hakaretlerde bulunan türlü zabıta memuruna ve hafız dediğinde hocam karşılığını alınca almaktan vazgeçen kibirlisine, prezervatif hatta kaçak sigara veya uyuşturucu isteyenine kadar türlü insanlarla uğraşmak kolay mı ve en beteri de hakaretin, aşağılamanın en kötüsüne muhatap olmak kolay mı sanıyorsun.”

“Anlamadım beteri de mi var?”

“Hem de öylesi var ki insanlığımdan utandım. İki sene kadar evvel biri yaklaşıp bana o işi görmez gözlerle nasıl yapıyorsunuz diye sordu.”

Karşısındaki karaltı önce hopladı ardından küfür sesi duydu ve sessizlik.

Çağrılan garsona verilen üçüncü roka siparişinin ardından arkadaşı duyamadığı birşeyler mırıldandıktan sonra: “Bana bak, beni etkilemeye çalışmıyorsan, dediğine inanmak çok zor. Peki sen ne cevap verdin?”

Üçüncü roka tabağını getiren garson, buraya balık yemeye mi geldiniz yoksa otlamaya mı dercesine sorgulayıcı gözlerle baktığı sıra, arkadaşının sorusunu garsona aldırmadan yanıtladı.   

“Dibine ısıya duyarlı radar takıyoruz dedim”

Oğuz'un attığı kahkaha yüzünden, meyhanedekilerin tamamı kendilerine dönmüş, meraklı bakışlarla olup biteni anlamaya çalışırken, istim üzerideki arkadaşına son olayı da anlatmaya karar verdi ve “Dinle, geçen ay sarhoşun biri ile tam kapışmak üzereydim, bastonumu toplamaya çalışırken bana mınçıka çekersin ha dedi.”

“Mınçıka mı, o da ne lan?”

“Hani şu karate filmlerinde görmüşündür, birbirine zincirle bağlı kısa sopalar.”

Arkadaşı inanamayan sesler çıkartırken “Peki sonra ne oldu” diye sorunca “Yanımda beliren bir delikanlı arkadaşa önce o aleti öğretti sonra da yüz metreci olduğunu hatırlattı” cevabını verdi ama bu sefer de konuyu merak ettiğinden ötürü bir türlü ayrılamayan garson ve yakın masalardakiler önceki gülüşmenin etkisiyle kulak vermiş olacaklardı ki aniden meyhane şenlendi.

Oğuz arabasının kontağını çevirdiği an dahi ısıya duyarlı radar diye mırıldanıp devamlı gülüp duruyordu fakat birden ciddileşerek “Bana bak, sen kendini çoktan aşmışın, bu enteresan cevabı ben yüz yıl düşünsem bulamazdım” dedikten sonra gaza bastı.

Odasından içeri adımını atar atmaz duraksadı. Emeklilik cüzdanını cebine koyduğu andan itibaren kurduğu hayallerin tamamı çöpe gitmişti.

Üstüne bir de tam mutlu olabileceğine inandığı an yediği sille, tüm emeklilik sevincini de alıp götürmüş, gene cıpcızlak ortada kalmıştı.

Bir an kendini, zengin çocukların bahçelerinde envai çeşit oyuncaklarla oynadıkları sıra, bahçe duvarının dışından tüm masumeti ve özlemle içeridekileri seyreden fakir çocuğuna benzetti.

Öyle ya, görme fakiriydi ama hiç olmazsa gönül fakiri değildi ya.

Çıkartmaya başladığı kabanını tekrar ilikleyip, markete gitti ve döndüğünde artık telefonunda o kız ile kardeşinin numaraları yoktu.

Aradan geçen iki gün zarfında ise hazmını tamamladı hatta son günün akşamı arayan Kartal konuyu açmadan pür neşe on gün sonra geleceğğini söylediğinde, duraksamadan konuyu mutluluklarına getirdi ve sadece Oğuz'a söylediği için biraz da sitem ettikten sonra bir yastıkta kocamalarını diledi.

Telefonunu kapadıktan hemen sonra döktüğü iki damla yaş, bir daha asla o kız için gözlerinden inmeyecekti, zaten o iki damlayı da kendi enayiliğine dökmüş değil miydi?  

Mart ayının ortalarına doğru önce bankadan davetiye hemen ertesi gün Kartal geldi ve biraz kırgınmış numarası yapsa da, arkadaşını gücendirecek kadar soğuk davranmadı.

Gene de birbirlerinden eskiye nazaran uzaklaşmışlar, tesadüfen karşılaşmalar dışında, gece alemleri bitmişti.

Ayın son günü iş dönüşü merdivenlerden inip kapısına yaklaştığı sıra ayağına takılan cisim yüzünden neredeyse kapaklanacaktı ama koca kutuyu fark edince meraklanıp içeri aldı.

Kim bırakmıştı ve neyin nesiydi?

Unutulmuş olmasına imkan yoktu ve tam kapının dibine bırakıldığına göre kendisine  aitti, o niyetle açtı.

En üstte bir zarf vardı ve altta biri deri mont olmak üzere pırıl pırıl giysilerle doluydu, donundan atletine kadar.

Telefonu açıp, Oğuz'a çok kısa izahatın bitiminde zarftan bahsedip, gelmesini istedi.

Kapıdan girer girmez, üçlü koltuğun üzerine sergilenmiş giysileri gören arkadaşı kısa bir an  duraksayıp, şaşkınlıkla incelemeye başladı.

“Bunlar ne be, hepsi ambalajında, oğlum piyango falan çıktı da beni mi uyutmaya çalışıyorsun?”

“Alakası yok, eğer bu zarfın üzerinde adım yazmıyorsa bana da ait değiller.”

Arkadaşına masada duran zarfı alıp uzattı.

“Osman burada isim falan yok, kapının önüne bırakıldığına göre açacağım.”

Yapabileceği bir şey yoktu, aç derken tekli koltuklardan birine oturdu.

Yırtılan zarfın çıkarttığı sesleri dinlerken, saniyeler geçmek bilmiyordu.

Hele arkadaşının sanki odada kimse yokmuş gibi yazıyı içinden okuması başka bir işkenceydi ve sonunda dayanamayıp patladı: “Kime aitmiş, söylesene be adam?”

“Namussuz herif, adi zampara, tabiki sana ait dinle. Osman, gününü tam hatırlayamadım ama doğum gününün Mart ayında olduğu birden aklıma gelince, sana hediye almak istedim. Her ne kadar görmek istediysem de, karşılaştığımızda dayanamayacağım için bilerek uzak durmaya çalıştım hatta annemi ziyarete geldiğim günlerde dahi karşılaşmamak için özen göstersem de kalbimin sesine engel olamayıp seni uzaktan defalarca seyrettim. Tiril tiril giyinmen, her zaman tıraşlı işe çıkmandan çok etkilendim. Değişik bir dünyada yaşıyormuş gibi görünsen de aynen bizlerle birlikte yaşıyordun. Ben çok geç anlamış olsam da tabi bu sözlerim başta çevrendekiler olmak üzere, anlayabilene. Evet çok geç anladım, evde pırasa doğramak, ıspanak yıkamak ve küçücük bir mutfakta, kararmış tava içinde balık kızartmaktansa lüks lokantalarda harika giysilerle, çevrende dolanan garsonların ve sadece et olarak görenlerin, iç çekici bakışları arasında, kibirle yemeyi seçtim. Şimdi bile dış görünüşte mutlu hissini uyandırabilir, kocamın oyalanmam için açtığı butiğin içinde pür neşe gözükebilirin ama kaybettiğim ruhumu geri getiremem, bomboş kalbimi de dolduramam. Namuslu bir kadın olarak, yaptığım hatayı son nefesime değin çekeceğim. Lütfen her zaman yaşadığın ve sonsuza dek yaşayacağın kalbimdeki yerinin hatırasına, sütten ak tertemiz ve bir o kadar saf çocukluk aşkımın anısına hediyemi kabul et. Eğer reddetmeyi aklından geçiriyorsan belirteyim ki, yolladığım hediyeleri, şimdi Tanrı’nın yanında olan babam Barbet Usta’nın, buz gibi suların içinde süpürge çöpü ile ilik ilik temizleyip bastığı lakerdalardan kazandığı ve benim gelinlik ile düğünüm için biriktirdiği parayı sadece senin onurun zedelenmesin diye bankadan çekerek, yolladığım hediyeleri aldım, senin anlayacağın koca parası değil. İç çamaşırı almama gelince, kocam da haftalık veya aylık iş seyahatlerinden döndüğünde, kısmi bekar olduğundan çamaşırlarının geldiği hali bildiğim için aldım, ihtiyacın olduğunu hesapladığımdan değil. Senin çocukluk arkadaşın, benim ilk sevdiğim olarak tekrar mutlu yıllar dilerim Beti.”

Arkadaşı da hemen yanına oturmuş, sehpanın üzerine bırakılan kağıda, öküzün bıçağa baktığı gibi bakıp duruyorlardı.

İlk kıpırdayan Oğuz, başını dizlerinin arasına sokmak istercesine eğildi ve “Yuhlar olsun bize, soran olursa İstanbul adamıyız ha, böylesine temiz bir aşkı fark edemeyip bir de kızın başını kıçını ellemeye yeltendik, yuhlar olsun sana da bana da.”

Arkadaşının sözlerine “Nedamet getirme, o yıllarda hiç birimiz tüm nehirlerin tek denize aktığını bilmiyorduk” dedi ve sustu.   

“Hediyeleri iade etmeyi düşünmüyorsun değil mi?”

“O sevgiye asla ihanet edemem Oğuz. Bize gelince, nedamet getirme dedim çünkü o yıllarda böylesine soylu bir aşkı anlayabilecek yaşlarda değildik , Beti kabullenmese de bilmeden doğruyu yaptı. Hadi şu mektubu bilgisayara geçelim, her zaman seni bulamam.”

Artık yalnızlığını gideren Akdeniz akşamlarının yanı sıra bir de bilgisayarında mektubu vardı.

Oğuz'un gitmesinin ardından mektubu defalarca dinledi. Her cümlesinden hatta her kelimesinden ayrı ayrı manalar çıkartıp yorumladı ve sonunda Beti'nin namuslu kelimesine takılıp, kararını verdi.

Beti yazdıklarından keramet çıkartıp, benden aşk adına medet umma demekteydi.

Hiç aklından geçirmemişti ama Oğuz'un duyduğu pişmanlığı ve keşkelerini bir şekilde Beti'de düşünüp, yazdıklarını yanlış anlayıp, şu karanlık dünyada, önüne çıkan ışık misali dört elle sarılmaya kalkışıp daha büyük acıların girdabına girmemesi için namuslu kelimesini özellikle belirtmişti ve son nefesime kadar çekeceğim mührünü de isteyerek ve bilerek basmıştı.

Büyük olasılıkla annesine de söylememiş, eşyaları bir şekilde eve getirtmiş olmalıydı. Tahmini doğruysa, madam Şake ile karşılaştıklarında yaşlı kadın konuyu bilmediğinden açmayacaktı. eğer açarsa ana kızın ortak tezgahından ibaret bir yardımdan öte geçmeyecekti.

Göğsüne kısa süre sancı girdiyse de, böyle bir gelişmeye ihtimal vermedi o zaman yazdıklarıyla yaptıkları birbirini tutmazdı. O halde kendi de sazan gibi ilk fırsatta yaşlı kadına ötmeyecekti.

Sonuçta gene ortada, ytine tek başınaydı ve böyle kadere böyle aşk çok bile diye mırıldanıp, yeni deri montunu sırtına geçirip sahile gitmeye karar verdi.

Nisan ayında bahar yağmurlarıyla köşe kapmaca oynasa da hergün işe çıktı. Yeni kitabını hiç aksatmadan yazabildiğince yazıp, sonunda bitirdi.

İşe çıkarken Mahmut Paşa’dan değil de; Cağaloğlu’ndan çıkıp, kendi çoğalttığı ilk kitabını da bulabildiği yayınevlerine verdi.

Artık akşamları iş dönüşü, yemek yedikten sonra bir dakika bile evde durmuyor, alıp başını sahile gidip oturuyor ama nedense içki içmediğinden bundan sadece itfaiye emeklisi zararlı çıkıyordu.

Son günlerde Oğuz'la bile ancak bir elin parmaklarından az, telefonla görüşmüş, madam Şake ile karşılaştıklarında, kadının tek kelime etmemesi, düşüncelerini doğru çıkartmıştı.

İstanbul ağır mı geliyordu ne?

Küskündü, ağırına gidiyordu, tüm gelişmeler.

‘’Otuz dört’’ yaşına girmişti ve ekonomik durumu düzeldikçe, iç dünyası tam aksine  kötüleşiyor, sanki insanlar cüzzamlıymış gibi kendinden uzaklaşıyor, daha doğrusu, böyle hissediyordu vebunun kendinden kaynaklandığını bilmesi işin berbat tarafıydı.

İyi olan ise, artık o kız için hiç birşey hissetmiyordu ve içki içmeme nedenini de bu kayıtsız duygulara bağlamıştı, bir de içindeki Osman ile yaptığı kavgalara.

Şerefsizin her gelişmeyi içki içme bahanesi olarak  değerlendirmesine, fena bozuluyordu.

Mayıs ayının ilk günü, olası kargaşalardan etkilenmemek ve yakasından tutulup süründürülmemek için işe çıkmadı. Kafasına göre günü değerlendirecekti.

İşini bitirince, atmış beş bilgisayar sayfasından oluşan yeni kitabının başına geçip, baştan sona dinledi. Gerekli gördüğü düzeltmeleri yaptı ve Oğuz'u aradı fakat arkadaşı sonra anlatırım dediği aile problemi için hastanede olduğunu söyleyince, hiç değişmeyecek yalnızlığı ile baş başa kaldı.

Ağır ağır gelişen düşünceler, İstanbul’un artık kendisini istememesiydi, sanki kendi çok istiyordu ya.

Gözleri bilgisayardan gelen ışığa takıldı. Ancak seçebilse de ışık ne güzeldi ama yeni  kitabı küçük bir cep romanı olamaz mıydı

Hani insanların heryerde okuyabileceği türden.

Neden olmasın, o devamlı cinayet romanları yazan İngiliz kadının tüm kitapları, cep romanı ebatlarında değil miydi?

Otogarlarda, cami önlerinde satılanlar hep aynı ebatlardaydı.

Alabildiğince yüklerdi sırt ve omuz çantasına, düşerdi yollara.

Saatine baktı, beşe geliyordu ve bugünü kendisine ayırmamış mıydı?

Mayıs ayının ikinci hafta sonuna kadar hiç mecburiyeti yokken, canını dişine takıp çalıştı. 

Caddelerde uğraşırken aklına bilhassa ne Nuray geliyordu ne de Beti.

 Enteresan gelişmeler, cep romanı üzerineydi. Asgari bin tane bastırması gerekiyordu ve dert de burada başlamaktaydı. Sırtında taşımasına imkan yoktu. Problemi önce ‘kaldığım otele bırakırım’ diye çözdüyse de, astarı yüzünü ödeyemeyeceğinden vazgeçti ve sonunda kitabını kendi bastırıp satmaktan da vazgeçti, cesaret başka şeydi, aptalca yapılan girişim bambaşka.

Akşam televizyonun karşısında, keyifle çayını yudumlarken, pencerenin dışından gelen sesi önce bankacı kadının çelik topuklarına bağlasa da, biraz dikkat edince baston olduğunu anlayıp heyecanlandı; misafir geliyordu.

Koşturup kapıyı araladı ve yüzüne tebessüm eden ifadeyi  takınıp, merdivenlerden inmelerini bekledi ama baston sesleri fısır fısır anlayamadığı konuşmaların akabinde, yukarı çıktı.

İyi niyetle olsun birazdan beni de çağırırlar diye düşünse de, saatler sonra uzaklaşan baston seslerinin  bitiminde, duvarın ardındaki zengin bebelerini seyreden fakir çocuk gibi öylece kalakaldı.

Demek arkadaş veya dost olarak da görmüyorlardı ha!

Biraz brulmuştu hepsi bu.

Haziran ayının ilk gününe kadar, Oğuz'u defalarca aradıysa da arkadaşı her seferinde bana biraz müsaade et, ben seni arayacağım gibi sözlerle devamlı erteliyor, kızsa da bilmediği gelişmeler olduğunu fark ettiğinden gitgide meraklanıyordu, sonunda tam elindeki malı bitirdiği sırada telefonu çaldı ve karşısına çıkan Oğuz “Vezneciler’deysen kıpırdama, seni almaya geliyorum” dedikten sonra evet dediğin yerdeyim cevabını duyar duymaz kapadı.

Arabaya biner binmez, ağzını açıp gözünü yummayı planladıysa da Oğuz: “Ne varsa evde konuşacağız, Berna günün şerefine yaprak sardı” sözleriyle, kafasının içindeki hazır lafları, gene aynı yere tıkadı.

Kapıda karşılayan Berna, içeri buyur ettikten ve henüz yerine oturamadan bağırdı: “Osman abi ikiz geliyor ikiz.”

 Koltuğa oturacağına düştü ve aynı anda fırlayıp bağırdı “Ne diyorsun sen ikiz mi dedin, ne ikizi?”

Ayaktaydı, yaklaşan arkadaşını da fark etmemişti. Vücuduna sarılan kolların manasını çözmüştü belki ama kulağına fısıldanan Berna hamile, hem de ikiz sözleriyle, sarılan kollara karşılık verip salonun ortasında, bağırarak böğürerek hoplayarak zıplayarak, dakikalarca tepindiler. 

Nefes nefese yerine oturunca sormak istediyse de beklemeyi tercih etti.

“Abi sen de emekli olmuşsun, nasıl sevindiğimi bilemezsin. Bu arada kimseye söylememekle çok iyi yaptınız. Bizimkilerin bile ağzında bakla ıslanmaz, haftası dolmadan, kundaktaki bebekler bile öğrenirdi.”

Hayır hayır, ilk konuyu ikinci plana atmalarını kabullenemezdi “Berna teşekkür ederim ama şu esas konuya geçsek diyorum, insan haber verir, benim sevinmeye hakkım yok mu?” 

Dışarı çıktığını fark etmediği arkadaşının sesini girişte duydu “Ulan sen emeklilik işlerinin peşinde koşarken bize haber verdin mi” derken elindeki şişelerden birini de tutuşturdu.

“Ama benimkinin olmama durumu vardı Oğuz.”

“Senin işin bir ayda belli oldu lakin biz on iki senedir evliyiz, hıyar adam.”

Birasının kapağını açtığı sıra Berna'ya ait karaltının sessizce kalkıp, salonu terk ettiğini gördü, demek ki arkadaşı teferruata geçecekti.

“Osman, bebekler tüp bebek. Senin anlayacağın normal yoldan çocuk sahibi olamayacağımızı kabullenince, bu işlerle uğraşan kliniklerden birine başvurduk. Allah'a şükür ki ilk değil ama ikinci denemede tutturduk.”

“Aylardır uzak durmanın sebebi buydu ha, çok iyi yapmışsınız.”

Birasını yudumlarken arkadaşının ve bilhassa eşinin çektiği sıkıntıları düşünüyordu ve anne baba olmayı çoktan hak etmişlerdi.

 Kızı utandırmanın alemi olmadığı için, salona dönünce konu kapandı.

Oğuz'daki değişiklikleri de fark etmişti. Gidip mutfaktan bira getirecekti ha, sırıttı. Az sonra sofrayı kurmasını da sırıtarak seyretti.

Sonunda gelecek bebeklerin bir şekilde arkadaşını da elinden alacakları kanaatine varıp, sevinç ama biraz da hüzünle gülümsedi.

Sıra çaya gelince, ortadaki sehpanın üzerine konulan kuru pastalara pek rağbet etmedi, hiçbir yiyecek az evvel yediği sarmaların yerini tutamazdı.

Bu arada söz döndü dolaştı ve ilk kitabına gelince, tüm gelişmeleri eksiksiz anlatıp sustu.

Oğuz teselli edici sözler etmeye çalıştığı sıra eşi yapabileceğin başka şey yok mu sorusuna karşı diğer kitabından söz açıp, sonra nasıl vazgeçtiğini anlattı.

Oğuz: “Vazgeçmekle çok iyi yapmışsın, sermayeni dahi kurtaramayabilirdin.”

Berna: “Abi kurabiyelerden de yesene, hiç olmazsa yüz tane bastırıp İstanbul'da deneyebilirdin. Kitabın beğenilirse, devamını da getirirdin.”

Oğuz: “Bebeğim o işler senin düşündüğün gibi olmuyor. Yüz kitabı, maliyetine bile satamazsın, bu işlerde ne kadar çok bastırırsan, kitap o kadar ucuza gelir. Burada  mühim olan yapmak mecburiyetinde olduğu kendi masrafları.”

“Abi kuru pastalardan yemezsen, giderken hazırladığım dolmalardan vermem. Abi sen bu kitapları eğer niyetlenseydin tam nerelerde satmayı düşünüyordun?”

Ağzına şantaj zoruyla attığı pastayı yutmaya çalışırken, karı kocanın konuyu  ciddi olarak ele aldıklarını fark etti. Gene de yapabilecekleri fazla birşey de yoktu.

Çayından da yudumlayıp “Eg’enin en kuzeyinden başlayıp, en güneyinde bitirmeyi düşündüm ama bin kitap öyle sırtta falan taşınılabilecek ağırlık değil.”

Oğuz: “Bana bak, sen bu işi para kazanmak için mi yapmayı tasarladın yoksa bir ay hem çalışır hem de tatil yaparım gibi bir saplantıya mı kapıldın?”

“Aklına gelenlerin tamamı işin içinde fazladan da şunu söyleyeyim, kitabımı nereye götürdüysem ilk olarak bana söylenen şu tanınmış biri misin, basılmış hiç eseriniz var mı, işte belki de satışlarım sırasında tanınırım umudu bile var.” 

( Sığırcık Kuşu-8 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 26.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu