SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-5

 

“Bilinçli şekilde tentenin tam ucuna ilişmiştim ama göze battı.”

“Niloş teyze, Şule abla asilim diyor ama asaletten haberi bile yok.”

Şimdi Niloş teyzesi eğer muhatap kabul ederse, yanında çalıştırdığı kıza cevap verecek, bu arada kendi de çayını huzur içinde yudumlayacaktı. 

“Hele sen abinden iki paket iğne al bakayım, bana alacağım dedin ya.”

Büyük ihtimal kız somurtarak kendi kendine alış verişini yapıp, duymasını sağlamak içinde liraları yukarıdan çantanın para gözüne bırakırken, kadının da pür dikkat çay içişini izlediğinin farkındaydı.

“Oğlum nerelisin?”

“Yedi ceddim İstanbullu teyzeciğim.”

Çay bardağı bitene dek sorgulama sürdü.

Sonuçta biraz üzülmüş görünse de, tatmin olacak ki yanında çalışan kıza “Duruşundan, adım atışından, çay içişinden anlamıştım zaten, abine bir çay daha getir” sözleriyle konuyu kapadı veya kapamış gözüktü.

İkinci çay, canına minnetti ama zarfını da atmalıydı Teyzeciğim gereği yok, ısındım zaten.”

“Dur bakalım henüz alışveriş yapmadık.”

Yaşlı kadının gaza geldiğini, Şule denen kadına ve yanında çalıştırdığı kıza, tüm havasını atacağını biliyordu artık.

İkinci çay bitene dek gelen müşteriyle uğraşan kadın, yalnnız kaldıklarında “Oğlum ayağını sürterek geldin sanırım. İyi satış yaptık doğrusu.”

“Teyzeciğim kalbimde fesat yoktur ama artık gitmem lazım.”

“Dur hele, say bakayım yirmi tane.”

Aval aval kadının yüzüne bakmış olacak ki, “Oğlum kendime almıyorum, Mor Çatı’da  kalanlara bir çeşit yardım edeceğim.”

Yirmiliği iç cebe koyup, kadına vedaya hazırlandığı sıra ”Oğlum asalet insanın davranış biçiminden ve attığı çöpten belli olur.”

Bu son sözlerdi ve kafasının içinde bir yerlere nakşedildi ama yine de geniş caddelerin büyük binalarında yaşayan ruhsuz insanlardan olmaktansa, dar sokaklardaki küçük evlerde yaşayan candaşları tercih ederim avuntusu ile yürüdü gitti.

 İki tarafa da park etmiş araçlarla dolu sokağın tam ortasına gelir gelmez “Üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira” bağırtısıyla, mehter takımındakiler gibi, iki ileri bir geri yürümeye başladı.

Bastonunun araç taMponunu geçtiğini fark edip, aradan tekrar kaldırıma çıkmaya hazırlanırken “Baksana birader” sözleriyle, tam ters yöne dönüp, sesin kendisi için mi söylendiğini garantilemek adına saf saf bakındı.

“Gel biraderim gel.”

Park etmiş araçlar arasında yapılan mecburi slalomun bitiminde “Üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

“Tamam tamam, beş paket ver ama sana bir şey soracağım.”

Şimdi yanında Oğuz olsa bir şişe rakısına iddiaya, gözü kapalı girerdi. Kesin Niloş denen kadın hakkında soracaktı.

Sanki yanında Oğuz varmış gibi adamı yönlendirdi “Kardeşim sekiz senedir körüm, asla dilenemeyeceğim için, elimden geldiğince çalışıyorum.”

“Yok yok, onu sormayacağım. Az önce çıktığın dükkandaki, yaşlı moloz, sana ne dedi, karşı mekanı kötüledi değil mi?”

“Mor Çatı’da kalanlar için yirmi paket aldı ama galiba haklısın, Şule adındaki kadının bana yaptığı nezaketsizliğe kızdı.”

Her ihtimale karşı, beş paketi adamın eline tutuşturmuş, parasını bekliyordu. Adam henüz parayı vermeden arkasını dönerek “Bedrişciğim, viskimi hazırla bak dediğim gibi olmuş.”

İçeriden gelen kadına mı erkeğe mi ait olduğu belli olmayan kahkahayı dinlerken, parasını alıp ayrıldı.

Sokağın sonunu bulup sağ tarafa döndü ve içeri atılan birkaç adım, ayaklarının getirdiği tente bitiminde durup yarı yarıya eksilttiği satış sloganının üst üste tekrarladı.

Diğerine nazaran sokak araçsız ve daha kalabalıktı ama yanaşan da yoktu. Defalarca bağırmasına rağmen tek kişi dahi sormayınca, mehter takımı adımlarıyla yürüdü.

Anladığı kadarıyla sokakta dükkan ya hiç yoktu ya da çok azdı. Diğer köşeyi bulup caddeye çıkmaya hazırlanırken yaklaşan karaltıyı fark edip duraksadı.

“Abi bir tane verir misin.”

Sokağı boş geçmemenin verdiği huzurla köşeyi dönüp bağırmasına devam ederken adımlarını da hızlandırdı.

“Oğlum dursana, tabakhaneye bok mu yetiştireceksin?”

Çivi gibi çakılıp, arkasını döner dönmez yaklaşmakta olan karaltıya gülümsedi.

“Özür dilerim, çok üşüdüm de.”

Fark ettiği kadarıyla kadının dik yürüyüşü ve ses tonu ben yaşlı değilim, sadece kapris yapıyorum demekteydi.

“Hadi beni soğukta bekletme de iki paket ver.”

Tam malları uzatırken “Biraderim, kız kardeşim istediydi bir paket de bana ver.”

Ulan erkekler iğne almaya utanır, analarını bacılarını öne sürer, kadınlar başka alem.

Ama birçok şey öğrendiği psikolog ne demişti?

İnsanların yüzde yetmişi senden malı duydukları saygıdan, yüzde yirmisi ihtiyacı olduğu için ve yüzde onu acıdığından alır.

İşte erkeklerin yetmiş artı onu bu nedenden iğne alıyorlardı.

Kaprisli ve birbirinin gözünü oymaya hazır kadınlara ne demeli?

Gözünü seveyim senin Aksaray, kurbanın olayım Vezneciler. Oraların müşterisi başkaydı.

Tam caddeye çıkmak üzereydi ve kalabalığın sesi, kulaklarına oturmuşken “Abi annem seni çağırıyor” dedikten sonra eline yapışan küçük kızı takip etti.

“Abi atölyeye alacağım, beş takım verir misin.”

Çantasından takviyelediği takımları uzatırken kadın “Abi yorgan iğnelerini çıkartalım, işime yaramaz.”

Buna da alışıktı ve ses çıkartmadan on beş iğneyi söküp, kabanının iç cebine yerleştirdi.

Tekrar caddeye çıkıp, gelen keskin soğuğu önleyebildiği kadarıyla elektrik direğinin dibine yerleşir yerleşmez, “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira” diye bağırdığında iki yüz metre gerideki sokağa girişinden bu yana iki saatten fazla zaman geçmişti.

Jilet gibi soğuk arada lafını gırtlağına düğümlediğinde, hafifçe zıplayıp ısınmaya çalışıyor ve kendi satış alanı varken buralarda kalmayı öğütleyen aklına da küfür etmek gerektiğini gayet iyi biliyordu. Şimdi istediği yerde olsa yüz adeti devirmişti.

Kadının yirmi tane alması iğne işinde ilkti. Bazı öğretmenler, fakir çocuklar için beş, on hatta on beş kutu pastel kalem aldıkları olurdu ama yirmi paket iğne şimdiye kadar hiç olmamış, hatırladığı kadarıyla beşi geçmemişti ama beş bugün de olduğu gibi muntazaman olurdu ve gene bilirdi ki, bozuk para taşımayı sevmeyenlerden çıkardı.

Köylü genci yenilmez kılıç ustası yapmanın yolunu... 

“Abi bir tane versene.”

Çocuğa malını uzatırken biri yanındakine “Ne satıyormuş bakalım” dediğini duyup gülümsedi. 

Çevresini üç kişi sardığı an biliyordu ki başkaları da gelecekti.

Nitekim henüz ilk alışverişi tamamlayamadan etrafı karartılarla doldu.

Bu olayı Aksaray ve Vezneciler’de günde asgari dört defa yaşar, esas satış da arada oluşurdu.

Bir tane ver, iki tane ver, Alman malı mı yoksa Çin malı mı gibi lafların kadınlar hamamını hatırlattığı anlarda yetiştirebildiğince malını sattı.

Başındaki kalabalık boşaldığı an ticaretinden gayet memnun, üçüncü bir satış noktası bulmanın tadını çıkartıyordu.

“Ablalarım, kardeşlerim üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Neden iki genci birbirine düşman edecekti ki, izbandutlar yüzünden karşılaştırır ve can dostu yapabilir hatta uzun sürecek maceralarında, her konakladığı yerde hancının karısını beceren tek kahraman yerine, temiz aşklar yaşayan gençler oluşturabilirdi.

“Hafız iki tane ver bakayım.”

Paketleri uzatırken “Emrin olur hacım” yanıtı ve gülümsemesi işe yaramadı, karaltı hacım kelimesinden uyuzlanıp malı almadan gitti.

Böyleleri de arada çıkıyor, başkasına sıfat takma hakkını kendilerinde bulanlar, aynı muameleye maruz kalınca en azından mal almayıp, akıllarınca ceza kesiyorlardı.

 

Evet evet, günün gençliğinin düşünce yapısına uygun karakterler yaratmalıydı.

Bilek ve yürek gücünün yanısıra, çalan davulun, sazın karşısında hoplayan zıplayan kahramanlar olmalıydı.

Yayın kuruluşları ya kitabımı beğenmezlerse?

“Kaç para abi?”

 Burnunun  dibine değin gelmiş üç kızı fark ettiğinde, dünyaya dönüp uzatmadan bir lira dedi ama karaltılar gene çoğalmaktaydı.

Bilhassa ilk müşterilerin kız olması, başına üşüşen kalabalığın da fazlalık nedeniydi ve furya bittiğinde dudakları kulaklarına varıyordu.

Eğer birinci kitabını bastırabilirse diğerleri çorap söküğü gibi gelir, böylece bastırma sorunu da ortadan kalkardı.

“Abi patron beş tane istiyor, iyisinden verecekmişin.”

“Kardeşim elma satmıyorum, tamamı fabrikasyon; buyur.”

Az önceki gibi iki furya daha olsa, malı bitecekti. Arada yağan sulu kar ve soğuk havaya rağmen harika bir satış noktası  bulmakla birlikte, insan davranışları hiç hoşuna gitmemiş, kendi bölgesinde günde azami bir veya iki kere olan davranış biçimlerinin tamamına henüz gün bitmeden muhatap olması, nedense yüreğini burkmuştu.

Hayır hayır, her horoz kendi çöplüğünde öter safsatası ancak aşiret felsefesini yansıtıyordu ve madem iş adamıydı, tüm müşteriler de tıpa tıp aynı olsa alışacaktı. 

Gelen iki karaltıdan biri iyice yaklaşıp “Birader prezervatif var mı” sorusunu yöneltince, dayanamayıp güldü ve “Vallahi o dediğinden kalmadı, bulaşık eldiveni versem idare eder mi” cevabını verdiğinde, karşılıklı gülüşmeleri tekrar çevresinin dolmasına neden olup, satışı başlattı.

Ortalık tenhalaştığı an elini çantanın içine atar atmaz, malının tek furyada veya azami bir saatte biteceğini düşündü.

Akşam telefonuna numaralar eklendikten sonra Nuray’ın da numarasını ekletmeli miydi?

Hayır, arkadaşlarının garip suallerine muhatap olmak istemiyordu hem de ilk günden asla böyle alay konusu olabileceği duruma düşmek istemezdi.

O halde ertesi sabah marketin her türlü dalavereden anlayan çırağına numarayı ekletebilir ve nabız yoklaması için özür mahiyetinde açar, kızın ses tonundan alabileceği güvenle, arkadaşlıklarına devam edebilirdi.

Ya terslerse, ya telefonu yüzüne kapatırsa!

Akşam tekrar çırağın yanına uğrardı, hepsi bu.

“Abi bir tane ver ama bozukluğum yok, yirmiliği bozabilecek misin?”

Donup, kızın yüzüne baktığı sıra “Beyefendi bu kaç para”

“Hanım kardeşim, yanlış anladın, ben var mı diye düşünüyordum, parayı başkasına tasdik ettirmene gerek yoktu.” 

“Abi sen ne dersen de, arada kandırmaya çalışanlar çıkıyor değil mi?”

Parayı alırken, kısa süre düşünüp cevapladı” Sekiz senede çok az vukuatım var. Kardeşim burası İstanbul, o kadar da olsun.”

Kız güneş yüzü görmemiş küfürü savurduktan sonra uzaklaşırken, henüz şaşkınlığı geçmemişti ama az sonra kızı Nuray’a benzetip olduğu yerde fingirdedi.

Kaçmasına gerek duymadan, başlayıp biten kar yağışının ardından, furya olmasa da üstüste yaptığı satışlarla malı iyice azalınca ferahladı.

Bu ülke yeterince düşmanlık görmemiş miydi?

Türk ve Rum gencini ölümüne dost yapacak ve birlikte izbandutlarla hatta gerekirse dağlardaki ırk, din, dil fark etmeksizin önüne geleni soyan, öldüren, acıma ve insanlık duygularını tamamen yitirmiş, Allah korkusu olmayan eşkiyalarla kapıştıracak, arada kendilerine katılan insanları bazen kitabın gidişatına göre  değiştirecekti.

Nasıl giriş yapmalıydı ki, kitabı eline alan kişi, fırlatıp biryerlere atmasın.

“Evladım, bozuğum çıkışmıyor, yirmibeş kuruşum  eksik, sonra versem olur mu?”

“Anneciğim, yoksa hiç vermesen de olur, duaların yeter.”

Yaşlı kadınla sohbet etmeye fırsat olmadı, araya giren iki kişi mal isteyip, güzel olabilecek sohbete turp suyu sıktılar.  

Hava kararmak üzereyken, avcunda tuttuğu paketler sondu ve on dakika geçmeden bitti.

Çantanın fermuarlarını çekip otobüs durağını bulmaya çalışırken, durduğu noktanın esnaf önü değil, banka gibi bir yer olduğunu tahmin etti. Öyle olmasa kesin birileri gelip usturubunca veya cebren uzaklaşmasını isterlerdi.

Henüz paydos saati gelmediği için otobüse binmesi zor olmayacak rahatça gidebilecekti ama nankörlüğün de alemi yoktu çünkü her seferinde muhakkak birileri oturmasını sağlar, itirazlarına kimse kulak asmazdı.

Durağı bulmasına ve istediği otobüse binmesine yardım edenlere teşekkür edip araçtan içeri daldı ve biletini biraz da yardımlarla deliğine atıp tam gerilere yürümeye çalışırken “Buyrun oturun” diyen sese de gerekeni söyleyip, fazla mızmızlanmadan oturdu.

Psikocanın işçiliğinden sonraki iş günü hiç ummadığı kadar güzel geçmişti ama üşümüş, yorulmuş ve haddinden fazla da acıkmıştı.

Ne zamandır canı pilav üstü tas kebap istiyordu.

İlk günün şerefine ve evde uğraşmaktansa semtin bol kepçe lokantasında karnını doyurmaya karar verdi; arada böyle bonkörlükler yapmasa, hayat çekilmezdi.

Demek insanın asaleti attığı çöpten belli oluyormuş ha!

Ulan benim attığım çöpü görenler hiç duraksamadan beni arenalardaki aslanlara atar be.

Çöp ile asalet arasında nasıl bir bağlantı olabilirdi ki.

Hadi sonradan görenlerle, parayı havada bulup tavada yiyenler, bir süre sonra nereden buluyorlarsa asaletlerini kanıtlamak için, şapkadan tavşan çıkarırcasına olmadık yerden paşa vezir gibi şeyler peydahlıyor ama kimse tınlamıyordu ve zaman içinde alay konusu olmasalar da başta kendileri konuyu açmamaya çaba gösteriyorlardı.

Esasında hayvanlardaki asalet bile bir başkaydı.

Başta filler, soylu kediler ve birçok hayvan ölecekleri zaman gider kimseye görünmeden tek başlarına ölmez miydi, işte gerçek asalet.

Asil insanlar da çöplerini ulu orta atmazlardı herhalde.

“Kardeş niye boşu boşuna bilet attın?”

Al bir tane daha!

Yanında oturan kart sesli karı sormuştu.

Şimdi öyle cevap vermeliydi ki iki hafta düşünsün.

“Gözlerimle ödeme yapmadan, normal vatandaş olmaya çalışıyorum.”

Verdiği cevaba karşılık beklemeden, semt lokantasında önüne gelecek tas kebabının hayalini kurmaya çalıştı. Pilav yemesine gerek yoktu, ekmeğini bana bana, damak tadına uygun şekilde yiyecekti.

Isınan elleri aynı zamanda kaşınmaya başlayınca, aracın içindeki sıcaklık farkından ötürü, gevşediğini hissederek oturduğu yere biraz daha yayıldı.

“Kardeş madem normal vatandaşım diyorsun, kusuruma bakma ama normal vatandaş olarak haklarını biliyor musun?”

Şu kısa yolculuğu, devlet, sakatını insan yerine koymuyor, bir de hak mı sağlayacak gibi ters cevap vererek niçin tatsız geçirecekti ki kadına döndü ve mesela derken farkettiğince inceledi.

Standartların üzerinde, kendisinden enine olmasa da boyuna iri kadının son fark edebildiği şey, saçlarının at kuyruğu biçiminde toplanmasıydı, herhalde öyleydi.

“Mesela mı, yani örnek istiyorsun. Kesin gözlerinle ilgili raporun vardır değil mi?”

“Evet var hem de heyet raporu.”

İri erkek kafası büyüklüğündeki kadının kafasına gözlerini dikmiş ulan Allah kocasına yardım etsin diye düşünürken cevap suratında tokat gibi patladı.

“Yarın sabah o rapor ile Karaköy’de, tünelin hemen yanı başında belediyenin bürosuna kimliğin ve fotoğrafınla git ve verecekleri kimlik ile belediyeye ait tüm vasıtalara bedava bin. Ayrıca yine devlet hastanelerinden herhangi birine başvurup, engelli kimliği çıkart ve uçak, tren ve gemilerle birlikte özel sektöre ait tüm şehirlerarası vasıtalarından eğer ilişkin varsa sinema tiyatrolardan indirim sağla; bu senin vatandaşlık hakkın ama bilmen lazım, ağlamayan bebeğe kimse meme vermez.”

Midesinde bir buçuk taskebabı, üç parça ekmek ile merdivenlerden indiğinde hala kadının söyledikleri kulaklarında vals yapmaktaydı.

 Kendi enayiliğine kızmış olsa da, aklını başına getiren kadına ağlamayan bebeğe dediğin gibi meme vermezler, hele meme seninkiler olursa mırıltılarıyla faturayı kesmeyi de ihmal etmedi ama hemen böyle minnet duygusundan yoksun olduğu için, duymasa da defalarca kadından özür dileyip, totemini yaparken de kıçını kaşırken de, kadın için de totem duası yaptı ve aşağı inip odasının kapısını açtı ve eli deri koltuğuna değince  düşüncelerinden ötürü bir defa daha utandı.      

Çay demlemeyi arkadaşlarının gelmelerinin sonrasına erteleyip, koltuklardan birine kös kös oturdu, yıllardır aklı sıra verdiği mücadelenin ne kadar da eksik hatta anlamsız olduğunu hesaplamaya çalıştı.

Hele ki, engelli kimliğini bir yerlerden duyduğunu hatırlayıp, eğer işi devlet tezgahlıyorsa yirmi yıldan aşağı gerçekleşmez felsefesiyle umursamadığını ama önemli olan belediyenin çıkarttığı otobüs kimliğinden bihaber olması, tamamen kendi eksikliğiydi.

Bunun için de Oğuz’a, Kartal’a ve meyhanede olsun başka köşelerde olsun hiç kimseye fatura kesmeye hakkı yoktu.

Kalktı ve dolabının dibindeki ayakkabı kutusunu çıkartarak içinden kendince işaretlediği zarflardan işine yarayacak olanı seçip kabanının iç cebine koydu ardından başka bir zarftan da fotoğraf çıkartıp cüzdanına yerleştirdi.

Kadın ağlamayan bebeğe meme yok dememiş miydi?

Yarın sabah Karaköy'deki büroya gidip, vatandaşlık hakkı adına da olsa, ilk defa ağlayacaktı.

Sırıttı, şimdi de devletin vatandaşını sıcak tutması gerekmiyor muydu? 

Oda kısa sürede ısınıp, bilgisayarın önünde rahat düşünmesini sağlayınca boş sayfaya ilk cümlesini yazdı.

 

Güneş doğmak üzereydi ve genç adam sakin denize gözlerini dikmiş, çıkınından çıkarttığı yufka ekmeği, domates, biber ve peynirden oluşan azığını yemeye hazırlandığı sıra Yavuz Sultan Selim Han'ın fermanını kazaya belaya bulaştırmadan nasıl götüreceğinin hesabını yapmaktaydı.

Coşmuştu artık, üstüste yazdığı cümleler sıralandıkça yazası geliyor bazen ardından gelen cümleleri unutup, sinkafın binini bir paraya okuyordu.

Bilgisayar sayfa iki dediğinde şaşırdı, ilk defa oturduğu andan itibaren sayfa bitirmişti ki önce ayak seslerini ardından Kartal'ın bağı kopmuş denk gibi içeri düşüşünü duydu.

“Hoşgeldin birader.”

“Merhaba abi, ne o ikinci kitabına mı başladın?”

“Evet, bir sayfa yazdım bile. Kartal şuna baksana girişim nasıl.”

Yer değiştirdikleri sıra “Ben çay koymaya gidiyorum” dediğinde “Koyma, Oğuz abi birşeyler getirecek” cevabıyla koltuklardan birine oturup ilk eleştirileri bekledi.

“Abi bu kitap hangi yüzyıla ait?”

“Yavuz'dan başlattım ve nerede biterse bitsin, süresi yok.”

“Abi iyi hoş ama o zamanlarda henüz bu ülke domates ve biberi bilmiyordu. Senin anlayacağın Amerika yeni keşfedilmiş ve bu bitkiler daha buralara gelmemişti.”

“Anlayamadım, domates biber yok muydu diyorsun?”

“Evet abi hem onlar yoktu hemde onların yan ürünleri. En iyisi ben sana evden kablo çekip internet bağlayayım, kullanmasını da öğretirim ve sıkıştığında araştırmanı yapar, böyle bodoslamadan her aklına geleni yazmazsın. Şimdi telefonunu ver de eklemeleri yapayım; hat aldın değil mi?”

Söyleyecek kelime bulamadan telefonu uzattı ve arkadaşı birkaç dakika geçmeden “Abi benim ve Oğuz abininkini hızlı arama sistemiyle ekledim, sen ikiye basıp açma tuşuna basınca Oğuz abi üç nolu tuşa basınca ben çıkacağım.”

Oğuz gelene kadar arkadaşını defalarca arayıp, sonunda azarı yedi ama hasta bakıcı adımları merdivenlerdeyken dahi aramaktan vazgeçmedi.

“Yeter ulan yeter, Kartal aklına edeyim, nereden düşündün de bu salağı telefon sahibi yaptın.”

Dört çift çorabını yıkayıp, sobasının karşısına getirdiği sandalyeye yerleştirdiği sıra hala gecenin şahane geçtiğini düşünüyordu. 

İçindeki şeytan arkadaşının içki getireceğini ummuş olsa da gelen kıymalı börek ve ardından yapılan çayın yanı sıra sohbetin lezzeti, içkiyi tamamen unutturmuştu.

Hele salak gibi yanyana oturmalarına rağmen, telefonda konuşmaları geceye ayrı bir renk katmış, koskoca adamlar çocuklar gibi eğlenmişlerdi.

Arkadaşlarıyla birlikte hazırladıkları yüzlerce iğne takımı da işin cabasıydı.

Şimdi çoraplarının kuruması için biraz oyalanması gerekiyordu, sobayı asla açık bırakıp yatmazdı. 

Sabah gün doğmadan kalkıp işini bitirdi ve akşamdan kalan böreklerle karnını tıka basa doyurduktan sonra saate baktığında henüz sekiz olmadığını anlayınca biraz daha oyalandı.

Markete girer girmez karşısına dikilen çırağa “Ulan Ömer sana bir numara versem, elimdeki telefona ekleyebilir misin ama hızlı arama diye birşey var ona ekleyeceksin.”

Nuray dokuz numaralı tuşun altında aramaya amadeydi.

Bilerek aradaki tuşları atlamış, böylece kimsenin fark etmeyeceğini düşünmüştü.

Yıllardır bilet aldığı büfeden tek bilet alıp Karaköy otobüsüne bindi.

Belediyenin bürosundan çıktığında ise, artık bilet almasına lüzüm yoktu ve tam kadına dua ederken, dalgınlığı yüzünden yere kapaklanınca dua küfüre dönüştü ama kadına değil de müteahhitler kazansın diye devamlı kaldırımları değiştiren belediyeye.

Çevre esnaflarından birinin mağazasında biraz kendine gelir gelmez tekrar yola çıktı.

Bastonunu dikkatle sallayıp aynı şekilde adımladığı sıra ulan kör dedin mi şanssız olur, kader kaşıkla verdiğini karavana kepçesiyle geri alır, ne çabuk unuttun senin de işlerinin böylesine rast gitmeyeceğini.

Aksaray otobüsüne binip kartını kullanınca, içi bir hoş oldu ama belli de etmeden gösterilen yere oturdu.

İlk dakikalarda etrafını saran işportacıların geçmiş olsun dileklerini karşılayıp, ikindi ezanı bitene değin bulunduğu noktayı terk etmedi ve ardından da malını bitirmek için Vezneciler’in yolunu tuttu bundan böyle polise bir nevi kin beslemektense, her zaman satış yerine gidecek ve eylem günlerinde polisin kovalamasına gerek kalmadan, Aksaray'a veya Şişli’ye uzayacaktı.

Nedeni de hastanedeki o genç polisin davranış şeklinden ötürüydü.  

Tabi ya, her sandıkta  bir veya birkaç çürük elma olması kadar doğalı yoktu ki!

Eve geldiğinde, çanta dolusu mal bitmiş ama fena üşümüştü.

Önce sobasını yaktı saatine de bakıp, telefonunu eline alarak dokuz nolu tuşa bastı ve açma tuşuna parmağı geldiğinde vazgeçip, kapadı.

Hiç hazırlıksız olmazdı ki.

Ne söyleyecekti kıza?

Aylardır umrumda değildin de şimdi aklıma geldin mi diyecekti?

Yoksa telefonu yüzüme kapamandan korktum mu diyecekti?

 İmdadına gene telefonu yetişti ve çalmaya başlayınca açtı.

“Alo abi ben Kartal, neredesin?”

“Eve yeni geldim, hayırdır?”

“Abi ben de evdeyim, kablo indireceğim, tuvaletinin penceresine gel.”

Telefon gerçekten işe yarıyordu be.

Bağlantı bittiğinde, kısa süre sonra neler yapacağını da öğrenip birlikte birahaneye gittiler, Nuray şimdilik unutulmuştu.

Birahanede kafasına takılan Şişli, eve gelip yatağına girene kadar da aklından çıkmayınca, Ertesi gün orada işe çıkmaya karar verip uyudu, hem de öylesine uyudu ki rüyalarından bihaber.  

 Sabah on akşam sekiz arası durmaksızın çalıştığı yeni bölge hiç de diğer noktaları aratmadı ve hafta sonu geldiğinde, eve aldığı iki şişe biranın tekini açıp azıcık cesaretlendikten sonra dokuz nolu tuşa bastı ve hiç düşünmeden açma tuşunun üzerindeki parmağını da çalıştırdı.

İlk zil sesini duyar duymaz kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atınca, diğer eliyle birasından büyük bir yudum aldı.

Neden açmıyordu ki?

Telefon boşa düşene kadar bekleyip, şanssızlığına lanet okuyarak kapadı.

Yüzüne kapayabileceğini, azarlayacağını bile göze almıştı ama hiç açmamak da neyin nesiydi.

Bitmek üzere olan ikinci şişeyi sallayıp, dışarı çıkmayı düşünürken çalan alete bakıp iki arkadaşına da zamanı mıydı şimdi moloz herifler homurtusuyla açtı ve kocakarılar gibi söylenmesine fırsat bulamadan: “Bu numarayı aramışınız efendim, ben Nuray buyrun.”

Azami zamanı birkaç saniyeden ibaretti ve konuşacak tek kelime bulamadan, içkinin verdiği güçle “Nuray Hanım ben Osman, hatırlayacak mısınız bilmem ama Mecidiyeköy’de beni zabıtadan kurtarmıştınız.”

Şimdi karşısındaki düşünüyordu herhalde. Geçen zaman ihtimal onbin yıl falan olmalıydı.

Ağzı kurumuş, beklediği yanıt gelmediği takdirde, küfür mü etmesi yoksa aleti şak diye kapaması mı lazımdı, karar veremiyordu.

Yoksa tamamen unutmuş olabilir miydi?

Konuş be bebeğim, lanetler savursan da konuş, bana istersen küfür et yeterki sesini tekrar duyayım.

Artı eksi tüm temennilerinin de boşa gittiğini düşünüp hayıflanırken “Osman nasıl sevindim bilemezsin ama ben sana küskünüm, Ağustos ayında abimle evine geldik lakin kapı duvardı.”

Ulan şu şansa bak, kör olduğundan beri ilk defa Oğuz'un station wagon Kartal’ı ile tatile gitmiş, kader karşılığını böyle ödetmişti.

“Bağışla, birkaç günlüğüne arkadaşımın köyüne gitmiştim, sanırım o zamana denk geldi.”

Klişeleşmiş lafların bitiminde, kazandığı mevziyi kaybetmemesi gerekiyordu. 

“Nuray, kendimi affettirmek istiyorum eğer yarın abin ile bana yemeye gelirseniz, inan ol beni çok mutlu edersiniz; ne dersin?”

Yaptığı teklife kendi de inanamıyordu ama becermişti işte.

“Osman, senin telefonunu beklemediğim için  başka sözüm var, annemlerle gezmeye gideceğiz, gelecek hafta gelsek olmaz mı?”

“Tamam pazar günü bekliyorum” diyebildi ama şimdi telefonu nasıl kapayacaktı.

Onun da imdadına kızın hadi bay bay sözleri yetişince rahatladı.

Hafta boyu evde yemek yapmıyacakmış da sanki en pahalı mekanlara götürecekmiş gibi çalıştı arada kızın tekrar aramasından da mutlu hayatındaki en önemli virajlardan birinin arifesine gelince işe çıkmadan ertesi güne hazırlandı.

Sabah berberdeydi, öğlen hamamda. Odası semt kadınlarının tamamını hasetten çatlatacak kadar temizdi. Mutfağı ayna gibi parlatıp, duvar dibindeki boş bira şişelerini yok ettikten sonra, ocağı da elden geçirdi.

Buzdolabının temizliği bittiği sıra, eve zarar vermemek için dışarıda yemeye karar verdi ama önce alışverişini tamamlamalıydı.

Çöp şişlerini kontrol ederek dışarı çıktı.

Tüm işler bitince de eve arkadaşlarından birinin gelmesini önlemek amacıyla birahanenin yolunu tuttu.

Teorisi cuk oturmuş, Oğuz ve Kartal evde bulamayınca, birlikte mekana düşmüşlerdi.

Ertesi günden kesinlikle konu açmamaya karar verip lafı döndürdü dolaştırdı ve romanına getirdi.

“Kartal kitabın tamamını okudun mu?”

“Evet abi, yalnız çok büyük hatalar var. Şimdi sen örnek ver diyeceksin hemen vereyim. Örneğin kitapta zamanları tamamen karıştırmışsın mesela giriş kısmı tam ortada.”

Bir an dondu kaldı, abartmışsın gibi kelimeler beklese de böylesini hiç ummamıştı.

Ancak “Dalga geçme, insan kitabın girişini ortaya koyar mı” diyebildi.

“Abi kahramanlarından biri balıkçı reisi değil mi, adam on dokuz Temmuz gece yarısına doğru vefat ediyor senin romanındaki tüm gelişmeler de gece yarısından sonra yani yirmi temmuzun ilk dakikalarında başlıyor; yanlışım var mı?”

“Ama ben mişli geçmiş zaman kullandım” demeye yeltense de anında yaptığı hatayı fark ederek sustu. 

Oğuz'un eleştirisi hiç de ummadığı gibi çıktı.

“Ulan sakın yazmayı bırakayım deme, ben nice yazarların öz eleştirilerini bilirim. Heriflerin kitapları düzeltmeden dört ayda çıkamıyor, Kartal ile boş bir zamanda oturup elinizden geldiğince düzeltin.”

Gece boyu tartıştılar, yazdıklarını tam çözümleyebilmesi için bazı duygularını arkadaşına nakletti ama şimdi kafasına başka şey takılmış, yaptığının iki yüzlülük olduğunu düşünüyordu. 

“Beyler yarın eve misafirlerim var, beni zabıtadan kurtaran iki kardeş gelecek.”

“Oğuz: “Beni biliyorsun, pazarları bağlıyım. Yapabileceğim ne varsa şimdiden söyle.” 

Kartal: “Abi beni de bilirsin canım sana feda ama hafta başından arkadaşlara söz verdim gene de ekebilirim.”

“Ulan misafirim gelecek dedim, idama gitmiyorum. Temizlik dahil herşeyi tamamladım. Gelecek kişilerden biri ortopedik, kardeşinin yardımıyla gelecek, getirecek olan da kız ama şatifillinin biri, sizin anlayacağınız tam eli maşalılardan.”

Oğuz: “Yani kıza sarkmak için maça mı ister diyorsun?”

“Evime gelecek kişiye sarkacak kadar terbiyemi tüketmedim. Yürekli ve çok dürüst bir kız, anlatmaya çalıştığım bu.”

Oğuz'un inceleyici bakışlarını fark etmeden Mecidiyeköy'deki olayı anlatıp sustu. 

Kartal: “Abi diyorsun ki yürekli ve her ne kadar günümüzde anarşist veya daha ılımlı aktivist gibi kelimeler kullanılsada sorumluluk ve şahsiyet sahibi bir hanımcık, yanlış mıyım?”

“A dan Z ye haklısın, ben aramaz diyordum ama köye gittiğimiz günlerde kardeşiyle eve dahi gelmişler.

Oğuz: “Peki şimdi nasıl karşılaştınız?”

Bu lamba cini kılıklı heriften de hiçbirşey saklanmıyordu ki, madem riyakarlık yapmamak için konuyu açmıştı, artık bir bahane ile market çırağından da bahsetmeliydi. Aklıma siz gittikten sonra geldi sözleriyle konuya girip, kalanını da eksiksiz anlattı.

Eve geldiğinde son kelimelerin bitimiyle, Oğuz'un bacağının titremesini fark etmiş ve hemen ardından “Oğlum yarın madem misafirein var, burada hala işin ne” demesiyle, apar topar  ayaklanmışlardı.

Yastığını sırtına dayayıp, karanlığın içinde yakamozları seyretme zamanıydı.

Önce kasabadaki Nuray aklına geldi. Beyaz gömleğini, şalvarını ve yeleğini şimdiki Nuray’a giydirmeye çalışsa da başaramadı ama sıra boğazdan gelip geçen şehir hatları vapurları ve transit geçen gemilerdeki ışıkların oluşturduğu yakamozlara gelince, uykusu da geldi ve uzun süredir başaramadığını başarıp, ilk defa bebekler gibi uyudu.

Sabah binanın girişini ayna misali parlatıp, işini bitirdi ve alel acele birşeyler atıştırıp çayını da içtikten sonra balıkçının yolunu tuttu; tazesini almak amacıyla balık işini son saatlere ertelemişti.

Saat on bir sularına geldiğinde, yavaş yavaş acabalar kafasının içinde dolanmaya başlayınca kalkıp odanın içini tekrar leylak kokusu veren sprey ile doldurdu.

Acaba telefon açıp neredesiniz bahanesiyle çaktırmadan yoklamalı mıydı?

Ulan bu saatte yemeye mi gelecekler eleştirisiyle biraz ferahladı.

Hadi artık suyu süzülmüştür gidip balıkları şişliyeyim diyerek, mutfağa koştu. Eline tek balık almadan geri koşup, telefonunu getirdi ve el altına bıraktı.

Balık işini bitirip, kıvırcıkları su dolu leğene bastığı sıra bundan sonra gelmezler diye düşünüp paniğe kapıldı.

Odadaki koltuklardan birine oturup, arpacı kumrusu gibi düşünürken, mutfaktan gelen telefonunun sesiyle irkilip fırladı.

“Alo Osman ben Nuray.”

Aman yarabbim, aramıştı işte. Ya geliyoruz diyecekti ya da annem düşüp kıçını kırdı, maalesef  gelemiyoruz.

“Merhaba Nuray, aksilik yoktur inşallah.”

“Hayır, batı cephesinde yeni birşey yok. Ben de sana aynısını soracaktım. Müsaitsen yarım saat sonra çay koy biz bir saate kadar oradayız.”

Hiç düşünmeden “Geldiğinizde çay hazır olacak”dedi ve kızın gene bay bay demesinin bitiminde aleti kapadı.

Demlikleri hazırlamak amacıyla mutfağa daldı ve küçüğünü eline alır almaz sabunlaması gerektiğini fark edip, paniğe kapılmadığını sanarak işe girişti.

Hem demlikleri sabunlu bezle ovalıyor hem de herşey tamam diye hesaplarken, demlikleri unuttuğu için söylenip duruyordu ki ansızın tüm işleri suya bastırdığı salata yapraklarının üzerinde yaptığını fark edip,  eli ayağı birbirine dolaştı.

Çayı demlediğinde ise sabunlanan salata yapraklarını çöpe atıp, koşarak manavdan aldığı yenilerini suya basmış ve ancak soluklanabilmek için oturmaya fırsat bulmuştu.

Neden çay istemişti ki üstelik batı cephesinde yeni birşey yok da neyin nesiydi?

Birden aklına onun roman adı olduğu gelince, deyim olarak kullandığını anlayıp, boşa düşmediği için rahatladı.

Oturduğu yerden son kontrolleri yaptığı sıra pencereden gelen ses irkilmesine sebep oldu.

Gelen ses metalin kaldırımda çıkarttığı sesti ama bankacı Nihal Hanım’ın ayakkabıları çıkartmıyor, ortopedik bastondan geliyordu.

Kapıyı hafifçe aralayıp, herhangi yanlışlığa meydan vermemek için bekledi.

Dış kapının açılışını, ilk beş basamaktaki madeni sesleri dinleyip, usulca kapıyı kapayıp bekledi.

Ameliyat masasından kalkışının dördüncü günü, operatör, yatağına oturmuş sessizce vizitesini yaparken gözlerim ne zaman görecek diye sorunca aldığı yanıt ‘’Osman bundan böyle kendine göre bir iş bulacak ve hayatını bu şekilde devam ettireceksin’’ çivisini beynine çakınca bağırmamış, çağırmamış sadece içini saç telinden, ayak tırnağına kadar kaplayan hala çözemediği sıkıntının girdabına düşüp, ağzını dahi açamamıştı. Şimdi de buna benzer bir sıkıntının tam ortasındaydı. Tek tesellisi, dizginleri kendi elinde tutma olasılığının var oluşuydu. 

Çıkıp adama yardım etmeli miydi?

Kendisinde de var olan sakat psikolojisine göre buraya kadar gelebilenin, dört beş basamak için yardıma ihtiyacı olamazdı.

Yeni duymuş havalarına bürünüp hızla kapıyı açtı.

“Merhaba Osman biz geldik.”

Sırıttı ve Kıbrıslılar gibi hoşgeldinizi hoşgeldiniiiiz diye uzatırken, kenara çekilip son olarak ayakkabılarınızı çıkartmayın cümlesiyle karşılamayı bitirdi.

Misafirlerin yerleşmesini beklerken, çıkan madeni seslerden adamın sakatlık derecesini ölçmeye çalışsa da başaramayıp boşverdi, nasıl olsa öğrenmeyecek miydi?

Şakırtıların bitiminde “Tekrar hoş geldiniz” diyerek, pişmiş kelle gibi sırıtmasına devam etti. 

“Hoş bulduk Osman, ben Gökay.”

“Merhaba Gökay, sanırım aylardan beri şifahen tanışıyoruz ama karşılaşmak bu güne nasipmiş, sen de hoş geldin Nuray. Merdivende bastonunun sesini duyar duymaz fırlamayı düşündüm ama sesler öyle düzenliydi ki, yardıma yeltenmenin yanlış olacağına karar verdim.”

“İyi yaptın Osman, niteliği aynı, niceliği biraz değişik ama aynı mücadeleyi veriyoruz. Güzellik daha görmeden birbirimizi anlamaya başlamamızda.”

“Haklısın Gökay, aynı mücadeleyi veriyoruz sadece küçük nüans farkları var. Mesela çöl ortasındaki meyve ağacına sen ulaşamıyor ben ise bulamıyorum. Yalnız enteresan birşey keşfettim. Babanız edebiyat seviyor sanırım, çocuklarına kafiye çağırıştıran Gökay ve Nuray gibi isimler taktığına göre böyle olmalı.”

“Sadece tesadüf birader, sadece tesadüf. Keşke edebiyattan anlamasa da içinde ona benzer bir ruh yapısına eş babaya sahip olabilseydim. Aşağı yukarı aynı yaşlardayız ve benim kıçımın kılları neredeyse tel kadayıfa dönüşmeye başladı ama hala alnımın teriyle tek kuruş kazanamadım.”

“Gökay benim durumum da tam tersi, açtırma kutuyu, söyletme kötüyü.”

“Beyler karşılıklı ağlayıp zırlamanız için mi sizleri buluşturdum. Osman masada herşeyi  hazırlamışsın, sabah abimin gene hey heyleri üzerindeydi, buraya kahvaltı etmeden geldik. Şimdi sen çayı getir ben de sehpaya getirdiklerimi açayım, kek seversin inşallah, kendi ellerimle pişirdim.”

Kardeşleri odada bırakıp mutfağa gitti. Demliğin kulbundan yakaladığı sıra, bunlar bana gelmedi evden kaçtılar diye teşhis koydu ama inşallah yanlış düşünüyorumdur, sadece sezgilerinmle hareket etmemeliyim düşünceleri ile odaya girdi.

“Osman bana bırak” diyen kızın hafif telaşlı sesine aldırmadan usulca demliği gereken yere bıraktı.

Kek, çay partisi süresince hiç konuşmadılar.

Biraz sükutu hayale uğramış ama yine de hayatından memnun çayını yudumlayıp, yalnızlığının ilacı olabilecek kişilleri kaybetmemeye özen  göstermesi gerektiğini düşünüyordu.

Sonunda Nuray minik masayı topladığı sıra ilk lafı attı: “Osman işlerin nasıl, buz gibi havada çalışabiliyor musun?”

Klişeleşmiş soruya gerisinin geleceğinden emin yanıtı verdi “Yağmurlu günler hariç evet devamlı işe çıkıyorum.”

“Osman bak sana soğuk günlerde işine yarar umuduyla bere ve bir çift eldiven getirdim, kabul edersen abim ve ben çok sevineceğiz.”

Kızın eline tutuşturduğu küçük poşeti alırken “Zahmet ettiniz” diyebildi ama çok duygulanmıştı.

Gökay'ın “Birader birşey mi oldu” sözlerine “Hayır, durun şu demliği kaldırayım” cevabını verip, odadan kaçtı.

Döndüğünde toparlanmış, pişmiş kelle gibi sırıtmayı dahi akıl etmişti.

“Özür dilerim, siz de tahmin etmişsinizdir, hayatımda aldığım ilk hediyedir, fazlasıyla duygulandım.”

İki kardeşin hiç ses çıkarmaması aynı ruh halinde olduklarının emaresiydi.

Başka söyleyecek söz bulamıyor ama ev sahibi sıfatıyla konu açması gerektiğini de gayet iyi biliyordu nitekim devam eden sessizliği iki sakat karşılaştığında olmazsa olmaz konuyu açarak başladı.

“Gökay, ben geç teşhis nedeniyle kör oldum, seninki ile benzerlik var mı?”

Öyle bir maden bulmuştu ki açıldıktan itibaren saatlerce sürebilecek bir maden.

Yağmasalar da sırayla estiler gürlediler ve sonunda eteklerindeki tüm taşları döktüklerinde, yaşadıkları müddetçe bu kamburu taşıyacaklarından, kuzu kuzu kadere teslim oldular.

Gökay bacağındaki makenizma ile küçük şakırtılar çıkartıp bir nevi oyun oynarken hemen yanında oturan kardeşi de seçebildiğince devamlı çişi varmış gibi kıpırdamasından gireceği konunun erken olup olamadığının sancılarını çekiyordu.

Kucağına aldığı eldivenleri parmakları arasında evirip çevirdiği sıra Nuray: Osman biliyor musun, abim de çalışmak istiyor. Senin tecrübenin bize çok yarayabileceğini düşünüyoruz.”

“Nasıl yani, benim gibi işportacılık mı yapmak istiyorsun?” 

Gökay: Biz de onu soruyoruz işte, sence başka yapabileceğim iş var mı?”

Sonuçta Nuray’ı kaybetme pahasına da olsa, açık konuşması gerekiyordu.

Zaten kızın abisi ile gelmesindeki maksadı perde arkası duyacakları herşeye hazırlıklı olduklarının ifadesi değil miydi?

“Gökay önce şunu söyleyeceğim. Çalışma isteğin karşısında tüm samimiyetimle saygıyla eğiliyorum ama sakat oluş hikayenden anladığımca maddi sorunu olmayan bir aile yapınız var. Şunu da anladım, başta baban ile büyük problemler yaşamaktasın ve bu tüm ailene yansıyor. Yani yarın öbür gün elinde iğne paketini alıp yollara düştüğünde olacaklara hazır mısın, önce bu konuyu halletmemiz lazım. Davulun sesi uzaktan hoş gelir, kardeşin başıma gelen günlük olaylardan ancak birine şahit. Bak başımdaki yaraya daha büyüğü kaburgalarımda var, insanlar öyle kolay değil. Bazıları sadece sakat olduğunu hatırlatarak senden mal alacak, dayanabilecek misin?”

Karşısındakilerin toplanmasına fırsat vermemeli, tüm gerçekleri anlatmalıydı.

Yıllar içinde çeşitli insan davranış biçimlerinden hatırlayabildiklerini arka arkaya sıralayıp, psikoloğun nasihatlerini de ekledikten sonra “Gelelim sana” dedi ve soluklanmak için sustu.

Söyleyecekleri belki de muhataplarının işine yaramayacaktı ve konuya nasıl girebileceğini düşünürken kızın kalktığını fark ederek, biraz daha beklemeye karar verdi ama Nuray başına dikilmiş saçlarının aralarını karıştırmaya başlayınca, sebebini anlayıp, yaranın bulunduğu yeri açtı.

Nuray: “Aman yarabbim, ölümden dönmüşsün.”

Kazak ve diğer çamaşırlarını sıyırdığı sıra ekledi “Bir de şuna bakın” 

 Nuray tekrar yerine oturduğu an hem ağlıyor hem de olamaz kelimesini devamlı tekrarlayıp inliyordu.

Ummadığı davranış biçimi “Sağlıklı kimselerin de başına olmadık işler geliyor” cümlesini Gökay'dan duyunca, konuşmaya karar verdi. 

“Cesaretine hayranım arkadaş, ilk sorum yürüdüğün sıra kaç baston kullanıyorsun?”

“İki ama neden soruyorsun?”

“Nedeni şu, alışveriş için bir elinin devamlı boş olması gerekiyor hatta iki el lazım örneğin ben çoğunlukla bastonumu ya bileğime takar ya da kemerime sıkıştırırım.”

Şimdiki sessizlik karar zamanıydı, kardeşlere bu fırsatı verip, başını öne eğerek bekledi.

Nuray: “Ne diyorsun abi?”

“Bunlar mesele değil, herşey için teknik geliştirilebilir, mühim olan babamın tepkisi.”

“Kafandan ne geçiriyorsun abi?”

“Bizim dükkanın önü, atarım bir tabure ne zabıta yanıma yaklaşır ne de iti kopuğu. Tek problem babam kardeşim, ama inan, sonucu ölüm de olsa halledeceğim.”

“Babamı tuşa getirmek için yeni taktiğin var mı?”

“Hatırlasana, korsan taksicilik yapayım dediğimde bana dükkanın önünde küçük bir tezgah atarız, orada birşeyler satarsın dememiş miydi?”

“Aman yarabbim, sen o lafa mı güveniyorsun?” 

“Bebeğim babamın o lafı hangi maksatla söylediğini çok iyi biliyorum ama madem ağzından kaçırdı ve buna amcam ile annem de şahit, yani senin de cadalozluğunu hesaba katarsak, babamı tuş edebiliriz.”

İki kardeş stratejilerini tartışırken, saçlarının arasında dolaşan parmakları düşündü. İnce narin parmaklar yara aradığı sıra yumuşaklıklarını hissedip tuhaflaşmış neyseki aklı biryerlere girmeden toparlanabilmişti.

Küçüktü elleri, küçük ve sıcak.

Mecidiyeköy'deki parkta dizini ve soluğunu hissetmiş şimdi de parmaklarının zarifliğine hayran olmuştu ama duygularına gem vurması gerekiyordu çünkü evinde misafir sıfatıyla bulunmaktaydı.

Ya günün birinde gelin sıfatını alırsa?

İşte o zaman evinin direği, kadını olur, başında taç niyetine taşıımaz mıydı?

Ellerini tutar, koklardı mis gibi kokan saçlarını.

Şu anda kafasının içinden geçirdikleri ayıp değil miydi?

Silkinip kardeşlerin konuşmalarını dinlemeye başladı.

Babaları aktardı ve karşı tarafta dükkanları vardı; hayret!

Bir an susmalarını fırsat bilip sazan misali atladı ”Az önce korsan taksiciliktan bahsettin, ne iş?”

Gökay: “Osman, başarabildiğim tek iş, çok uzun uğraşlar sonucu ehliyet sahibi olmamdır. Takdir edersin ki babamın dışında devletle de uğraştum. Kaç kere rapor aldım kaç kere doktorlarla münakaşa ettim bir bilsen, zannetme ki sadece körler insan yerine konulmuyor, sakat isen bu ülkede sorduğunda birçok hakka sahipsin ama uygulamada hop terelellim havası.”

Nuray: “Abi beni kırıyorsun ama devamlı kızdığın babam bile seni yanında çalışıyor gösterip, sigortalı yaptırmadı mı?”

“Nuray bu konuyu devamlı konuşmadık mı, ben sigortalı oldum fakat çalışanlardan biri Allah'a emanet değil mi?”

“Hayır abi, biliyorsun babamın defterlerini ben tutuyorum, öyle saçma sapan teklif yaptığı an sana söyleyeceğimi çok iyi biliyor.”

Bunlar iyice kapışmadan araya girme lüzumunu hissederek “Yahu şu sigorta işinden vazgeçin de korsan taksi işinin esasını anlatın, aklım yatsıın.”

İki kardeş de misafir olduklarını hatırlamış olacak,  uzun süre konuşmadılar.

Kolundaki saatin kapağını açıp, hazırlık zamanının gelip gelmediğini öğrenmeye çalıştığı sıra Gökay: “Osman sen körleri tanırsın gözlerinden ötürü, ben de topalları tanırım bacaklarımdan ötürü. İki bacağı da yokken bu şehirde korsan taksicilik yapan ve bugüne dek tek çizikleri olmayan sadece benim tanıdığım üç ortepedik var. Binen de memnun, inen de memnun artı trafikçiler de göz yumuyor.”

“Ulan bir de baston sallayan araba yapılsa harika olur.” 

Ortalık anında şenlenince, kardeşlerin kahkahaları arasında saatini kontrol edecek fırsatı buldu. Daha vakit vardı ve konuşacak konuları bulmak da kendine düşüyordu.

“Nuray, yanlış anlamadıysam sen muhasebecisin?”

“Evet, maşallah dikkatinden uçan kaçan yok. Çalıştığım firmanın muhasebe müdür yardımcısıyım, arada dışarıdan birkaç defter de tutuyorum. Fark ettiğin gibi birisi de babamınkiler.”

“Harika ama neden abine mesleği öğretmedin?”

“Anlaman lazımdı Osman, babam ilkokuldan sonra abimi bildiğin sebepten ötürü okula yollamadı, ilk beş senede ise bize kan kusturdu.”

Binlerce soru vardı ama her sorunun karşısına baba kelimesi duvar gibi dikileceğinden başka soruya gerek duymadı.

Saatini kontrol edip,  ayağa kalkmadan önce Gökay'a dönüp sordu “Satacağın iğne takımlarını görmek ister misin?”

Öyle bir hemen yanıtı aldı ki, vakit kaybetmeden yatağının altına eğilip malzemeleri sehpanın üzerine döküp nasıl monte edileceğini de tarif ederek, mutfağa uzadı.

Salata yapraklarını kevgire atıp süzülmelerini beklemeden ocağın yanına kağıt serip un döktü ve kızartma tavasını da yerleştirip balıkları çıkarttı.

İçeride şimdi dilleri bir karış dışarıda iğne kakalamaya çalışıyorlardı herhalde.

Beğenmeseler de babaları yanlış kararlar almış olsa da evlatlarına kanat germiş bir adamdı. Şivelerinden ve lisanı gırtlaktan konuşmalarından doğulu olduklarına karar verdi.

Ortam sıcaklığına ulaşması için, buzdolabından pilakiyi çıkarttığı sıra eğer tahmini doğru ise Nuray neden hala evlenmemişti; öyle ya doğulu bir kız yirmisine değin evlenmedi mi, evde kalmış sayılırdı.

İhtimal tahsil yüzünden sıyırmış olmalıydı.

Geniş salata tabağı ve doğrama tahtasını çıkartıp yerine koyduğu sıra “Osman bırak salatayı ben yapayım”

Aman Yarabbim, gelmiş ve yardım etmek istiyordu.

Nihayetinde baş başa kalabileceklerdi. Teklif asla reddedilemeyeceğinden “Dur bıçak vereyim” diyerek çekmeceye atıldı.

Nuray salata yapmaya uğraşırken, balıkları unluyor ve açacak konu bulmaya çalışıyordu.

“Nuray işyerin nerede?”

“Kadıköy'de, o gün Mecidiyeköy'e defter getirmiştim, karşılaşmamız hoş bir tesadüf değil mi?”

İçinden ya senin adının da Nuray oluşu diye geçirdikten sonra “Kader diyelim” derken ilk balıkları tavaya attı; beş dakikası başlamıştı. 

Oğuz'un yaka paça aldırdığı yemek takımlarından yeteri kadarını götürüp masaya dağıttı ve çıkmadan önce ha bire iğne dürtükleyen arkadaşına takılmadan edemedi “Gökay işler nasıl gidiyor?”

Yanıt başbaşa konuşan erkeklere uygun biçimde geldi “İşler ayna çal çal oyna, bunun hazır cicili bicilileri de var, neden böyle uğraşıyorsun?”

Görüyormuşçasına dönüp adamın yüzüne dikkatle baktı ve “Onlardan tane başına yirmi kuruş az kazanırsın, amaç hobi ise adresini vereyim onlardan alıp sat” dediği sıra biliyordu ki Gökay gibi adamlar bu kelimelerden ders çıkartabilirdi.

Balıkları çevirir çevirmez, maydanozları yolup pilakiye serpiştirdi ve masaya götürdü. Hiç ses çıkartmayan Gökay anladığı kadarıyla mektubu almıştı.

İkinci postayı atar atmaz sordu “Nuray abin ile aranızda çok güçlü bağlar var sanırım, yaptığın fedakarlıklar hep onun mutluluğu için değil mi?”

 Henüz ikinci karşılaşmalarıydı herhalde işin içinde sen de varsın kelimelerini beklemiyordu.

“Babam ve abim, ikisi de zor insanlar, Allah annem ve benim yardımcım olsun.”

Cevap karşısında neredeyse balıkları çevirmeyi unutacaktı. Sırtı dönük kızın hüzünlü bir eda ile söylediği sözlerden kendine de pay çıkmıyor muydu?                

Nuray üzgündü, bezgindi, piyango bir şekilde kendine de  yansıyıp, hayatını allak bullak etmişti.

Batı tarzı hayat felsefelerine hiçbir zaman özenmemiş hatta bazen çok seviyesiz de bulduğu olmuştu ama şimdi batılıların herkesin kendi hayatı vardır anlayışına hak veriyordu. Yanında, hemen burnunun dibindeki kız kendi hayatını hiç yaşamamış olmalıydı.

Birden ancak körlere ait sezgilerle kızın sessizce ağladığını fark ederek, doğru yolda gittiğini anladı ama peki şimdi ağlatan hisler başka birşey olabilir miydi?

Umutsuz aşkın içinde de olabilir, dayanacak gücü bitmiş olabilirdi.

Dolaptan çıkarttığı hazır yaprak sarmayı götürüp döndüğü an ince ince burnunu çeken kızın ağlama faslını bitirdiğini hissedip, hıyarları oynamaya karar verdi ve balıkları çevirdi.

Sehpanın üzerine bira şişesini bıraktığı an, günün muhasebesini de yapmaya hazırdı.

Kızın ağlamasını fark ettiği andan itibaren, basit mutfak soruları dışında tek kelime konuşmamışlar bu arada Nuray ağlamasının fark edildiğini hissederek kısaca “Mazur gör Osman, bazen hiç günahım yokken bu hayata katlanamıyor ve devamlı şanssızlığımı sorguluyorum” sözleriyle konuyu kapatıp, bir daha tek kelime etmemişti.

Yemek övgülerle geçtiği sıra Gökay “Osman bilgisayarın da var, ne işler çeviriyorsun” dediğinde yanıt olarak kitap yazmaya çalışıyorum demiş ve adamın buram buram alay kokan gülüşüne muhatap olup anlamamazlıktan gelerek bir de bu küçümsemeden faydalanmayı  becermiş, Gökay'dan sen kitap yazsan şimdi burada olanların tasvirini nasıl yaparsın dediğinde adam önce kız kardeşinden başlayıp banyo dışında saçına tarak girmeyen iri ela gözlü, kalem kaşlı ve minik dudaklarının üzerinde kemerli burnu olan bir kız diye az da olsa kardeşinin tasvirini yapmış ardından Osman sen klasik, kara yağız Türk tipisin sadece gözlerin eksikliğini ele veriyor sözleriyle tasviri tamamlamadan önce kendini de iki bastonla dolaşan doksan kiloluk çuval diyerek konuyu kapamıştı.

Nuray’ın dikkatini çeken, yazdığı kitap olmuş, birini düzeltmeye verdiğini ve yeni bir tarihi romana başladığını öğrenince de az önce abisinin yaptığı düşüncesizliği örtbas edebilmek için aşırı saygı göstermişti.

Neticede bilgisayarını açıp, tek sayfa yazabildiği kitabı dinletmiş ve ikisinin de domates biber hikayesinden bihaber olduklarını anlamıştı.

Kalkma vakti gelince, misafirleriyle birlikte kalkıp, arabalarına dek yolcu ederek hem Gökay'ın şöför koltuğuna yerleşmesini hem de binmeden önce kızın gelip yanaklarından öpmesini sağlamıştı.

Nuray’ın mutfakta ağlaması, abisinin alay etmeye gerek duyması gibi tam çözemediği davranışlar da vardı ve zaman içinde bunları çözecekti.

Dudaklar yanağına yapıştığında hissetmişti sıcaklıklarını.

El sıkışırlarken kayboluvermişti minicik eller, avuçlarının arasında.

Hissetmişti iri ela gözlerin yüzüne dimdik baktığını; bozuntuya vermeden.

Önemli olan işin amentüsünde birbirlerine abi kardeş diye hiç hitap etmemişlerdi.

Gece karanlığında minibüs köşeyi dönene dek bekleyip hemen markete uzamıştı.

Şimdi biralarını içip ardından yatacak ve hayal kurup günü kafasındaki düzene göre tekrar yaşayacaktı.

Sabah çantasına satacağı malları koyduğu sıra mutluydu çünkü rüyalarında kör değildi.

Cümle kapısından çıktığı an madam Şake'nin sesiniduydu: “Osman nasılsın oğlum, dünkü misafirlerin kimlerdi buralı değiller sanırım.”

Şimdi ayaklı gazeteye mülakat vermek zorundaydı: “Şake teyze tesadüfen tanıdığım ama çok iyi insanlar, madem gördün, tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş, yani biri benim gibi sakat.”

“Öyle konuşup beni üzme oğlum, yalnız o adam arabayı nasıl kullanıyor?”

“Ayaklarıyla bir şey yapmıyor, tüm pedallar düğme şeklinde direksionda” diye anlatmaya uğraşırken telefonu çaldı, arayan Oğuz “Hemen bana gel işimiz var” dedikten sonra kapadı ve ayrılmak üzereyken, yaşlı kadının isteği üzerine telefon numarasını kadına verdi.

Dükkandan içeri girer girmez arkadaşı “Bana bak senin kalemci aradı, zam gelecekmiş eğer isterse geçen sezonki gibi yapalım diyor; ne dersin?”

Kazandığı paranın tadı hala damağındaydı “Allah derim” sözleriyle teklifi kabullendi.

Dükkanın deposu kalem ile dolduğunda, bankadaki paranın beş de dördü gitmişti.

Alışveriş nedeniyle ancak öğleden sonra işe başlayabildi ama aklının bir ucunda Gökay vardı, dayanamayıp akşam telefonuna eklenen numarayı aradı.

“Alo Gökay, işler nasıl?”

“Burada satış falan olmuyor sadece imirin iti gibi titriyorum.”

“Hani cadde kalabalıktı?”

“Kalabalık olmasına öyle ama dönüp bakan yok.”

Bunca yıllık işportacılık tecrübesiyle anlamıştı işi.

“Gökay yüzün hangi tarafa dönük?”

“Caddeye birader caddeye, şu ana dek ancak altı tane satabildim.”

“Gökay yanlış pozisyondasın, yüzünü iki taraftan birine dön, insanlar elindekini otuz metreden görüp, alıp almamaya ancak kararr verirler. Sadece caddeye bakarsan beş metreden görüp, karar veremeden geçip giderler. Hadi dediğimi yap, iki saat sonra tekrar arayacağım.”

Geçen zamanı bilmiyordu ve henüz aramaya karar vermemişti ama çalan telefonu açınca Nuray’ın sesini duyup sevindi.

“Osman, abim aradı senin verdiğin taktikle, başından adam eksik olmuyormuş. Sen nasılsın, çalışıyor  musun?”

“Şu an işteyim ama biraz geç çıktım.”

Kız nedenini sormadan kendi iş yoğunluğundan bahsedip, teşekkür ederek kapadı.

Akşam eve ulaşmadan tekrar arayıp abisinin mutluluğundan bahsedip kapamadan önce gece muharebesinden de zor bela başarıyla çıktıklarını anlattı ve tam bay bay dediği sıra içini kaplayan kaybetme korkusu ile sazı eline aldı:

“Nuray, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Okullar yarı yıl tatiline girip tekrar açılana dek iyi pastel boya kalemi de satılır. Bugün bana telefon geldi ve zam geleceği bildirildi. Şimdi eğer istersen sana adresini vereyim, benim adımı söyleyerek aynı fiyattan mal al ve okullar tatile girdiğinde abin satsın, çok iyi para getirir; ilgilenir misin?”

“Harikasın canım harika, hadi ver adresi. Abim de buna çok sevinecek, hem babamı da susturmak için devamlı proje üretmemiz gerekiyor.”

Önce adresi verdi. Yolu tarif edip, kalemlerin yağmurda asla satılmaması gerektiğini vurguladı ve adım Hıdır elimden gelen budur sözlerini de gülerek ekleyip kızın tekrar canım demesinin ardından kapadı.

Eve gelip karnını doyurduktan sonra, sözleştiği gibi birahanenin yolunu tuttu.

Kulaklarına dolan uğultu, yatağın içinde fır fır dönmesine sebep olsa da sonunda gözlerini açarak, karanlığın içinden karanlığa boş boş bakıp, uğultunun nedenini araştırdı.

Ses tepedeki pencereden gelip, bir şekilde bugün işe nah çıkarsın diyordu.

Sırıttı, geceleri binlerce yıldır üzerinde yaşatıp sonra bağrına gömdüğü vücutların oluşturduğu ruhla nurlanan, gündüzleri şeytan ve iblislerinin tirol çektiği şu şirazesi kaymış, dümeni kopmuş, paslı puslu İstanbul gene rızkını engellemişti.

Böyle günlerde apartman temizlenmez üstelik paspaslar dahi ortadan kaldırılırdı.

Yorganını gırtlağının altına kadar çekip Nuray’ı düşündü.

Aman Yarabbim, iki kere canım demişti.

Son anda akıl edip kalem işini araya sokması, dahiceydi ama kızın devamlı proje geliştirmekten konu açması, arkadaşlıklarının düzenli şekilde devam etmesini istediğinin aynası değil miydi?

( Sığırcık Kuşu-5 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 23.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu