SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-12

 

 

 

Birden aklına eski Türk filmleri geldi.   

Şimdi adam cebinden bir tomar para çıkartıp, oğlum al şunları da kızımın yakasından düş diyecekdi. Aman yarabbim, yoksa kendisini dövdürten bu adam olabilir miydi?

Soracaktı ama bu ilk sorusu değildi.    

“Benden bir isteğiniz mi var efendim?”

“Kızım ile sonunda nereye varmayı düşünüyorsun, bana dürüstçe söyle.”

Daha eline almadan, zurnanın zart dediği yere gelmek, kelimenin tam manasıyla buna denirdi. Henüz birbirlerine dahi söyleyemedikleri gerçeği bu adamın bilmesine imkan ihtimal yoktu. Zarf atıyor olabilir miydi, belki de Mine bir arkadaşına bahsetmiş, o da babasına yetiştirmişti. Peki Mine kendisine söylemediğini arkadaşına mı itiraf edecekti, kadın milleti belli olmazdı ya ama karşısında duran adam babasıydı, fırsatı kaçırmayacaktı.

“Ben Mine’yi çok sevdim efendim, hepsi bu.”

“Oğlum burası Anadolu, senin İstanbul’una uymaz. Bana kuru sevgi değil, yuvasını kurup ölene dek bakıp koruyacak adam lazım, söyle şimdi niyetin yuva kurmak mı yoksa kızımı üzüp gitmek mi?”

“Herşey Mine’ye bağlı efendim. O beni istemezse ne üzer ne de tebelleş olur, arkama bakmadan çeker giderim.”

Nereden bilebilirdi ki karşısındaki adamın gözlerinin pırıl pırıl parladığı sıra, yarısı takma damak, otuziki dişinin meydana çıktığını.      

 Adam kurnazlara has tavrıyla “Haklısın oğlum, benim de dürüstçe söylediklerine aklım yattı” derken, gözleri hala gülmekteydi.

Masa donanmış, karşısındaki adam, fark ettiğince kadehleri dolduruyordu. Söyleyecek sözü varsa şu an söylemeliydi. 

“Efendim beni dövdürtmek için, siz mi adam yolladınız?”

“Aslan gibisin maşallah, pek dayak yemişe benzemiyorsun.”

“Siz yollamadınız mı?” 

“Benim yerimde olsan, sen ne yapardın?”

Kalksa mıydı acaba, işte bir şekilde itiraf etmiş, saklamaya pek gerek de duymamıştı.

“En azından kendini müdafaadan aciz birine adam yollamak mecburiyetinde kalsam, dövmek için değil de nasihat için yollardım.”

“Ben de o niyetle yolladım ama herif kendince iş yapmaya yeltendi.”

“Garip garip laflar edip vurmadan önce en azından kavgaya bahane amacıyla bir sorsaydı, Mine’nin çok hasta olduğunu söyleyecek zaman bulabilirdim; neyse ki bunu Mine fark etmedi yoksa aranızdaki uçurum kat be kat artardı efendim.”

Beyaz saçlı adamın tekrar gözleri parladı ve kadehini uzatırken “Haklısın iyi ki  benim halt karıştırdığımı fark edemedi” dedi.

Dayak konusunu fazla büyütmenin de gereği yoktu. Üstü kapalı laf sokuşturmanın da.

Kızı sabah uzatılan nane şekerinden vazife çıkarabiliyorsa babası haydi haydi;  kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla muhabbetini fark ederdi.

Nasıl olsa birazdan kör oluşuyla ilgili sorular başlayacaktı ve böylece ilk konuda kendiliğinden kapanırdı.

“Söyle bakalım evlat, rahatsızlığın için umurt yok mu?”

Sanki normal biriymişçesine gözlerini muhatabına devirip, sırıttı.

Bundan sonra top ayağındaydı. Sadece sözlerine dikkat etmesi gerekiyordu çünkü karşısındaki adam gerçek bir avcıydı; avcı!     

Yatağına uzandığı an dahi konuşmalar bir bir aklındaydı.

İki dubleden fazla içmemiş, kurduğu her cümleyi özenle kurmuş, aynı şekilde karşısındakinin de öyle davrandığını fark etmişti.

Önemli ve emin olmasa da başka şeyler de dikkatini çekmişti.

Adama kapıcılık yaptığını bilerek isteyerek söylediğinde, hiç istifini bozmamış ama arsası karşılığı dört daire iki dükkan vereceklerini aktarırken geri doğru irkilmişti.

Aynen, geçmişte makine kalıpçılığı yaparken şimdi işportacılık yaptığını  söylediğinde sakin ama askerliğini on sekiz ay bir fiil eksiksiz bitirdiğini söylediğinde irkildiği gibi.

Sanki adamda tik vardı, hani hazır bildiklerini gayet normal karşılıyor yeni öğrendiklerine tepki veriyor gibi birşey.

Karşı ataklar da vardı doğal olarak!

Lafı evirip çeviriyor, iki de bir Mine’nin ablalarına getirip, gelip gelmeyeceklerine dair sorularla ağzını yokluyordu .

Sonuçta yaptıklarına muhabbet denmez ancak bir çeşit satranç denebilirdi.  

Ablaları hakkında tek kelime etmediğine emin, babasından yeni öğrendiği Mine’nin ressam, dekoratör ve zeytin uzmanı oluşu, fazladan kazancıydı ve bunları düşündüğü sıra uyudu.

Aynı dakikalarda; uzunlarını yakmış ağır ağır köye giren kamyoneti fark eden ilk köpek, başını kaldırdı ve havlamaya hazırlanırken, gene mi sen dercesine bakış fırlatıp tekrar başını patilerinin arasına soktu. Farların etrafı aydınlatmasından etkilenen cırcır böcekleri şamatayı kesip, dev varlığın geçmesini bekledi.

Üç dönüm bahçenin ortasına oturtulmuş dubleks binanın hizasına gelen araç durdu.     

Beyaz saçlı adam, içeri girdi ve direk alt kattaki salona doğru yürüdü ve girer girmez, koltuklardan birine çöküp, körüklü çizmelerini çıkartmaya başladı.

Aynı anda yan odalardan birinden gelen “Recep sen mi geldin” çığırtısına “Evet” diye yanıtlayıp hemen arkasından “Halime sehpaya yiyecek bir şeyler getir” dediğinde yanıt “Rakı da getireyim mi” oldu.  

Recep ağa, önündeki sehpa donatılırken, gözlerini körüklülere dikmiş, hala bu çizmeleri giyme sebebini kendi kendine bile izah edemiyordu.

Ay Ağustosmuş, hava çok sıcakmış, fark eden bir şey yoktu.

Madem ki ağasın giymeye de mecbursun diye kendi kendini ikna ettiği sıra, belindeki ruhsatlı tabancasını çıkartıp, kazaya mahal vermemek üzere gerekli işlemleri yaptı ve göz önünden kaldırdı.

İçi türlü türlü mobilya ve gereksiz eşyalarla doldurulmuş salonda bakınırken de görmemişin oğlu olmuş, tutmuş çükünü kopartmış mırıltıları arasında iç çekti ve tam karşısındaki duvara gözlerini dikti.

Bu zevksiz, aşırı döşeli salonda oturmayo hiç istemese de karşısındaki duvara asılı üç tablo, her gece önlerine dikilme nedeniydi.

İlk tablodaki manzarayı ava çıktığı günlerden birinde fark ederek Emine’ye söylemiş ve beraber gittiklerinde kız boynuna atılıp, harika kelimesini defalarca tekrarladığı sıra, tuvaline de yapışmıştı.

Salkım söğütler ve böğürtlenler arasından fışkıran minik şelaleye son defa göz atıp ortadaki tabloya baktı.  

Kafada avcı şapkası, kalın oduncu gömleği üzerine giyilmiş, göğüs hizasında sağlı sollu dörder fişeklikle süslü yeleği, elde süper poze, belde  fişeklikler, hareketlerini kolaylaştıracak bol pantolonu ve bacağında komandolarınki gibi bağlı geyik derisi kılıf ve geyik boynuzundan kabzalı avcı bıçağı, ayakta çizme ve ayağın altında yatan iri bir domuz.

Kızı av sırasında çekilen bir fotoğrafından nakletmişti tabloya.

Portresine dikkatle baktı, nasıl da benzetmişti kereta.

Son tablovda bir fotoğraftan alınmıştı, üç kardeşin fotoğrafından.  

“Recep, dışarıda içtiğin yetmedi mi?”

Üç kardeş, ortada büyük kızı Hatice, kendi bakış açısına göre solda ortanca kızı Zehra ve sağ da göz bebeği Emine.   

“Dediğimi duymadın mı Recep?”

Yanak yanağa vermişti üç kız. Üçünün de dişleri meydan da hatta Hatice şaşırmışçasına biraz da ağzını açmış sırıtıyorlardı.

Birden Emine’nin buğday rengi teni solmaya başladı.  

“Sana diyorum be adam.”

Önce sol gözü aktı ardından o kadife gibi yanağı liğme liğme olup, kan çanağına dönüştü.

Tir tir titriyor, tabloya da tekrar bakmaya cesaret edemiyordu.   

Her gece aynı hikaye, her gece aynı senaryo, aynı sahne.

Buğulanmış gözlerle, ayakta dikilen kadını süzdü.

Aman yarabbim, şu saçlara bak, mısır püskülü yanında halt etmiş. Şu dövecekmiş tavrı bakışlar, gıcırdayan dişler. Cımbız alıp çekiştiremediği, kıl dolu titreyen çene. Çeyizindeki bitmek tükenmek bilmeyen ama iğne iplik alıp, koltuk altındaki söküğü bir türlü dikmediği geceliklerden biri ve artık aileden sayılabilecek, rengi çoktan miladını doldurmuş, ponponları kaybolduğu gün doğan erkek çocuğunun askere gidip geldiği; velhasıl, bir ömür sayılabilecek, hurdahaş terliklerle hesap soran kadına ne cevap verecekti.     

Dirseğe kadar döşeli bileziklerden gelen şıngırtıları bir süre dinleyip: “Dışarıda pek birşey içmedim” karşılığını verdi.

“Samet’in omuzu iyileşti mi? Allah’ını seversen nasıl ısırmış köpek onu?”  

Köy ile şehir arasında sıkışıp, zamanla tamamen ruhunu yok ederek, saplantı, takıntı ve hayali kurgularının peşinden giden kadınına bakmadan sırıttı.

“Seninki akşam kafayı fazla çekince gidip bizim zeytin işleme fabrikasının arkasındaki bahçede sızmış, yanına da benim Karagönlüm. Birbirlerini tanıyorlar ya, kendilerinden emin başlamışlar horul horul uyumaya ama nasıl olduysa Karagönlüm birden dişlerini bizim salağın omzuna geçirivermiş; sen nereden öğrendin, alay konusu olmasın diye herkesten saklıyorduk.”

“Nereden öğreneceğim canım kendi söyledi. Akşam köpeği getirip bağladığı sıra seni namussuz seni beni ısırırsın ha dediğini duydum ve sordum.”

Bu sefer karısının gözlerinin içine bakarak gülümsedi ve “Karagönlüm hak etmediği müddetçe kimseye saldırmaz, yemiştir bir bok” dedi.

“O boşverir; götürüp kuduz aşısı yaptırsaydın, vallahi ben çok korkarım. Traktörcü İbrahim’in oğlu Bilal’i unutmadın inşallah.”

“Aşı mı dedin, hangisine?”

Kadın koltuklardan birine kendini atarken güldü ve Samet’e tabi dedi ve ekledi “Dün Bohçacı Kadriye geldi ve kızlar için dantel takımı getirdi. Tabi oturdu ve biraz da çeneleştik. Senin Emine körün biriyle sokaklarda kitap mı ne satıyormuş. Şu kızın başını bağlayalım artık, yoksa araya gidecek. Kadriye karısı, Erdek’de bir emekliye kızın fotoğrafını göstermiş ve adam anında kabullenmiş, ne dersin herif?”

‘’Hangi fotoğrafını göstermiş?”

“Canım Kadriye’ye ben kızın okula kayıt olacağı zamanki fotoğrafını vermiştim ama karı biraz durumdan konu açmış ve adam da kabulümdür cevabını vermiş.”

Tepesi atmak üzereydi, bohçacı karılardan medet umup kızlarına koca bulmaya çalışan bu kadından öylesine soğumuştu ki alay etmek dahi zul geliyordu ama bir müddet daha katlanmaya mecburdu.

“Halime, yani diyorsun ki yukarıdaki düzinelerce yemek takımından, toplarca kumaştan, göt yüzü görmemiş koltuk takımlarının hiç olmazsa bir kısmından yakında kurtulacağız.”

“Öyle deme herif, ben kızlarımın gittikleri yerde mahçup olmamaları için alıyorum o çeyizleri.”

Bir an karşısındaki ruhsuz çiçeği inceleyip, hafiften dalga geçmeye karar verdi.

“Bana bak, istersen birlikte kitap sattığı şu köre verelim kızı ha, ne dersin?”         

“Ne diyorsun sen be adam. Utanmıyor musun, gül gibi kızı, burnunun dibini bile göremeyen adama layık görmeye?”

Lafı ortaya atmasının esas nedeni, evden kaçma bahanesini zemin hazırlamak içindi. Az önce biricik evladını yaşlı herife layık gören kadın, kör kelimesini duyduğunda göstereceği tepkiyi tahmin etmemek için insanın süzme aptal olması lazımdı.

Ayağa fırlayıp bağırdı “Ne diyorsun sen be kadın?”

Her zaman olduğu gibi sineceğini düşünmüştü ama karısı aynı çeviklikle karşısına dikilip “Ölürüm de kızımı köre vermem” dediğinde, alayı bırakıp gerçekten de patladı.

“Ulan vicdansız, ulan imansız, o bahtsız yavrumu, bohçacı karı marifetiyle, bir ayağı çukurdaki herifin koynuna layık görüyorsun ama aslan gibi delikanlıya gelince, körlüğünü problem yapıyorsun. Utan be, senin kızın bohçacıların bulduğuna mı layık?”      

Şimdi sinmiş, aval aval yüzüne bakarken, içinden geçenlerin tüm ifadesini yüzüne yansıtıyordu.

“Allah’ını seversen söyle Recep, bir şey mi duydun?”  

“Erdek’deki emekliden vaz mı geçtin?”

“Ben kızımı asla bir köre vermem. Araya gidecek kız değil o, inan ki yanlış yaparsa hakkımı helal etmem.”

Otur oturduğun yerde, sen namlunun ucuna iterek, ben tetiği çekerek zaten analık ve babalık haklarımızı çokdan kaybettik.”

Eğer tabancayı yerinden alıp, tüm şarjörü karısının göğsüne boşaltsa, böylesine etkili olmazdı.

Dom dom kurşunu yemişçesine gerideki koltuğa düşen kadın, inanamaz gözlerle bakınıp dururken baygınlığa benzer hareketler yapıyor, bir şeyler söylemek istercesine oynayan dudaklarından tek kelime çıkmıyordu.

Recep ağa “Kızımızı layık gördüğün insanlar yüzünden bu lafı çoktan hak ettin” dedi ve kadını kolundan tuttuğu gibi sürükleyerek yukarı kata çıkartıp ilk odadan içeri soktu.

Lambayı yaktığı an  karşılarına çıkan manzarayı, karısının kolunu bırakmadan inceledi.

Tozlanmasın diye üzerleri amerikan beziyle örtülü koltuk takımları, top top kumaşlar, sarılıp duvarlara yaslanmış halılar, artık modası çoktan geçmiş vitrin ve on ikişer sandalyeli yemek masası, sayılamayacak kadar çok çeşitli ev eşyası, buzdolabından tut,  artık piyasada satılmayan merdaneli çamaşır makinesine kadar, yok yokun olmadığı odaya tiksinerek baktı baktı.

“Şunlara bak kadın, Hatice otuz dört yaşında ve kıza iki yaşından beri çeyiz düzüyorsun. Şu modellere bak, günümüzde hangisi revaçta?

Sonunda film koptu, sicim gibi gözyaşları döken kadına aldırmadan açtı ağzını yumdu gözünü ancak henüz patlayan volkanın dağarcığındaki lavlar bitmediğinden tekrar koluna yapışıp ikinci odaya girdi.

Hemen önlerine çıkan fırınlı ocağın fırın kapağını sertçe açtı ve çürümüş kapak gürültü ile yere düştü.    

“Şunun, tek kahve pişiremeden geldiği hale bak, kızlarını da böyle çürüttün. Ulan beş yaşındaki bebe ne anlar çeyizden be. Beni dahi yıllarca senin aklın kadın işine ermez diye  kandırdın. Kızlara oda yaptıracam dedin ve atadan babadan kalma evimizi yıktırtıp bu dubleksi yaptırdım ama senin niyetin her kıza rahatça yaşayabileceği şahsa mahsus oda değil, ayrı ayrı çeyiz deposu hazırlamakmış, çok geç anladım, tanrı beni affetsin.”

Arka arkaya geçen araçların peşi sıra koşan ve hançerelerini yırtarcasına havlayan köpeklerin seramonisi bitene dek bekledi.

Yıldızlarla bezeli gök kubbenin altında   kendilerince çok ayrı açılardan da olsa yürekleri yanan iki insan, ikinci odada fazla kalmadı ama kadın aşağı inmeye yeltenince eşi bu sefer de karısını üçüncüye sokup diğerleriyle aşağı yukarı aynı eşyalarla dolu odayı gözüne sokarcasına bakmaya zorladı.

“Bak iyi bak kadın, eserine iyi bak. Senin bu çeyiz hastalığın nedeniyle kızlarımız evden gitti. Artık aklını başına devşir ve yarın sabah on günlüğüne ailenin yanına git, evde tadilat yaptırtacağım.”

“Ne tadilatı yaptırtacaksın, daha yaz girişinde boya badana yaptırdık.”

Recep Ağa hırsla kadını kendine çevirip bağırdı “Beni şimdi iyi dinle, ne kadar pislik varsa bu evden hemen ya belediye çöplüğüne gidecek ya da başkanın marifetiyle fakir ailelere gidecek. Hiç itiraz edeyim deme inan bana, beni boşver; ölene dek kızlarını rüyanda dahi göremezsin. Beni anlıyor musun kadın, kızlar bu eşyalar ve senin koca bulma merakın yüzünden eve gelmiyor.”

Kadın bir an itiraz edecek gibi olduysa da gördüğü manzaraya kocasının alev saçan bakışları da eklenince suspus oldu ve üzerleri bezle kapatılmış koltuklardan birine yığılıp kaldı.

Aynı hırsla aşağı inen adam, salondan içeri adımını atar atmaz gözü çizmelerine takıldı ve tuttuğu gibi cama doğru fırlattı.

Kırılan camın şangırtısıyla yerinden hoplayan Karagönlüm, vaziyeti kavrar kavramaz yerine dönüp yatağına uzandı. Artık hayalinde ertesi sabah camcının çırağını kovalamaktan alacağı zevki düşünüyordu.  

Karagönlüm bile alışmıştı asgari haftada bir kırılan camlara.

Recep ağa spor ayakkabılarını ayağına geçirirken söylenip duruyordu: “Ağaymış; ne ağası be, olsan olsan ancak çeyizlerin ağası olursun.”  

Tam kapıdan çıkmak üzereydi, girdiği şokun tesirinden henüz çıkmaya çalışan kadın, ayaklarını sürüyerek merdiven başına kadar gelip bağırdı: “Kızı sen vurdun, ben hiçbir şey yapmadım, üzerime bunca yıl sonra iftira atmaya utanmıyor musun?”

Duydukları zıvanadan çıkma nedeniydi.  

Yarı yarıya açtığı kapıyı öyle hırsla geri kapadı ki, çıkan sesten Karagönlüm, yarım metre havaya sıçradı,  kapıya cam çivisi marifetiyle kötü ruhları önlemek amacıyla asılı kuru sarımsak demeti ve hangi bohçacı kakaladıysa bereket amacıyla asılmış karınca duası, bir anda yerlerinden fırlayıp yere düştü.

Başını yukarı kaldırınca, kadının trabzana tutunmuş, ha düştü ha düşecek sallanır vaziyette durmaya çalıştığını görüp, ok gibi fırladı.

Yıllarını dağlarda çeşitli av peşinde geçirmiş adam o yaşına rağmen basamakları üçer beşer atlayıp, kadını düşerek başına belayı sarmadan önce yakalayıp, dördüncü odaya, kendi yatak odalarına sokup divana yatırdı.

Karşılık beklemese de tam tersi tepki daha fazla sinirlenmesine sebep oldu.

Kadın yattığı yerden “Kızı sen vurdun, bana iftira atma” diye durmaksızın aynı kelimeleri tekrarlayarak bas bas bağırıyordu ki, eliyle ağzını kapayıp “Ben uydurmuyorum, Emine hastanede bilinçsizce yatarken devamlı olarak annem itti babam vurdu diye sayıklıyordu” dedi ve elini karısının ağzından yavaşça çekti.

Göğsü körük gibi kalkıp inen kadın avaz avaz bağırdı “Ben hiç duymadım, kendi suçunu hafifletmek için yalan söylüyorsun.”

Recep ağa karısının ağzını tekrar kapayıp ağır ağır konuştu “Duyamazsın tabi,o sıra da  doktorların yarısı seni güya sakinleştirmeye çalışıyordu ve kızın başında sadece ben vardım bir de duyup gelen belediye başkanı, yüreğin varsa git ona sor.Madem kızı o pisliğin gözü önüne itmedin de Emine bu evden çıktı çıkalı bir daha adımını neden atmadı, neden başta kendin veya meşhur akrabalarından biri yada bir ortak tanıdığınız komşu veen sonunda o taptığın boçacı karılardan biri kızın evine gidemiyor, gideni de kız sopayla neden kovalıyor, Hatice ve Zehra neden yıllardır hiç gelmiyor, sebep ben olsam iş saatleri içinde gizliden de olsa sana gelirlerdi, hele bir düşün, tabi kafanın içinde biraz beyin kaldıysa” dedi ve elini tekrar çekti.

Yıllardır saklanan ancak herkesin bildiği bu sır, kadını allak bullak etmeye yetti ve dakikalar boyu defalarca o anı gözlerinin önüne getirip, gerçeği bir nebze de olsa kabullenip ağlamaya başladı.

Sonunda karısının sakinleştiğini anlayan adam ayağa kalkıp “Ben gidiyorum, dediğim gibi yarın sabah bu evdeki tüm pislikler gidecek. Sen de on günlüğüne köyüne git, geldiğinde her şey değişmiş olacak” dedi ve ağır adımlarla odadan ardından da evden çıktı .

Kamyonetinin kapısını açmaya çalıştığı sıra, bacaklarına sürtünen köpeğinin tüylerini okşayıp ev sana emanet dedi ve araca bindiği gibi, onlarca yıldır her başı sıkıştığında dadandığı yere doğru uzadı.

Elli kilometreye yakın mesafedeki bu ucube yer Samet dahil kimsenin bilmediği sığınağıydı ve sadece kendisine, kendi malını servis yapan bir yerdi.

Yol boyunca aklına getirmemek için dünyanın uğraşısını verse de bir türlü karısını aklından çıkartamıyordu.

Tanıdığı gün ile bu gün arasındaki fark ancak yağmur birikintisiyle okyanus karşılaştırması yapılarak örneklenebilirdi.   

Örgülü saçları, güleryüzüyle kapıda karşıladığı günler kısa zamanda çok gerilerde kalmış, henüz ilk kıza hamileyken değişim başlamıştı fakat işin kötüsü Halime, değişmeye başladığı sıra kendisi de başka bir değişime uğradığını o günlerde fark edememişti.

Halime uzaklaştıkça ava, içki alemlerine gitgide ilgisi artıyordu.

Şimdiki sığınağı dahi, o günlerin yıllar içinde bıraktığı tortuların eseriydi. Ancak bu sığınak içki alemlerinin yatağından daha öte bir yerlerdeydi.

Halime’nin; Emine’nin doğumundan ve tam beş sene sonra tekrar dördüncüye hamile kalıp, bebeğini düşürüp kaybetmesinin ardından çevredeki konu komşu ve ailesindeki bazı aklı evvellerin uyguladığı kocakarı propagandalarına inanıp evi zehir ederek, ava çıkmaya zorladığı günlerden birinde karşılaşmıştı şimdi gittiği sığınağıyla.

Denize yakın ama kıyıdan daha doğrusu hiçbir yerden yolu olmayan derme çatma bir kulübeyi ilk gördüğünde önce bağ evi gibi bir şey sanmış ama etrafta hiç bağ ve zeytinlik  bulunmadığını fark ettiğinde burada nasıl yaşayabildiklerine de şaşmıştı. Denizden yüz eli metre kadar yüksekte bodur bir tepenin üzerine, makiliklerle çamların arasına gizlenmişçesine bir virane.

Elektriği suyu hak getire, tuvaleti evden yirmi metre kadar uzakta, üzeri açık kapısı bez parçasından üç tarafı inşaat tahtaları ile çevrili, insanı geri doğru işetebilecek kadar garip bir ucube.

Evin içerisi başka alem.

İhtimal yatak olarak da kullanılan iki sedir ve yerde bir buçuk metrelik kilimden öte, asmaya götürsen başka eşya ve kıç silmeye dahi bulamayacağın bez parçasının olmadığı bir yer.

Evvelden ne kadını tanırdı ne de adamı, ilk gördüğünde de aynı yaştaydılar, Hatice otuz dördüne geldiğinde de aynı yaşta. Bu arada kendi saçları pamuk tarlasına dönmüş, derileri buruşmuştu ama gel de bunu karşındaki gençlere anlat anlatabilirsen; yıllar süresince belki gözlerindeki fer biraz sönmüştü ama saçlarında veya derilerinde en ufak değişim olmamıştı.

Acaba büyücü olabilirler miydi?  

Belki de Kaz Dağı veya eski adıyla İda Dağı’nın tanrılarındandılar. Zeus, Apollon, Hera, Artemis her neyse ama içinden kolayca çıkılmayacak bir problemdi.

Aklını başına toplayıp daha geçerli önerileri kafasının içinde ardı sıra sıralarken, hemen dibinden geçmekte olduğu şarkütürenin önünde durup, kafasına göre alışverişini de yapıp tekrar yola çıktığında, düşünecek fazla birşeyi de kalmamıştı.  

Son olarak seksenini çoktan devirmiş bu iki yaşlının hayallerini göz önüne getirdi.

Koyu kestane rengi saçları, fincan misali iri ela gözleri ve çocukların tonton gibi lakaplar dahi takabileceği, yumuk yumuk ancak gergin yüz hatlarına sahip Reyhan Hanım.

Ve gerçeği büyük tesadüfler eseri öğrendiği ancak hali hazırda bile kalpten inanamadığı, emekli kaptan pilot, Nuri Bey.  

Yokuşa vurup, vites değiştirdiği sıra bile nasıl olur da böyle bir hayatı tercih ederler diye düşünmekten kendini alamıyordu.

Ortak tanıdıklarından biri, bohem hayat dahi bunların yaşadıkları yanında lüks kalır diye fikir beyan etmişti.

 Virajı alıp köy yoluna girdi. Şimdi karanlık yolda uzunları yakmış ağır ağır ilerliyordu. Aracın içi tamamen karanlıktı sadece önünde duran paneldeki göstergelerin arkasından sızan ışık öylesine zifir karanlığın içinde hafifçe etrafa aydınlık saçmaya çalışıyordu.

Karşıdan gelen tek farın ışığını görür görmez kısaları yakıp, aracın geçmesini bekledi ancak gelen ne idüğü belirsiz şey yaklaşıp çıkarttığı ses de değişip kulaklarını doldurunca, tek farın motorsiklete değil de traktöre ait olduğunu anlayıp aynı zamanda da görünce hemen direksiyonu sağa kırıp yol verdi ve yanından son hızla geçerken de kornaya hırsla bastı.   

Arkadaki romörkten gelen ana avrat küfürlere aldırmadan yoluna devam etti. Köy gençleri nerede ziftlendilerse ziftlenmiş şimdi de çevreyi hiçe sayarak gezmeye çıkmışlardı.

Gençleri unutup tekrar Nuri Bey’i, gözlerinin önüne getirdi.  

Aracı stop edip, demir ve sineklik takılı olanı dışarı tahta olanı içeri açık olan çifte kapının önüne gelir gelmez deniz tarafına bakan odadan Recep oğlum içeri gel diye bağıran sesi dıyacak ve senaryo gereği ağzı bir karış açık kapılardan dalacaktı.

Ya sonrası, şişeler açılana dek, zeytinden bahis açılıp ardından da  mevzu kızlarıyla, karısıyla arasındaki mevzulara gelecek ve  kafası iyiyken anlattıklarını karşıdan sanki ilk defa dinliyormuşçasına sersemlemiş vaziyette ve hayranlıkla dinleyip, muhatabına binlerce defa da hak verecek bazen de durup dururken Nuri efendi  şöyle bir şey yumurtlayacaktı.

Recep evladım, dişisine eziyet eden hayvan sadece insandır sözleriyle lafı açıp ardından elindeki yumurtayı soyduğu sıra biz erkekler tavuklar kadar delikanlı değiliz dediğinde aptal aptal gözlerine baktığı sıra hangi delikanlı her gün şöyle bir yumurta çıkarabilir diye iyiden iyiye saçmalayacaktı ve artık dayanamayacağından da muhatabını üzecek bir hareket yapmadan, punduna uydurup çekip gidecekti.  

Halbuki kamyonetinin motor sesinden kimin geldiğini anlayan bu adam, eşinin de yardımıyla diğer gelip gidenlerinde bir eksiğini veya alışkanlığını fark ederek tamamının üzerinde bir kontrol sistemi geliştirmiş, başta kendi olmak üzere tüm avanakları yarı ermiş havalarında soyup soğana çeviriyordu.

Bu asla para veya herhangi bir maddesel katkı değildi, ruhlarını soyup soğana çeviriyordu.

Şimdi de aynısı olacak ve kendi anlattığı, dert yandığı tüm konuları lafı evirip çevirdikten sonra ders veya nasihat modunda gene kendine kakalayacaktı.

Günler önce, Emine gelip gittikten iki gün sonra, olup biteni harika bir vesile olduğunu hesaplayarak ve daha iyi bahane olamaz umuduyla, kendinin sıkıntıdan arayamadığı ve hiç aramayan kızı Hatice’ye açmış; durumu baba ağzından öğrenince, havalara hoplayan büyük kızı, baba biz gelcecek ve bu işi bitireceğiz dedikten sonra aralarındaki telefon trafiği bir daha hiç eksilmemişti ama üzeri kapalı konuyu şimdi gideceği şarap ermişine açtıktan sonraki ilk uğradığı gün, beyzadenin kendi tasarrufuymuşçasına kulağına işlemişti.

Damat adayı olacak hergele de uyanıktı hani!

Meyhanede o kadar ağzını aramasına rağmen hiç diğer kızlarla buluşucaklarına dair açık vermemişti.  

Hatice ve Zehra istemişlerdi o çeyiz odalarının tek çay bardağı kalmamacasına boşaltılıp sade birkaç parça eşya ile donatılmlarını.

 Haklıydı kız, tıka basa dolu odalar insana huzur yerine cinnete benzer duygular veriyordu. O meşum odaların önünden geçmemek için defalarca iş yerinde yatmamış mıydı?

Defalarca geldiği evinin kapısından geri dönmemiş miydi?

İçinden helal osun Hatice diye geçirdikten hemen sonra gene gideceği yeri düşünmeye başladı.

Ansızın önüne bir hayvan çıkmışçasına frene basıp durdu. Gereği var mıydı şimdi bu herifi düşünmenin?

Yıllar boyu sadece yalnızlığına çare aramış ve neticede bu adamlacan ciğer, kuzu sarması olmuşlardı ama şimdi kızlarıyla durumu düzeltmiş hatta karısını bir nebze olsa da yola getirmişti.

Her iki taraf da selam verircesine duran zeytin ağaçlarını gözden geçirdi ve uygun olanlarının arasından manevra yapıp geri döndü.    

Kazadan bu yana ilk defa da olsa akıl almaz bir huzur içindeydi ve fabrikasının yolunu tuttu.

Emin olduğu tek şey sabahın bambaşka bir gün olacağı idi.

Nitekim, ağrılar içinde ayaklarını ortadaki sehpaya uzatmış uyumakla uyumamak arasında cebelleştiği sıra telefon çalınca önce kolundaki saate baktı ve tam sekiz olduğunu görür görmez kalkıp cevapladı.

Telefonu kapar kapamaz da ofisinden dışarı çıkıp gelen işçilerden çay yapmalarını söyleyip geri döndü ve masasının sağ alt çekmecesinden bir blok not çıkartıp, arka sayfalara not edilmiş bir numarayı çevirdi.

Baba sen misin diyen ses, kelimenin tam manasıyla uykuluydu ama Hatice benim evladım dediğinde ses uyandı.   

“Kızım anladığım kadarıyla gelip yerleşmişiniz. Size araç yollayabileceğimi söyledim, inşallah yollarda rebbe rezil olmadınız.”  

“Alakası yok baba, sen ağzından anama veya Mine’ye bir şey kaçırmamışındır. Aman baba kurduğun plan başta anamı düzeltebilecek bir plan, tek kelime yüzünden herşey alt üst olmasın, Mine’i bilirsin, buluttan nem kapar.”

“Endişelenme kızım, her şey yolunda, senden sonra gereken kişilere telefon açacak ve ev ile büroyu tamamen elden geçirteceğim; aynen bundan önceki konuşmamızda dediğiniz gibi. Kızım beni görmeye ne zaman geleceksiniz?”   

“Baba şunların işini, ağzımıza yüzümüze bulaştırmadan halledelim de geri dönmeden evvel kesin uğrayacağız.”

“Kızım bir aksilik yok değil mi?”  

“Hayır baba, yarın  buraya gelecekler. Aman baba onlar bizi hala İngiltere’de biliyor, yani bizim kıza göre biz de yarın burada olcağız. Baba olası birleştiğimizde sakın ağzından kaçırma.”

“Deli misin sen kızım, hadi biraz da kardeşini ver; onun da sesini duyayım.”

Feribotun küpeştesine dayanmış dalgın dalgın geminin hızla yol aldığı sıra meydana getirdiği köpükleri önce hayalinde tasavvur edip ardından da görmeye çalışıyor ancak her zamanki gibi nafile çaba harcıyordu.  

Mine’nin de dirsekleri küpeştedeydi ve hissedebildiğince kendinden pek farkı yoktu.

Çevreden kulak misafiri olup fark ettiği kadarıyla insanlar huzur içinde, neşeli ve buna uygun olarakta, deniz sakindi.

Dün öğlenden sonra gelen son posta kitapların çoğu henüz yere inmeden gideceği yerlere yola çıkmıştı ama şimdi bu olağan dışı satışa hatta Burhaniye ve Akçay’dan gelen ekstra siparişe rağmen sevinemiyordu.  

İşin başka bir garip yanı küçük bir korku duygusuna da sahip değildi.

Peki içinde sıkıntı ve telaş olması gerekirken bu sakinliğin anlamı neydi?

Feribota bindiklerinden beri Mine’nin de sesi soluğu keslimiş, aynen kendisi gibi gık demeden denizi seyredip duruyordu.

Fazla düşünmemek için ayaklarının altına vuran, pervaneyi döndüren uskurun titreşim dalgalarına uygun bir ritmi kafasının içinde canlandırıp, dudaklarının arasından ama sessizce şarkı söylemeye başladı.

“Hayrola Osman, ne mırıldanıp duruyorsun?”  

Körlüğe ait bazı duyguların sevdiği kızda da gelişmesine sevinemedi.

Normal hiçbir kişinin duyamayacağı tondaki sesi duymuş ve anında tepki vermişti.  

Keşke tüm olayları sağlıklı insanlar gibi gözleriyle fark edebilse de kulaklarına fazla ihtiyaç duymasaydı ama kader kulaklarını aynen kendisininki gibi hassaslaştırıyordu.

“Yok canım, deniz üzerindeyiz ya, deniz üstü köpürür hey yarim rina nay rina rina nay, kayığa da binsen götürür hey yarim hey diye bir türkü vardır, sen de bilirsin; birden aklıma gelince mırıldanmaya başladım.

 “Herşeyin farkındayım Osman, inan; benim de içimdeki sıkıntı sendekinin aynısı.”

“Neymiş bendeki sıkıntı Mine?”

“Güya çıktığımız tatilde devirdiğim çam mı desem yoksa bir çuval inciri berbat ettim mi desem işte o görücü kelimesi, senin anlayacağın.”

Hiç cevap vermedi, sanki denizin dibini görecekmiş gibi başını ileri uzatıp, olmayan bakışlarını denize dikti.  

“Osman özür dilesem, unutamaz veya hiç olmazsa unutmuş görünemez misin?”

 “Benim de bu dünyaya gelişim, hey yarim nina nay nina nina nay, bir güzelden ötürü, hey  canım hey; amma yaptın Mine, inan bana sıkıntımın nedeni o kelime ve o kelimenin getirebileceği gelişmeler değil. Bak aynen sen de benim gibi muzdaripsin ve sen görücüye çıkmadığına göre derdin başka yani aynen benim duygularıma sahipsin. Uzun sözün kısası hala keşkelerimizi söyleyecek cesarete sahip olamamamız ve bunu kardeşlerinin gelip gittikten sonraya ertelememiz.”

Bir an kızın anında yanıt verecekmiş hissine kapıldıysa da fırsat tanımadan hafifçe kolundan tutup çevirdi ve yanlış mıyım diye sordu.

“Evet haklısın hatta sendeki duygular bendekinden katmer katmer fazla ama inanki kardeşlerim senin kafanın içindek tasarladığın kişilerden değiller.”

“Benim kafamdakilere sen sakın aldanma, önemli olan gün ve saati geldiğinde olabilecekler.”   

Temcit pilavı gibi söylenmesi gerekenleri söylemeyip boş şeyleri tekrarlamanın alemi yoktu ve bunu ikisi de bildiğinden sustular.

Konu madem kardeşlerinden açılmıştı, kafasının içindekileri de sorabilirdi.

“Mine benim aklımın almadığı şey düz mantığa göre şimdi bu feribotta kardeşlerinin de olması gerekmiyor mu?”

“Osman sen onların ne düzenbaz olduğunu hayal dahi edemezsin. İnan ki şimdi çoktan yerleşmiş, programlarını yapmak için etrafa dolaşmaya çıkıp, nerelere gideceklerine dahi kararlarını verip, sinsi sinsi sırıtarak bizi beklemeye başlamışlardır.”

“Yani fazla kurcalama diyorsun öyle mi?”

“Onlar benim ablalarım, diş geçiremediğim bu dünyadaki tek varlıklar ama en ufak yanlışımda, saçımı başımı yolarlar yani karşılaştığımızda fazla soru sorup kurcalayamam.”

Kızın yüzüne doğru dönüp sırıttı ve tek kelime etmedi ama bakışlarını gören herhangi biri yüzünün ifadesini anlayabilirdi ve katiyen psikolog da olmasına gerek yoktu.

“Osman açıkta birşey mi gördün de sırıtıyorsun?”

“Sence ne gördüm dersin, örneğin bu dünyada senin de diş geçiremeyeceğin kişiler olduğunu öğrenmem olabilir mi?”

Uzun süre karşılıklı sırıttılar ve bu arada usul usul kendi dünyalarına da dalıp gittiler.

Rıhtımda Mine’nin koluna girmiş ağır adımlarla binecekleri araca doğru yürüdükleri sıra hala

sırıtıyordu, göremese de tüm varlığı ile inandığı gerçek, koluna girdiği kızın da sırıttığı idi.

Verdikleri adresin önünde taksiden indikleri andan itibaren feribottaki sakinliğin yerini bir heyecan dalgasıdır kapladı.   

Butik motelin lobisine varmadan da bir çıngardır koptu.

Girişteki içine kauçuk ağacı dikili dev saksının hemen dibine sinmiş üç kadının çığlıklar arasında, sarılıp öpüşmelerini yanısıra gözlerinden dökülen yaşların yanaklardan akışını göremeden, genizden gelip dudaklardan çıkan hıçkırıklarını dinliyordu.

Az sonra karaltıların yaklaştığını fark ederek kendince toparlandı.

“Osman sana ablalarımı tanıştırayım. Büyük ablam Hatice ve küçük ablam Zehra. Meraklanma ısırmazlar, aşılarını olup gelmişler.”

“Kız sen bize ortak buldum dedin, bu yarma daha çok filmlerde ya kocaoğlan rolüne soyunur ya da badigard rolüne çıkar; yuh yarmaya bak, Osman merhaba ben Hatice.”

Herşeye hazırdı ancak böylesine içten ve samimi karşılanmayı asla beklemiyordu. İrkilip mal mal yüzlerine kısa süre de olsa baka kalsa da hemen İstanbul fırlaması olduğunu hatırlayıp, kızın usturbuna uygun bir yanıtı tam verecekken “Abla ne istiyorsun adamdan” diyen Mine’nin araya girmesiyle yarma lafını gülerek geçiştirdi.

“Abi ben Zehra, kusura bakma sizin biraz daha geç geleceğinizi düşündüğüm için, ablamın sakinleştirici hapını vermedim.”

O kadar da  hazırlıksız değildi ve hemen bari kendin içseydin diye yanıtlayınca, kızılca kıyamettir koptu.

Odalarına çıktıklarında, eğer biraz daha lobi de kalsalar kovulacaklarından emindi.

Sonraki saatler ve devamında ki iki gün boyunca kadınların davranış biçimini dikkatle inceledi ama nafile; eğer kulakları aldatmıyorsa tamamen içden davranıyorlardı.

İşin en garip tarafı yalnız kalmak için binbir dereden su getirmiyorlar, kadınsal konularını dahi eğer bulundukları ortam müsait ise çekinmeden yanında konuşuyorlardı.  

Bu arada iki kardeşe de birer kitap hediye etmiş, kitapların aynı gece okunduğunu bilse de ertesi sabah tek  kelime söylenmemesi biraz da zoruna gitmemiş değildi hani!

Pazar yola çıkacakları için Cumartesi akşamı kudurmaya karar vermişler, tabiyatıyla ne olduğunu anlayamadan rezervasyonu hazırlayığp, kendini de taklaya getirivermişlerdi.    

Bu kadınlara ne bozulabiliyor, ne de kapris takılıyordu.

Nihayetinde miğdeler tepeleme dolu, kafalar baba Yorgo şarabının etlkisiyle biraz da dumanlı, kaldıkları butik motel mi yoksa apart otel mi ne olduğuna karar veremediği otelden girip odalarına çekildiler ama önce biraz çene yapacaklarından lobiye bira ısmarlayıp üç kardeşin yattığı odaya geçtiler.

Buz gibi bira Ağustos sıcağında ilaç gibi gelmiş ve dananın kuyruğunun şimdi kopacağına dair hisler de ayyuka çıkmıştı.

Tek korkusu tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abininki gibi sonunda beşer bira içip cıvıtmamaları idi ve bu kadınlar çoğu erkeği yarı yolda bırakacak gibiydiler ya, her neyse.  

“Osman kitabını çok beğendim.”

 İçeriden gelen Zehra’nın sesiydi, anladığı kadarıyla cenk başlamıştı.

“Zehra kardeşim, yazmaya başladığımda ki amacım hem gençlere hem de tüm yaş guruplarına hitap etmeye çalışmakdı ancak ne kadar başarılı oldum bilemem, takdir okuyanın.”

“Osman Mine isterse ağzıyla kuş tutacak kadar pazarlamacı olsun, kitabın okunmayacak kadar kötü   olsa idi asla şimdiki rakamlara ulaşamazdınız.”

Hatice: “Zehra haklı Osman, keşke bu ülkede de okuma oranı yeterince olsaydı da kitabını yayınevleri pazarlasaydı. Onlara hiç kırılma, adamlar kayıtsız şartsız satacak kitabın peşindeler artı yazarının da tanınmış biri olması gerekiyor ama sen böyle davranarak bence iyi ettin. Kimsenin ne nalına dokundun ne de mıhına.”

Mine: “Biliyor musunuz, ikinci kitabın yazımına beraber başladık.”   

Kardeşler çığlıklar arasında birbirlerine girdikleri sıra düşünüyordu acaba konuya şimdiki gibi dolambaçlı yollardan mı gireceklerdi yoksa U dönüş yaptıktan sonraü direkt damardan mı?

Hangisi olursa olsun bir şekilde bugün herşey belli olacaktı ve içindeki tüm duygular bunu  söylemekteydi.

Hatice: “Zehra Osman abine yazmaya başladığın kitaptan neden bahsetmiyorsun, hadi çantadan çıkart da üzerinde tartışalım.”

Biraz bozulsa da belli etmedi.

Aniden ortalığı sessizliktir sarmış az önceki neşeden eser kalmamıştı. Mine oturduğu yerden kalkıp hemen yanına oturdu.

Anladığı kadarıyla O da böyle bir konunun açılmasını beklemiyordu ki rahatsız olmuştu.   

Şimdi bu fakülte mezunu iki kadınla edebiyat üzerine mi tartışacaktı. Kendisinden çok daha ileride olan bu kadınların amacı ne olabilirdi ki? 

Belki de olayı fazladan büyütüyor, görücü kelimesinin etkisiyle buluttan nem kapıyordu. Öyle ya, karşısındaki bu kadınlar da insanları baş göz etme uzmanı veya en hafif tabir ile çöpçatan değillerdi ki her laflarının altında başka başka manalar arıyordu.

Mine’nin sol bacağını sağ baldırında hissedince rahatladı. İkisinin dizlerinin dibine getirilen sehpanın üzerine şişelerin yerleştirilmesini sessizce takip etti ve hemen karşılarına, sehpanın dibine sürütülen tekli koltukların çekiştirilmelerini kayıtsızca izledi.

Böylesine emeğin gereği var mıydı ki?

“Zehra Hanım, siz beni edebiyatçı falan sanmayın, hasbel kader bir şeyler karaladım hepsi bundan ibaret, sizi de gören toplantıya hazırlanıyor sanır.”

Cevap büyük abladan geldi “Osman sen yılda edebiyat fakültelerinden kaç kişi mezun oluyor; haberin var mı, senin tezine göre sadece bizim ülkede yüzbini aşkın yazar olması gerekiyordu lakin dikkat et, edeniyatçılarımızın tamamı fakültenin önünden dahi geçmemişler; yani senin anlayacağın yazma işi Allah vergisi gibi birşey.

“Ben gene de fazla büyütmeyin derim, sonunda cahilliğim ortaya çıkabilir.”

Zehra: “Abi sen olayı yanlış anladın, biz sidik yarıştımak için değil, senin duygularından olası faydalanmak için konuyu açtık ama eğer bize yardımcı olmayı istemezsen inan bana rahatsız olmayız, öyle değil mi abla?”

Hatice: “Zehra haklı Osman, ben kısaca kardeşimin yazmak istediği konuyu söyleyeyim ancak yine de karar senin. Şimdi biz İngiltere’deyiz ya o insanlara Anadolu’yu anlatmak biraz zor, ölüm ve aşkı aynı leğende yoğurmaya çalışıyoruz. Eğer başarabilirsek ne ala yoksa vur kamçıyı rahvan gitsin.”

“Anlayamadığım şey, benden istediğiniz ne, çünkü ben İstanbul çocuğuyum Anadolu’daki geçen olayların felsefesinden gerçekten de bir şey anlamam. Eğer şu an aklıma gelen konuyu irdelemeyi tasarladıysanız, size seve seve Türk erkeğinin duruşunu, zorluklar karşısındaki tavrını kendi düşüncelerim üzerinden yansıtabilirim ancak unutmamanız gereken şey, benim yetiştiğim, çevre terbiyesini aldığım alandır ve bu da sizi aldatabilir.” 

Zehra: “Abi bizim öğrenmek istediğimiz tek şey var birazdan dinleyeceğin taslağın nihayetinde senin insancıl bakışını öğrenmektir; hepsi o kadar.”

Önündeki şişeyi kaldırıp bir yudum  aldı ve ‘’O halde boşuna münakaşanın anlamı yok, hadi şu satırları zevkle dinleyelim.” Kaldırılıp indirilen şişelerin ardından da poşet hışırtıların dinleyip bekledi ve sonunda genç kadının boğazını temizlemek için çıkarttığı seslerin akibinde başlıyorum sesini işitip, yerine iyice yerleşti.  

Genç kadın elindeki tomarla kağıdı biraz da düzenledikten sonra okumaya başladı “Avcı o günkü kısmetsizliğinden dert yana yana ağustos sıcağında, altına sığınacak gölge ararken, çatlamaya yüz tutmuş dudaklarını biraz matarasıyla ıslatıp yolun daha çok uzun olduğunu düşünerek dinlenmeye karar verdi. Av torbasındaki ölü altı adet sığırcığa bakıp, anlamsız gözlerle gülümserken de hemen iki adımda yanına geldiği zeytin ağacının dibine oturmadan evvel, elindeki torbayı biraz da sitemle yere attı.

Üst üste yaktığı iki sigaranın bitiminde ayağa kalkıp tekrar yürümeye başladı. Önündeki makilikleri atlattığı an en azından düz yola çıkacak ve biraz olsun rahatlayacaktı.”

Zehra soluklanmak için duraklayınca, dinleyenlerin tamamı şişelerine sarıldı. 

Aldığı yudumun ardından şişesini sehpaya bıraktığı sıra kızların her ne kadar bilmem hangi ülkede olurlarsa olsunlar, doğup büyüdükleri yerin hala tesiri altında olduklarını yazdıkları kitabın ilk satırlarından anlamanın zevkini yaşamaktaydı.

Zehra hafifçe geğirip, kendi kendine oha dedikten sonra okumaya başladı: “Hemen önündeki makilikleri aşar aşmaz toprak yola çıkacak ve artık inceden küfür eden baldırlarının da keyfi yerine gelecekti. Kısık gözlerle çalıların arasından geçit aradı ve avcılara has bakışları hemen gideceği yönü saptadı. Eğilmiş binbir zorlukla çalı diplerinden kendini kurtarmaya uğraştığı sıra, iki yüz adım ilerideki rahat noktadan çıkmadığına bin pişman yoluna devam etti ama henüz toprak yola ayağını basmamış, yaban kavunu da denen bir garip zehirli bitkinin üzerindeydi, gördüklerine de inanamıyordu.

Nasıl olduysa ayakda kalabilmiş, eski telgraf direklerini arasındaki ve gene nasıl olduysa çalınmadan yerlerinde kalabilmiş telgraf tellerinin üzeri silme sığırcık doluydu. Biri kalkıp diğeri iniyor bu sırada türlü türlü şarkılar söylüyorlardı.

Dişlerinin tamamı ortaya çıkacak kadar sırıtırken sağ kolunda kırık vaziyette taşıdığı çiftesine ağır ağır, sakinliğini hiç kaybetmeden iki adet fişek yerleştirip silahı çalışır vaziyete getirdi. Bu arada gözleri de boş durmamış en rahat pozisyonun nereden olacağını hesaplayıvermişti.

 Namludan çıkacak saçmaların dağılım açısını da hesapladıktan sonra yerine gidip ağır ağır, gözlerini hedeften ayırmadan silahı omuzladı.

Sığırcıklar pür neşe telin üzerinde kendilerince oyunlar oynayıp aşk şarkıları söylüyor, her türlü  maskaralığın binini bir paraya yapıyorlardı.

Tüfek insafzızca, imansızca, anlamsızca ardı ardına patladı, uçan uçtu düşen düştü.

Avcı yerdeki ölüleri çantasına aceleyle katıp hemen etrafına bakınmaya başladı, yaralanıp çalı dibine veya taş altına kaçanları kaybetmek istemiyordu.

Nitekim kaya dibine sığınmaya çalışan birini yakalayıp hemen minik bıçağı ile boynunu kesti.

Biri dişi diğeri erkek iki tanesi ancak bel hizasına değin büyüyüp bodur kalmış, hafifçe çukurda ancak bol yapraklı bir çalılığın altına sinmiş, yaralarının ölümcül olmadığı için avcıdan kurtulmayı umuyorlardı ancak avcı şimdi yüzünü onların bulunduğu tarafa çevirmişti.

İkisi de can acısının yanı sıra korkudan tir tir titriyor dişisi erkeğine umutsuzca ama ne olur beni kurtar diyen gözlerle bakmaktaydı.

 Avcı sanki çalının dibinde birşeyler olduğunu hissetmişçesine o yöne doğrı yürümeye başladı.

Çalının dibindeki erkek sığırcık da ölümün ağır adımlarla yaklaştığını görünce, kanadını dişisinin üzerine bir umut kapadı.”

Önce elindeki şişeyi biraz sertçe de olsa sehpaya koyup, ayağa fırladı ve kendine merakla bakan ilki kardeşe dönerek “Bırakın, Allah rızası için bırakın yaşasınlar. Zaten avcı yapacağını yapmış, hayat boyu o yaraları taşıyacaklar, bırakın yaşasınlar” dedi ardından nazikçe Mine’nin elinden tutup aynı uslupla ayağa kaldırdı ve “Mine benimle evlenir, evimin yuvamın kadını olur musun?”   

 

 

               BİTTİ

 

Teşekkürler.

 

Merhaba arkadaşım, şu satırlara gözlerini diktiğin an kitabı okuyup bitirdiğinin ispatıdır.

Sana en içten teşekkürlerimi sunarken, karşında saygıyla eğiliyorum.

Büyük bir olasılıkla kitabın biryerlerinde kendini de buldun.

Eğer başarabildiysem, amacıma ulaştım demektir; tekrar teşekkürler. Evet; kitabımın yüzde altmışından fazlası, gerçek hayattan alınmıştır. Askerdeki astsubayla Vezneciler’deki polisi bilerek değiştirmedim. Kitabın içindeki diğer kahramanlar ve olayların geçtiği yerler değiştirilmiştir.

Kurgunun kendi mecrasında ilerleyebilmesi için bu şarttı.

Son olarak hiç ummadığın kişi gerçek hayattan alınmadı, kurguya dahil edildi.

En içten saygı ve sevgilerimle

Osman Atatop 30 Temmuz 2024

 

( Sığırcık Kuşu-12 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 30.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu