SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-10

 

Fark edebildiği kadarıyla televizyonu vardı. Koltuklar ve yemek masası da takım olmalıydı. Eve girdiği andan itibaren ayaklarının altından halı eksik olmamıştı. Duvarlardaki karaltılar da aile fotoğrafları veya tablo gibi birşeydi herhalde.

“Osman, rahatlamak için elini yüzünü yıkamak ister misin?”

Katlanmış bastonunu koltuğa bırakıp ayağa kalkarken harika fikir dedi.

Parmaklarıyla incelediği banyo ve lavabo pırıl pırıldı.

İçeri döndüğünde ise, televizyon açılmış, Mine masa üzerinde birşeylerle uğraşıyordu.

Koltuğa oturur oturmaz ilk fark edebildiği, kızın ayağına şort giymiş olmasıydı.

“Osman tekrar söylüyorum, biberlerim çok acı, sonra arkamdan küfür etme.”

“Sen bak işine, ben haberleri dinleyeceğim.”

Ekmeğini kürek yapmış tabağını sıyırdığı sıra ederim böyle erkeklik raconuna diye küfürleri savurup duruyor, gözünden akan yaşları kızın görmediğini umarak dua ediyordu. 

Tabaklar toplanıp çay geldiğinde masadan kalkmaya gerek duymadı.

“Osman, sonradan kör olduğunu biliyorum, hikayenin kalanını anlatmak ister misin?”

Askerken epilepsi nöbetleriyle başlayıp, hastane sonrası ailesinin dışlamasıyla ortada kalışını, bedava oturma karşılığı kapıcılık yapışını, Nuray’ın kullanmasını, Beti'nin maziye dayanan  vefa örneğini, otobüste tesadüfen duydukları ile nasıl emekli olduğunu ve son olarak ev almak amacıyla böylesine canını dişine takıp çalıştığını eksiksiz anlatıp bitirdi.

“Bu kadarını tahmin etmemiştim” diyen kız, çay doldurmak üzere kalktı.

Döner dönmez de “Şu kitabın devamını getirmeyi düşünsen” dedi

Karşılığı gayet dikkatli vermesi gerekiyordu “Gelecek yaz da mı beni başına musallat edeceksin?”

“Osman, henüz bu yaz bitmedi, okullar açılana kadar iki aydan fazla zaman var.”

“Ne demek istiyorsun, elimizdeki kitap sayısı belli.”

“Dansözlük yapma, demek istediğimi çok iyi anladın. Yaz bitene dek on bin taneyi rahat satarız.”

Gayri ihtiyari ayağa fırlayıp bağırdı “Sen ciddi misin?”

“Asgari on bin diyorum Osman, asgari on bin.”

“Ya satamazsak, ya planların tutmaz, elimizdeki avucumuzdakini de kediye yüklersek?”

“O halde karı paylaştığımız gibi zarara da ortak olalım. Belediyeden aldığımız altı bin lirayı sermaye yap, payımı işe koyuyorum.”

“Seni riske edemem ama teklifini kabul ediyorum ve gözlerinin önünde beş bin kitap daha isteyeceğim.”

Oğuz duyduklarına inanmadı, defalarca anlatınca karşılığında tamam lan tamam lan diyen arkadaşı hemen siparişi vereceğini azami dört günde eline geçeceğini bu arada fiyatı da düşüreceğini söyleyince biraz da Mine'den bahsedip kapadı.

“Kitap işini hallettik ama merak ettiğim şey, dokuz senedir çalıştığına ve iyi kazandığına göre aklın neden son sene başına geldi, o zaman zarfında alacağın evin peşinatını rahatça biriktirebilirdin?”

“Son sene hariç tüm kazancım birahane ve meyhaneye gitti Mine.”

“Sen içki içiyor musun?”

“Evet ne var bunda, kulağıma dökmüyorum herhalde.”

Aynı anda çalan telefonunu açtı “Alo Osman abi ben Berna.” 

Oğuz vakit kaybetmeden müjdeyi eşine vermiş olmalıydı ama Berna bir anda; “Abi o Mine denen vicdansız, vefasız yanında mı?” 

Dondu kaldı, öylesine afallamıştı ki, Berna ikinci defa sorduğunda sadece evet diyebildi.

“Telefonu o arkadaş müsvettesine ver abi.”

Büyük bir şaşkınlıkla seni istiyor derken aleti de uzattı.

Telefonu alan kız sadece ben Mine diyebildi.

Ardından bağırtılar, çağırtılar ve sular seller misali dökülen göz yaşları.

Titreyen dudaklardan çıkan anlaşılmaz kelimeler.

Alttan alındığında süt dökmüş kedi misali, zorla çıkan mırıltılar, üste çıkıldığında, boğazdan gelen hırıltılar.

Otuz iki kısım tekmili birden, ne varsa şimdi kulaklarında yankılanıyordu.

Konuşma bitince Mine, dirseklerini masaya dayadı ve elleri ile yüzünü kapayıp, tekrar ağlamaya başladığında, olağanüstü bir vaziyetle karşılaştığının bilincindeydi.

Bir süre iç çekerek, hıçkırarak, salya sümük Mine'nin ağlamasını dinledi.

Sebep olduğu hüzün, odanın içerisinde devriye gezerken kendini suçlamaya başladı.

“Osman, Tarık amcanın bürosunda karşılaştığımız an böyle olacağını biliyordum.”

“Anlayamadım, ilgisi ne?”

“Sen onların misafiriydin, seni oraya yollayan Berna'dan başkası olamazdı.”

“İyi hoş, tahminin de tam oturdu. Peki burnumun dibindeki feryadı figanın gereği ne?”

“Berna benim ilkokul birinci sınıftan ortaokul son sınıfa kadar, sınıf ve sıra arkadaşım. Can ciğerdik, amiyane tabiriyle kanka ötesi, ölümüne dost ama benim başıma gelenlerden sonra sadece Berna üzülmesin diye ondan hep kaçtım. Tabi nereye kadar kaçabilecektim sonunda beni buldu ve kıza etmediğimi bırakmadım, benden uzaklaşsın acıma ortak olup kahretmesin diye kızı küstürdüm. Yeni evlenmişti, alt üst olmasına müsaade edemezdim ancak benden nefret ederse unutabilirdi. Lakin unutmadı o kovaladı, ben kaçtım. Büroda seninle karşılaşıncaya kadar böyle devam etti. Canım kardeşim, sonunda yakaladı. Bürodan çıkıp gittiğin halde neden arkandan geldiğimi şimdi anlamışındır.”

“Mine, böyle dostluklara pek rastlamak günümüzde mümkün değil, bana kızacaksan hiç durna kız ama tekrar karşılaşmanıza vesile olduğum için ben mutluyum.” 

Çay içer misin?”

“Mine, şu anda her türlü içeceğe ihtiyacım var, zıkkımın kökünü de versen hayır demem.”

“Çay ile idare et, dışarıda ne halt karıştırırsan karıştır.”

Nezaket kaideleri veya benzer duygular çoktan unutulmuş, uzaktan karşılaştıklarında kazaya mahal vermemek için kampanalarını çılgınca çalan nehir mavnaları gibi bardaklarını karıştırdıkları sıra Mine; ‘’Madem içkiyi seviyorsun dur sana alkol ile bir anımı anlatayım Osman.”

Demek Mine de içki içiyordu ve bu iyi haberdi. Zaten az önce duyduklarıyla kızın yaşını ve kaza zamanını aşağı yukarı tespit etmiş şimdi karakteri hususunda bilgi sahibi olacaktı, hemen gülümseyip dinliyorum dedi.

 

“Ağustos ayının ortalarıydı. İletişim fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim ve yaz tatili için ailemin yanına gelmiş, köyümün tadını çıkartıyordum. Annemin aklı almaz baskısıyla nişanlansam da nasıl olsa zamanı gelince nişanı atarım felsefesiyle moralimi dahi bozmamıştım. O gün, benim ailem ve nişanlımın ailesi hep birlikte, bir çeşit piknik için babamın bağ evine gittik, Allah için ayrılık kavgasını orada çıkartmayı düşünüyordum ya her neyse. Annem ve kayınvalidem çeneye başladıklarında babam, nişanlım ve kayınpederim ava çıktılar, sığırcık avına.”

Kızın soluklanmak için duraksamasından faydalanıp araya girdi: “Geçen sene buraya, Berna'nın eşi Oğuz ile, birkaç günlüğüne tatile geldik. Sanırım tanırsın Hasan ile eşi Nazlı'nın köyüne. Çadır kurduğumuz sahile, Nazlı bir tepsi sığırcık yolladı, üstelik köy tandırında pişmiş. Senin bahsettiğin sığırcığı ben de tanıyorum. Hatta hikayesini dahi öğrendim. Bunlar zeytinin baş düşmanıymış ve vurulduklarında, avcı tabiriyle yara taşır, eğer ilk anda düşüp ölmedilerse kaçar saklandıkları yerde ya ölür ya da iyileşmeye çalışırlarmış; doğru mu?”

“Osman, zavallıların karınlarını doyurmak isteği dışında başka suçları yok. Meyve ve tohum yerler, dediğin gibi yara taşıdıkları, karavanacı her avcı tarafından türlü türlü hikayelerle anlatılsa da gerçeklik payı vardır. Her neyse; konumuz o değil, babamlar avdan döndüklerinde hem sarhoştular hem de bir torba sığırcığı önüme atıp, hazırlamamızı istediler ve çardağa çekilip, annemin göz kaş arasında kurduğu çilingir sofrasına yerleştiler. Ben tüyleri yoluyor, annem benim yolduklarımı temizliyor, kaynanam ise tandırı yakmaya çalışıyordu. Bu arada nişanlımın aç gözlü bakışlarından kurtulmak için, kimseye de belli etmeden sofra ile aramızda bulunan çardağın tüm ağırlığını taşıyan kalın tahta direğin arkasına çekildim. Annem de fark etmiş olacak, iki de bir dürtükleyip o gözleriyle iş bitiricinin görüş alanına itekliyordu. İçime dolan sıkıntının derdiyle de uğraşırken, annemin bu davranışı fena moralimi bozmuş, tüm dikkatim de dağılmıştı. Okul sonu için türlü türlü hayaller kurarken, annemin bana seçtiği adamın yüzüne dahi bakamıyordum, neyse sığırcıklar tam bitmek üzereyken, sanırım beş tane kalmıştı. Konu döndü dolaştı, babamın el yapımı tek kırmasına geldi.”

“Anlayamadım, el yapımı tek kırma ne demek, yoksa tüfek mi?”

“Evet Osman, babamın silah ustası, Sürmeneli bir arkadaşı, sadece sığırcık avında kullanması için özel tek namlulu bir tüfek yapmıştı, fişekleri dahi özel ve pirinçtendi. Silahın tek kötü huyu ısındığında boş fişeği şişirip geri vermemesiydi. Aynı fişek defalarca kullanıldığı için bazen de patlamıyordu. İşte, ileride kocam olacak serseri, tüfekle alay edip, baba sana yeni çift kırma veya süper poze alalım dediğinde babamın elini yanında dayalı silaha atıp, sonradan öğrendiğim kadarıyla haznedeki patlamamış fişeği çıkartmaya çalıştığını gördüm, dediğim gibi, ben, o an tüfeğini öveceğini sanıp önemsememiş ve boş fişeği çıkartacağını düşünmüştüm.”

Kızın soluklanmasını fırsat bilip, kafasının içinde oluşmaya başlayan sahne ve senaryo yüzünden irkilip inşallah öyle değildir diye fark ettirmeden mırıldandı. En sonunda da, askerde takım komutanının silahın namlu boyu kısaldıkça kaza oranı artar sözlerini anımsayıp, korkuyla titredi.

Mine'nin bundan sonra anlatacaklarını adı gibi biliyordu ve kalanı teferruattan ibaretti.

“Osman, aramızda direk vardı, yirmiye yirmi kalınlığında lata.”

Kızın zurnanın zart dediği yere geldiğini, sesindeki titremeden bir o kadar da, oturduğu sandalyede kendisinin dahi fark edeceği kadar kıpırdanmasından anlamıştı.

“Mine, sanırım bundan sonrasını tahmin ettim, zorlanıyorsan anlatmana da gerek yok, artık yolu bulamamanın sebebini biliyorum .”

“Evet, aynen düşündüğüne benzer şekilde olay gelişti ama şeytan ayrıntıda gizlidir.”

“Ben sana içimi canı yürekten döktüm, gerisi sana kalmış.”

“Çanakkale’den, Muğla’ya tüm Ege’nin bildiğini senden saklayacak değilim Osman.”

“Ben de tüm kalbimle, dinlemeye hazırım Mine.”

“Direği, şerefsizin, çok sevdiğim çiçekli pazen şalvarımı, beyaz gömleğimi gözleriyle çıkartmasını önlemek amacıyla siper etmiş, elimde kalan son sığırcığı temizlemeye çalışıyordum fakat annemin dürttüğü an tüfek patladı. Anlıyor musun Osman anlıyor musun, annem hedef gösterdi babam vurdu.”

Mine yüzlerce metre koşmuş gibi hızla soluk alıp verirken devam etti; Gözle iğfal edilmemi önleyen direk, annemin itişiyle ancak yüzümün yarısını ve tek gözümü kurtarabildi.”

“Vurgulamaların kaza ötesi, bunca yıl sonra hala neden kaza olduğunu kabul etmiyorsun; hangi anne, baba evladını hedef gösterir veya vurur?”

“Osman neden anlamamakta ısrar ediyorsun, annem hedef gösterdi ama namluya değil, iğrenç bakışlara yani kelimenin tam anlamıyla kaş yapayım derken göz çıkarttı. Beni tüfekten çıkan saçmalar yaraladı ama babama tetiği çektiren alkoldü.”

“Dur kalanını da ben söyleyeyim, nişanlın seni o halde gördükten sonra, hastaneye ziyaretine dahi gelmedi değil mi?”

“Hastaneye götürmedi ki gelsin, bizi oracıkta bırakıp gitmişler. Zaman içinde soranlara da gördükleri karşısında oğlum cinnet geçirdi masalını uydursalar da, üç ay sonra düğün yaptılar.”  

“Ne diyeyim, tencere dibin kara, senin ki benden kara.”

Söyleyecek söz bulamıyor sadece o anı, kafasının içinde tahayyül etmeye çalışıyordu.

Bağırışmalar, çağırışmalar arasında sessizce çekip gidenler, başka ne olabilirdi ki.

Örnek alkolü göstermişti kesin haklıydı ama kör olarak taburcu olduktan sonra tüm ailedekiler sorumluluklarını, bulundukları çevreye ve tanrıya karşı haklılıklarını anlatmak için içkiden kör oldu yaftasını önüne asmamış mıydılar?

Masanın karşısındaki kızın karaltısına tüm dikkatiyle baktı. Göremese de adı gibi biliyordu, sessizce ipil ipil dökülen göz yaşlarını.

Teselli etmesi gereken kendisi miydi?

Peki kendisini kim teselli edecek, kim ilaçla tedavi edilebilecek hastalığını geç teşhis nedeniyle bağıra bağıra kör oluşunun suçunu yüklenecekti. Sorumluluk almaktansa, Allah’a bile çalım atmaya kalkışanlardan başka ne bekleyebilirdi.  

Gene de racon gereği teselli görevi kendisine düşüyordu, kızın döktüğü yaşlarla tekrarlayan acısını içine gömerek.

“Mine lütfen ağlama, canımı yakıyorsun.”

“Özür dilerim Osman ama hiç hak etmediğim bir kaderi yaşamak çok zoruma gidiyor. Beni yanlış anlama, kimse sakatlığı hak etmez.” 

“Yanlış anlayacak bir şey yok, ben kendimi de biliyorum, senin ne demek istediğini de.”

Böyle masada karşılıklı oturdukları sürece konunun kapanmayacağını düşünüp, koltuğa geçti ve anında karşılığını gördü.

“Osman, yarın işe çıkmayalım. Ben sabahtan ihtibaren, randevu alıp işi sıraya sokayım sen de istirahat et. Şu son saat ikimizi de çok yordu.”

Fiziksel olmasa da duygusal istirahate ihtiyacı vardı. Kafasını dinlemek, öğrendiklerini bir çeşit hazmetmek zorunda olduğunun farkındaydı.

Biraz temizlik yapar, gezer dolaşır hatta fırsat bulabilirse denize de girebilirdi.

Tam helal olsun sana diyecekken durakladı.

Halletmesi gereken, teselli ötesi saygı ve itimadın pekişmesini sağlaması gerekiyordu.

Ayağa kalktı ve kızım başına dikilip, yakın elini tutarak avuçlarının arasına aldı. Ne oluyor dercesine şaşkınlıkla ayağa kalkan Mine'nin  laf etmesine fırsat tanımadan “Mine ancak sana şu sözü verebilirim. Ortaklığımız devam ettiği sürece ve senin de olası kalabileceğin örnek iş yemeği gibi zorunluluklar dışında, benim ağzımdan alkol kokusu gelmeyecek” dedi ve içtenlikle kızım elini tekrar sıkıp bıraktı.

Bastonunu açıp gitmeye hazırlandı ama kızın tutup kapıya götürmesini beklerken “Osman hiç içmesen olmaz mı” sorusuyla öylece kala kaldı.

Ses kadife gibi yumuşak, derinden ve samimiydi. 

Hemen yanı başında, yüzü kendisine dönük kıza “Mine, ben denize işerken düşüp boğulmak istiyorum. Yatağıma kaçırdım diye, hastabakıcıdan dayak yemek istemiyorum. Ben böyle gördüm ve böyle yaşayıp en azından ölümü onurumla karşılamak istiyorum.”

“Şu telefonunu ver, yarın öğleden sonra seni arar buluşur biraz dolaşırız.”

Kapıya gelip çantaları almak üzere eğildiği sıra, aklına paralar geldi. Hemen çıkartıp say ve kendi payını çıkart dedi.

Kızın durakladığını fark edince de üsteledi.

“Hadi Mine al payını, asla seni riske atamam. Sabah bankaya, nakliyesi içinde altı bin lirayı Oğuz'a yollayacağım.”

Sabah kalkar kalkmaz işlerini bitirip kaldığı odaya döndü ve dünü tekrar gözden geçirdi.

Mine payını çıkartıp biryerlere koyduktan sonra birlikte kaldığı yerin bahçe kapısına değin getirip bırakmış ama bu sürede hiç konuşmamışlar sadece ayrılma anında iyi geceler dileklerini dile getirmişlerdi.

Tarık amcanın adamı odaya girdiği sıra kızın istediği zaman sesini nasılda kadife gibi çıkarttığını düşünüyordu.

“Abi kirlilerini hala istiyor, müsaade et yatak takımlarını da götüreceğim.”

Ayağa kalktı ve çarşaf, nevresim, yastık kılıfıyla kirli tişörtlerinin bohçalanışı ardından da gencin güler yüzle söylediğinden emin eyvallah abi sözlerini işitti.

Genci tam kapıdan çıkmak üzereyken, kolundan yakalayıp zorla eline biraz da para sıkıştırdı. Bundan sonra yapması gereken iş, gidip Tarık amcave halaya teşekkür etmekti.

Bürodan içeri adımını attığı sıra, yaşlı adam müşterisini savmakla meşguldü.

Yalnız kaldıkları anda hemen gerekeni yaptı.

“Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Tarık amca ama sana ve halaya minnet borcum asla öyle böyle ödenecek borç değil.”

“Deli misin oğlum sen, ne borcuymuş. Bu lafları sakın halana söyleme, alimallah dayak yersin.”

Ne de olsa yabancıydılar, ortadaki suskunlukları da bunu anlatıyordu.

Soru sorması gereken kişi yaşlı adamdı ve inancı da bu yönde olduğundan bekledi ve sonunda “Oğlum işleriniz nasıl gidiyor?”

“Kolilerden de fark ettiğiniz gibi harika gidiyor, sabah Oğuz'a yeni kitap bastırması için havale çıkarttım.”

“Emine serttir hatta tanımayan erkek düşmanı sanır ama suyuna gidersen de harika bir kızdır, şanssız evladım.”

“ Şahane pazarlamacı ama siz erkek düşmanı dediniz, babası yüzünden mi?”

“Demek olup biteni anlattı. Sana güvenmiş, kimseye pek anlatmaz da.”

“Çok elim bir kaza.”

“Emine öyle kabul etmiyor, bence haklı da, Tarık amca ben gene de kaza olduğuna kaniyim.”

“Oğlum kaza olmasına kaza ama kız da öyle bir anne baba var ki düşman başına. İki tane ablası, şimdi ikisi de yurt dışında, ikisi de Emine hariç burayla ilişkilerini tamamen kesmiş. Yegane sebep o anne baba.”

“Nasıl bu denli kendi evlatlarına karşı kötü olabiliyorlar?”

“Kötü mü dedin, hayır oğlum kötünün de beteri cahiller. Annenin aklında sadece kızları evlendirmek baba da ise içki ve avdan başka birşey yok. Ablaları okul kazandıklarında, arkalarına bakmadan çekip gittiler. Bu sırada anne düğün hazırlıkları peşinde baba ise, koydunsa bul, tanrı bilir hangi dağda hangi garibin peşinde.”

“Anlayamıyorum amca, nasıl aile, hem cahiller hem de kızlarını fakülteye yolluyorlar? Babanın ve annenin hali belli, neyle geçinirler?”

Yaşlı adam önce gevrek gevrek güldü, kıpırdanıp kıçını da iyice yerleştirip, diyafondan çay siparişini de verdi.

Öğle ezanı çoktan okunmuş, gölgeler ters tarafta uzamaya başlamıştı.

Adamın sinsi sinsi baktığını fark edemedi.

“Madem çok meraklısın, dur hele sana anlatayım. Baba alkol ve av manyağı ama buraların sayılı zenginlerinden, işini hiç aksatmaz, senin anlayacağın boş zamanını ailesine değil de av ve içkiye ayırır. Aşağı yukarı bin dönüme yakın zeytinliği var.  Salamurasını, sofralık zeytini kendi basar ve piyasaya sürer,  hani şu halk pazarlarında satılanlar var ya,  işte oralara satar. Kalanını da yağ için fabrikalara verir. Okula kaçan kızlara gelince, babaları hiç parasız bırakmadı; annelerine inat.”

 

Pür neşe içeri girip, kendine has selamını veren çaycı, yaşlı adamın çayını verdikten sonra duraksamadan vereceği ikinci çayın şekerini içeri atıp karıştırdı ve bardağı eline tutuşturup gitti. Kaç şekerli içersin diye sormaya dahi gerek duymamıştı. Aynen fakülteye kız yollayan babanın, cahil mi, iradesiz mi yoksa çok daha değişik nedenden kendini ava ve içkiye verdiğini sorgulamaya gerek duymayan Tarık amcanın hemen cahil sıfatını yaftalaması, çaycının bir bardak çaya sahip olamayacağına karar vermesi ile aynı mantığın ürünü değil miydi?

Esasında tüm sır, yaşlı adamın az önce söylediği annesine inat kelimelerinde yatmakta, adamın mutsuzluğunu içermekteydi. Bu durumda kaza geliyorum demeyip, anne ve babanın davranış biçimleriyle kafadan geldiğine göre, fazla kurcalamanın gereği de yoktu yalnız madem böylesine zengindiler, kızın yüzünün hali neydi, dayanamayıp sordu: “Tarık amca, günümüzde tıp alabildiğine ilerledi, Emine'nin yüzüne estetik ameliyatı neden yaptırmadılar?”

Adamın canının sıkıldığını, oflayıp poflamasından anlayınca, sorduğuna soracağına pişman olduysa da “O düzeltilmiş hali” yanıtıyla, aralarındaki konu kapandı.

Odasına döner dönmez, sağ elinin parmaklarıyla kendi yüzünü okşayıp, o anı hatırladı ve kıza tekrar hak verdi.

Çalan telefon girdiği rüyadan uyandırdı, arayan Oğuz “Osman az önce Kartal aradı, yarın akşam düğünü varmış, ikimiz de davetliyiz, gelebilecek misin?” 

Hiç düşünmedi, hiç duraksamadı “Benim dışarıda olduğumu söylediysen gelemeyeceğimi de söyle artı beni aramaya tenezzül etmeyen birinin düğününe de başkasının kuyruğunda o sen de olsan gitmem. Dediklerimi aynen aktarırsan çok sevinirim.”

“Anladım, zaten ben de gitmek istemiyordum, bu çok iyi oldu. Şunu da söyleyeyim, Kartal karşı taraflarda bir yere taşındı.”

“İşte güzel haber diye buna denir dostum.”

Uzun süre yarenleşip, son olarak arkadaşının sana ve ortağına hayırlı işler demesiyle telefonu kapadı.

Esmeye başlayan rüzgar, akşamın yaklaştığını hatırlatınca ürperdi.

Acaba sözünde durup arayacak mıydı?

Yatağına uzanıp, göremediği tavanı bir süre seyretti. Kireç beyazı tavan sanki sonsuzlukta önünün açık olduğunu söylercesine rahatlık verince, aklına Nuray geldi ve tavana küfür edip kalktı. Kartal taşınarak, ileride olabilecek tatsız durumları önlemiş, hiç olmazsa arkadaşlığın bu kadarını yapmıştı.

Telefon çalınca, kayıtsız bir tavırla açıp bekledi.

“Osman merhaba, hazırsan on dakikaya kadar gelip seni alacağım.”

Basit ama samimi bir cevap vermesi gerekmez miydi, emrindeyim ortak derken, kızın kikirdemesini de duydu.

Mine'yi bahçe kapısında karşılayıp, uzatmasıyla koluna girdi ve rehberli yürüyüş pozisyonunda, kızın götüreceği istikamete, başka deyişle bilinmeyene doğru adımlarını attı.

Hatır sorma dışında, on dakikadır yürüyor ama hiç konuşmuyorlardı.

Eğer bu kız kafasının içinde program yapmadıysa, turlarını bitirince aynı noktada ayrılacaklardı, fazlasını beklemeye hakkı var mıydı?

“Osman beni doyuracak kadar yanına para aldın mı?”

“Ortak değil miyiz, bende yoksa, sende vardır.”

“Vay uyanık vay, İstanbul fırlamasından başka şey de beklenemezdi; ben de kabahat.”

“Mine açık konuşacağım, beni korkuttuğun için böyle davrandım yoksa dükkan  senin. Eğer kabul edersen ve artık benim de bir uçkur düşkünü olmadığıma kanaat getirdiysen, nezih bir yerde de oturabiliriz.”

“O halde tanıdık bir karı kocanın işlettiği balık lokantası var oraya gidebiliriz.”

Yürüyorlardı kaldırımdaki kilit taşlarının üzerinde, adım attıkça kızın savrulan eteği, pantolonun dizine ve baldırına vuruyor, tuttuğu kolun sıcaklığı içini gıcıklıyordu.

Duygularının cinsellikle uzaktan yakından ilişkisi olmasa da kendini tutamıyor, harika bir tene sahip kızın, kötü kaderine olmadık beddualar savuruyordu.

İki taş arasındaki minik boşluğa ayağı girince sendeledi. Can havli ile kolu biraz sıkıp elini de hafifçe yukarı kaldırınca, göğsüne değdi ve anında elini çekmeye uğraştıysa da Mine karşı refleksi gösterip, elini kolu ile vücudu arasına sıkıştırdı.

Küçük kazayı atlatır atlatmaz bu sefer de kızdan gelen koku aklını başından alıp götürdü.

Ağaç koruma çitine çarpan baston aniden kafasının içindeki düşünceleri, olgunlaşamadan değiştirdi. Nuray fiyaskosunun ardından bir daha aşık olmaya cesareti yoktu.

Zaten iki ayrı kutup gibiydiler, başta babasından ölesiye nefret eden biri başka erkeği asla ne kabul ne de mutlu edebilirdi.

“Osman fena daldın, eğer midye çıkartmıyorsan, cebinden çıkacak paraların azabı yüreğine mi çöktü?”

“Mine, eğer biraz daha samimi olsaydık ,sana sorardım el mi yaman bey mi yaman.”

“Kastını pek anlayamadım.”

“Şunu  demek istiyorum, on beş dakika boğazını sıkar, yirmi dakika üzerinde tepinir, sırtında da üç baston kırardım ama dediğim gibi bunları yaptığım takdirde benimle ortaklık etmezsin.”

Aman Yarabbim, nasıl da güzel gülüyordu etrafdakilere aldırmadan, üzerlerinde toplanan bakışlara kıymet vermeden, umursamadan.

Alçak sesle kahkaha atıyor, güldükçe gülüyordu.

Böyle rahat gülebildiğine göre mutlaka dişleri düzgün, dudakları kalındı. 

Aklına birden Beti'nin ön dişindeki siyah nokta geldi. Çok gençti, ihtimal yokluktan boşvermişti ama evlendikten sonra ilk gördüğünde lekenin yok oluşu, kızın karşılığında ödediği bir çeşit diyet değil miydi, ya Mine? 

Belki de şu an özgürce attığı kahkahanın karşılığı neler ödememişti ki?

Tekrar dişlerini düşündü, hiçbir zaman düzgünlüklerini fark edemeyeceği dişleri.

Öyle ya, kıza at satın alır gibi aç ağzını parmaklarımla dişini kontrol edeceğim diyemezdi.

“Berna haklıymış, sinirlendiğinde daha yakışıklı oluyorsun, ciddiyet inan sana çok yakışıyor.” 

Durup, kızın yüzüne saf saf baktıktan sonra ancak tekrar görüştün mü diyebildi.

“Evet, gece telefonunun ekranına çıkan numarayı ezberlemiştim. Sabah uzun uzun konuşup dertleştik ve bu arada senden de konu açılınca, telefonu eşi aldı ve hoyrat biri olduğunu sonra da Berna az önceki vaziyetini söyleyince, şunun biraz dalına basayım dedim.”

Tebessümle karşılık verdiği sıra aklından geçen kızın çoktan bazı olumsuzlukları aştığıydı; öyleydi herhalde .

Ardından , aralarına kara kedi girmiş gibi sessizce yürüdüler. Sonuçta henüz birbirlerini yeni tanımış bir buçuk kör için, daha doğal birşey de yoktu.

Lokantadan içeri girer girmez karşılayan kadın sesi Mine'yi önce güzelce azarladı ardından da, dalga hışırtılarının rahatça duyulabildiği bir masaya oturttu.

Hissettiği kadarıyla, sevgi gösterisi Mine içindi ama emindi ki kadının bakışları bir an olsun üzerinden ayrılmamıştı.

Kadın Mine'nin yanağından öpüp ayrılınca, başlarına garson dikildi.

Önce soğuk deniz mahsülleri yanı sıra midye tava ve bol salata ısmarlayıp, garsonun tavsiyesi üzerine sıcak olarak da ızgara çupra söyledi ama içki olarak ne alırsınız diyen garsona, tam içki almayacağız diyecekken Mine: “Lütfen bir şişe kırmızı şarap getirin” siparişini verince, oturduğu sandalyede kalakaldı.

Garson gitmiş, henüz donatılmamış masaya bakıp duruyor, daha hangi sürprizlerle karşılaşabileceğini düşünmeye çalışıyordu ki Mine “Öyle bakınıp durma Osman, herşey yerinde ve yeterince yapılabilir.”

Ben sanmıştım ki diye gevelemeye başlayınca Mine “Sandığın gibi değil, ben normal biriyim Osman” cevabını alıp, sus pus oldu.

“Osman, yarın iki belediyeye gidecek ve yüz ellişer kitap bırakacağız ama artık uzak mesafelere kitapları kendimiz götüreceğiz, her seferinde Tarık amcadan yardım bekleyemeyiz. Götürebiliriz sanıyorum; ne dersin?”

“Önce belediyeye gidersek önemli değil, ben boş elimde de bir koli taşırım.”

“Parekende satış yapmayacağız, aradaki mesafe çok uzak, ancak ikisini yetiştirebiliriz.”

“Yani birinciyi verdikten sonra dönüp ikinci partiyi alacağız, öyle mi?”

Evet bundan sonra ancak böyle çalışabiliriz, gerekirse günde üç yüz beş yüz adet kitabı götüreceğiz.”

“Önemi yok, vasıtalarda problem çıkmasın yeter, çok çok geldiğimiz kasabada son olarak taksi tutarız.” 

Bu arada garson masayı donatmaya başlayıp, kadehleri de doldurunca gitti.

Tanışmamız ve ortaklığımıza derken kadehini uzattı.

Çarpışma sırasında Mine sadece şerefine dedi ve küsmüş gibi susup kaldılar.

Muhakkak konuşacak konu bulup açmalıydı, zaten bu işte kendine düşüyordu.

Nereden açmalıydı ki; Tarık amcadan öğrendiklerini asla söyleyemezdi, kız öylesine uyanıktı ki Berna hatta Oğuzla konuşup bilgi edinirken kendi salak gibi dedikodu seviyesinde kalmıştı. Aniden aklına geleni saf rolüne soyunup uyguladı: “Mine başka kardeşin yok mu?”

“Osman niçin elbisem hakkında, güzel şeyler söylemiyorsun, biraz kadın ruhundan anlasan iyi olur.” 

Öp babanın elini!

“Eteği geniş, sanırım askılı bir entari giymişin, tüm farkedebildiğim bundan ibaret.”

“Harikasın ama bu tasvirin tam körün, tuttuğu minicik kuyruğa güvenerek fili tasvirine benzedi.”

“O halde lütfen, tablo yapıyormuş gibi kendini anlat ki ben de fikir sahibi olayım.”

Genç kız önce kikirdedi, ardından masada bulunan envai çeşit mezeden tabaklara servis yaptı ve kadehini dudakları arasına götürdü.

Aralarındaki yetmiş santimlik masa, değerler farklı da olsa birbirlerini görmek, hiç olmazsa anlamak için yeterli boşluğu yaratıyordu.

“Elbisem krem rengi ama tahmin ettiğin gibi askılı değil, mitolojik çağlardan esinlenmiş, bir omuzu açık diğeri kapalı bir bol elbise. Ayağımda kayışlarla dize değin çapraz sarılı sandalet, belimde de kemer, Bir de sonradan omuzlarıma örtmek için, belime sarılı şal taşıyorum, bu saydıklarımın tamamı krem rengi.” 

“Hani şu müzelerdeki tek omuzu meydanda kadın heykellerindeki giysilerden mi bahsediyorsun?”

Mine tekrar kikirdedi ve sadece evet yanıtını verince “Şimdi ben de sana ne anladığımı anlatayım. Önce seçtiğin renk yüzünden sağlam gözün ela veya kahverengi. Vücudun çok güzel olduğu için olası sarkıntılıkları önlemek amacıyla, önceden de fark ettiğim gibi bilerek, isteyerek bol elbise giyiyorsun. Eğer kör gözünün üzerindeki bant da siyah değil de elbiselerine uygun renkte ise çok dikkatli birisin ve şahane kıyafet giyeceğini bana önceden söylemediğin için teessüf ederim. Şu halime bak, ayakta bez ayakkabı kıçımda kot pantolon sırtımda tişört, at kulağına konmuş kelebek misali. Ayriyeten cep telefonunu isteyerek kullanmıyor hatta evindekini de salon dışında bir yerlerde tutuyorsun. Bu ve gözündeki siyah bant şunu anlatır, hala bazı duyguları aşamamışsın.” 

Mine'nin başını öne eğip, somurttuğunu da hissedince, kızın üstüne gitmekten vazgeçip.

sorduğu soruyu boğuntuya getirdiği için bu kadarını hak etti, fazlasının da gereği yok kararını verdi.

Esen hafif rüzgar muhakkak kendileri için esiyordu. Ortalık soğumuş, arkalardan gelen kısık müziğin dışında sanki diğer masalardakiler de kendilerine ayak uydurup seslerini kesmişlerdi.

Başını çevirdiğinde deniz dahi dalgacıklarına gem vurmuş, hışırtı bile çıkartmıyordu.

Eli, ne kadehine ne de tabağına gidebiliyor, baston yutmuşçasına öylece karşılıklı oturuyorlardı.

Fazla mı, ileri gitmişti?

Ortalığı tekrar neşelendirmek gerekmez miydi?

“Mine, biliyor musun burada kadının biri beni köpek balığına benzetti. Neymiş efendim gözüm donuk bakıyormuş.” 

“Herhalde kendi kobra yılanı tiniyetinde biri olduğundandır.”

Tekrar sustular, ortaya attığı zarf kızı pek etkilememiş gözüküyordu. Lakin elini kadeh ve tabağına götürmesi için yeterli sebepti.

“Kadehin bitti mi Mine?”

“Hayır, dur seninkini doldurayım.”

“Gökyüzünde yıldızlar nasıl, mehtap çıktı mı?”

“Henüz o dediğin çıkmadı ama gökyüzü pırıl pırıl Osman.”

Mine doldurduğu kadehi eline tutuşturduğu an; “ Bildiğin gibi, iki tane ablam var, ikisi de yurt dışındalar. Gizli saklı bir hayatım yok, oturduğum ev de ablalarımdan güya birine ait. Senin anlayacağın bir çeşit katakulli ile evi bana yamadılar. Canlarım benim, akılları sıra onurumu zedelemeden beni ev sahibi yaptılar. Bugüne kadar hiç sevgilim de olmadı. Telefonum mutfakta çünkü eve gelince tüm zamanımı orada geçiririm. Gözümdeki bantın rengine gelince, belki de haklısın ama sen de köpek balığını unutamadığına göre, aynı çuvalın pirinci olmuyor muyuz?”

“İç dünyamda birşeyler başardığımı sanıyorum ama haklısın, çok eksiğim önüne alamadığım kaprislerim de var.”

“Zaman herşeyi doğal haline getirir, Oğuz abi bana senin gözlerini kaybettikten sonra çok değişik biri olduğunu ve önceden takoza benzediğini fakat yeni dünyana girer girmez değil laftan ses tonundan dahi gerçek mana çıkarabildiğini söyledi. Teselli olurmu bilmem ama ben de henüz yeni yeni başladığını sandığım bu yetenek, tanrının sana verdiği bir lütufdur.”

“Ne yaparsam yapayım, tanrı bana limondan başkasını lütfetmedi Mine.”

Dalga hışırtılarının duyulmaya başlayıp, ani hava serinlemesi, rüzgarın arttığını anlatıyordu. Karşısında oturan kızın yaptığı hareketlerle, beline sarılı şalı çıkartıp omuzlarına serişini kabaca seyretti.

Erkekliğe bok sürmese de başlayan rüzgar hiç de Temmuz ayına yakışmıyordu ya.

Garsonun ızgaraları getirdiği an aklınca kırmızı şarap ile balığın litaratürde yeri olmasa da gerçekte çok iyi gittiğini düşündü; Mine isteyeceği şeyi gayet iyi biliyordu. Öyle balık ile beyaz şarap safsatasına itibar etmemişti ve acaba daha neler öğrenecekti?

Kadehler tekrar doldurulmadan yemeklerini yediler. Balığın ve sofradakilerin lezzeti dışında pek fazla da konuşmadılar ama tam hesabı ödeyip kalkmaya hazırlandıkları sıra Mine: “Osman, bence limonata yapmayı öğrenmeye çalışsan daha iyi olur, içki limonu daha da belirginleştirir ve birlikte ikisi çok iyi gitse de, müptela yapar” dedi ve lokantanın sahibesine, veda amacıyla yürüdü.

Gece yarısını çoktan geçmiş, yatağında dolap beygiri gibi dönüp durdukça, vücudu, ter döküyor ve ayaklarını bile ağrıtan yorgunluğuna rağmen uyuyamadığı için sızlanıp duruyordu.

Temmuz ayının son günüydü ve şimdi karşısındaki duvarda sıralı koliler dahi çoktan geldikleri günün sayısından aşağılara inmiş, kala kala ancak üç de biri kalmıştı ama içinden gelen ses bitmemeleri gerektiğini söylemekteydi.

Kıçına on ikilik inşaat çivisi batmışçasına, fırlayıp yatağında oturdu.

Birlikte yemek yedikleri geceden beri, geçen günler zarfında tüm iradesini kullanıp, Mine'den uzak durmaya, iş konuları haricinde başka konular bilhassa kızın o gece hiç sevgilim olmadı cümlesini irdelememeye çalışıp başarmıştı da ama aradaki günler hiç de öyle kolay geçmemişti.

Ya limonata meselesi?

Arif olan değil, eşekler dahi bilirdi, limonata için şekere ihtiyaç duyulduğunu.

Hadi limon kendiydi, peki şeker kimdi?

O günden beri ihtimam gösteren, para harcatmayan hatta masraf olmasın diye, çantasının ön gözünde çatal, bıçak, peçete, örtü ve kağıt tabak taşıyan, yıkamak için giysi isteyip bu konuda da ısrar eden Mine şeker olabilir miydi?

Henüz kendini bir şekilde kullanan o kız için beslediği plotonik duygular, güncelliğini tam kaybetmemişti ve yanlış bir söz dahi, bir çuval inciri berbat etmeye yeterdi.

Ortada incir çuvalı da yoktu ya.

Hiç olmazsa bir sigara olsaydı, o geceden beri ağzına tek yudum içki koymamış, nedense aramamıştı fakat şimdi canı çok istiyordu.

Kalkıp sabahçı markete gitti.

Yatağına tekrar oturduğunda elinde bir poşet nane şekeri tutuyordu.

Her zaman en küçük bahaneyi içme sebebi sayan içindeki Osman, marketin kapısından girmek üzereyken delikanlı ol, kıza verdiğin sözü tut diye uyarınca nane şekeri ile dönmüştü.

Mine son birkaç gündür sürekli kolundan tutmasını istiyor, konuşurken de devamlı sesini kadifeleştiriyordu. Parklarda, çimen üzerinde kurdukları öğle yemeği sofralarında, kendisine kuruluşta el sürdürtmüyor sanki yediği her lokmayı sayıyor, biraz az yemeye yeltense, lokmayı ağzına tepmeye çalışıyordu.

Defalarca yaptığı değişik yemek tekliflerini şimdi köfteye, dönere harcayacak paramız yok diyerek savuşturuyor, ya bazen saçlarını düzeltip, sakal traşını kontrol edişine ne demeliydi?

Bu kız bal gibi sahipleniyordu be.

Birden kafasının içinde bulunan ampullerin tamamı yanıp sönmeye başladı.

Sahiplenmesinde Berna'nın rolü var mıydı?

Tabi ya, Mine daha ilk karşılaşıp kim olduğunu öğrendiği an işi çözmemiş miydi?

Duygularına yol vermediğinden ötürü kendini kutladı, yeni bir sükutu hayal ile baş edemeyeceğini gayet iyi biliyordu.

Sabah otogara götürmek için, Tarık amcanın pikabına koli yüklendiği sıra Mine'ye akşamki şekerden ikram edince kızın duraksayıp, suratının asıldığını fark etti.

Otobüs kalkıp, ana yola çıktığı sıra dahi tek kelime etmeyen kızı rahatlatması gerekiyordu; “Mine, hiç endişelenme içimdeki şeytan dahi sözünde durur.” dedi ve kikirdemeyi duyunca da rahatladı.

“Osman, kitapları bıraktıktan sonra elli tane kalacak. Gideceğimiz yer sapa olduğu için kalanı perakende satacağız, tekrar buralara gelmenin alemi yok.”

“Benim için konu değil, anlamadığım günlerden beri aklımı kurcalayan ise, belediyeler kitapları ne yapıyor?”

“İsteyen personeline veriyor. Bunun yanı sıra okullara hediye ediyor ve kültür etkinliklerinde kullanıyor. Unutma, kitabın yazarının kör olması dikkatlerini çekiyor.”

Öğle yemeyi yemeyip, kitapları saat üçe doğru bitirdiklerinde, kızın koluna yapıştı ve “Bana bak sakın gene domates bilmem ne terenanesinden bahsetme, gidip adam gibi karnımızı doyuracağız” derken de kızı sürüklemeye başladı.

Dönüş yolunda ise arayan Hasan, yüz yirmi kitabı geri getirdiğini kalan yüz seksen kitabın tutarını da Tarık amcaya bıraktığını söyleyip, defalarca özür diledikten sonra kapadı.

Sevindi ama satılan kitaplar için değil de kalanlar için.

Durumu anlatmak üzere yan tarafına dönünce, kızın inlediğini duyup, neyin var hasta mısın diye sordu.

( Sığırcık Kuşu-10 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 28.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu