Sığırcık
kuşu
Ayrım:4
Evet
evet sucuk ekmek yemekteydi ve garibin birine de ısmarlayacaktı.
Canının
yangısıyla biraz inlerken, düşünmek için tüm benliğini zorladı.
Film
garibana para vermeye çalıştığı sıra bitiyordu.
Trafo
patlamış olamazdı çünkü yara sağ tarafında trafo sol tarafındaydı.
Araba
çarpmış da olamazdı hem kavşak girişi hem de çok içerideydi.
Peki
ne olmuştu, elini yavaşça kaldırıp başına götürdü.
Kafasındaki
sargıyı incelerken, göz yaşları da akmaya başladı.
Sağ
kaburgalarının üzerindeki sargıya anlam veremese de daha fazla acı vermekteydi.
Canlıysa
neden soymuşlar, öldüyse neden sargılamışlardı?
Sağ
ayağındaki sızıyı çok sonra fark etti ve merakını gidermek için tüm fazladan
acıya katlanıp, ayağını çekerek serum takıldığını fark edince, hastanede
olduğunu ve yanında kimse olmasa da yaşadığını bildiklerini anladı.
Keriz
misin, ölüye hiç serum takılır mı düşüncesiyle, göz yaşları arasında sırıtmayı
da ihmal etmedi ve bu arada elini ışığı seçmesi gerekirken görmeyen gözüne
götürünce, anormal şekilde şiş olduğunu hissederek, karanlığın nedenini aşağı
yukarı tahmin edebildi.
Kısa
süre midesi bulanınca, içinin de yaşadığını görüp, çocuklar gibi sevindi.
Tüm
ağrılarına ve ışığı seçememesine rağmen, kelimenin tam anlamıyla yaşıyordu.
Uzaktan
ve yarım yamalak gelen sesleri duyunca, içi bir tuhaf oldu; hoş bulduk dünya.
Artık
kulaklarını tazı gibi dikmiş odasına girecek birini bekliyordu ve uzun da
sürmedi.
Kapının
açıldığını ancak kişinin kola yaptığı sert hareket yüzünden, terliğini
topuklarında şaklatmasından gelenin kadın olduğunu anladı.
“Hafız,
demek kendine geldin ha!”
“Neredeyim
ben?”
Geleneksel
soruya kadın alışık olmalıydı ki yanıt vermedi.
“Hanımefendi
ihtimal hastanedeyim ama hangisinde?”
“Hastanedesin
tabi, kör gözüne bakmadan kavga edilir mi hiç. Eğer kan testinde uyuşturucu
çıkarsa, vay haline!”
Birden
kafasının içindeki tüm sigortaların attığını hissedip “Ne diyorsun sen be,
ekmek arası sucuk yerken ansızın dünyam karardı.”
“Şaka
yaptım şaka, tamamen kendine gelip gelmediğini anlamak için küçük bir test.”
“Hangi
hastanedeyim?”
“Haseki,
serumunu değiştiriyorum. Birazdan doktor ardından polis gelecek, onlarla bol
bol sohbet edersin.”
Burnundan
kıl aldırmayan hemşireyi kaçırmamalıydı.
Ameliyat
ve sonrası günlerde edindiği tecrübeye güvenip, çenesini durmaksızın
çalıştırmaya karar verdi ve “Beni kim getirdi ve hakkımda malumatınız var mı”
sorularını ardı sıra kadına yönlendirdi.
“Ne
bileyim ben hafız. Ayak ucundaki çetelende darp yazıyor, kafanda şişe kırmışlar
ve aynı şişeyi ciğerlerine sokmaya çalışmışlar ama sanırım körsün diye Allah
yardım etmiş de şişenin el de kalan parçası kaburgalarına isabet edince kayıp,
sadece yırtıp geçmiş.”
Kadını
biraz daha konuşturmalı, öğrenebileceklerini öğrenmeliydi ve hemen taktik
değiştirdi.
“Hemşire
hanım bir şey sorabilir miyim?”
Kadın
gitmeye hazırlanıyor olmalıydı ki sesi biraz uzaktan geldi “Ne soracaksın, işim
var.”
“Sesin
çok genç birininkine benziyor, stajyer misin?”
Vallahi
de, billahi de fingirdediğini duymuştu. Adım seslerinin yaklaştığını fark eder
etmez, belli etmemeye çalışarak sırıttı.
“Osman
Bey dur şu sargılarına da bir bakayım. Usta denecek kadar uzun zamandır
hemşireyim. Osman gerçek adın değil mi?”
“Hanımefendi,
kendi çapında küçük işler yapan biriyim, sahte kimliğe ihtiyacım yok. Biz körlerde
duyma duygusu fazla geliştiği için sesinizden genç biri olduğunuzu anladım.
Beni buraya kim getirdi, elbiselerim ve içindekilerden bilginiz var mı?”
“Hepsi
poliste zabıt altında endişelenme bu arada yaşım yirmi beş ve bekarım, beni
alır mısın?”
Konuşturmak
istediğini fark etmiş şimdi dalgasını geçiyordu ama istediğini elde etmenin
huzuruyla kaşarın nabzına göre şerbet vermeye karar verdi.
“Ben
körüm, benim sevmeye sevilmeye hakkım yok; lütfen beni acılarımla yalnız
bırakın.”
Kadının
kapıyı kapamasını bekledi. Verdiği yanıtla kadının alayını bir şekilde anlamamazlıktan
gelirken, kendi dalgasını da geçmişti ve kimse duymasa da sessizce avaz avaz
bağırdı ne yirmi beşi ulan kırkından bir eksiksen Taksim meydanında traktör
tekeriyim diye bağırırım be kaşar.
Şimdi
her şey ortaya kabak gibi çıkmış, para vermeye çalıştığı güya gariban, osuruğuna
düğüm atıvermişti.
Çantasının
uçtuğundan emindi ama alışveriş sırasında şaşırmamak için ayrı ceplere koyduğu
değişik rakamlardaki kağıt paralarını kurtarabilmiş miydi?
Herife
adresi kendim verdim diye hayıflanırken, kapının açıldığını duydu.
Gelen
doktor olmalıydı çünkü topuğa vurulan terlik sesi hem daha az hem de daha
düzgündü.
“Hoş
geldiniz doktor bey.”
Artık
biliyordu ki karşısındaki duraksamış, aval aval yüzüne bakmaktaydı.
“Sen
kör değil miydin?”
“Evet
körüm hem de has kör.”
“Peki
doktor ve erkek olduğumu nasıl anladın?”
“Yürürken
ayaklarınızdaki terliklerin çıkarttığı uyumlu sesten efendim.”
“Hadi
canım sende, izah et de kafam yatsın yoksa sana öyle bir iğne vururum ki, altı
ay kulağından işersin.”
“Doktor
bey, tüm kadınlar ayaklarındaki terliği yürüdükleri sıra şaklatır ama
erkeklerde bu olmaz, ayağınızı vurmadan yürüdüğünüz için hasta bakıcı
olmadığınızı, şaklatmadığınız için de erkek olduğunuzu anladım yani göze
ihtiyaç yok.”
Doktorun
“Harikasın” derken yanına oturduğunu ve aynı anda kapının tekrar açıldığını
duydu.
“Osman
gelen kadın, doğru mu?”
Hemşirenin
şaşkın bakışları arasında gülüştüler.
Sargılar
değiştirildi ve bu arada doktorun emri ve gözetimi altında hayalarının altına
gelip pıhtılaşan kanlar dahil temizlendi.
Bu
temizliği, hemşirenin tüm sızlanmasına rağmen, doktorla aralarındaki
elektriklenme sağlamıştı ve doktor giderken topuklarını şaklattıktan sonra
attığı kahkaha taburcu olana dek rahat edeceğinin bir çeşit emaresiydi.
Hemşirenin
ardından da rahatça uykuya dalıp gitti.
Sabah
nöbeti devretmeden evvel doktor tekrar gelip tüm gerekenleri yaptı ve tam
çıkacakken kapının önündeki konuşmalardan sonra içeri girene göz atan doktor “Bak
polis bey de geldi, bundan sonra onlara emanetsin. Hatırlatayım kimliğini ve
üzerinden çıkan iki yüz yetmiş lirayı arkadaşlara teslim ettim.”
Doktorun
son sözlerinin hiç önemi yoktu çünkü kapı önünde kısa süren konuşma sırasında
eğer kulakları yanıltmadıysa Oğuz'un sesini duymuştu.
Yatağının
kenarına gelebilecek ağırlık veya çekilen sandalye sesini beklediği sıra: “Geçmiş
olsun hacım!”
Ne
kadar ekmek o kadar köfte misali “Eyvallah hocam sağ olasın”
“Ben
hocan değil polisim.”
“Ben
de hacın değilim ve bir sıfatım var. Elindeki evraka bakarsan, adımın Osman
olarak kaydedildiğini fark edersin.”
Şimdi
karşında devlet memuru var küstahlaşma edebiyatıyla başlayıp türlü türlü
hakaretlerle devam edecek salvoları bekliyordu, buna da hazırdı.
Uzun
süren sessizlikten huylanmış tam bu herif beni yaralı, sakat ve hasta masta
dinlemeden dövecek diye düşünürken:
“Sana,
ifadeni almadan önce üç şey söyleyeceğim. Adın ister Osman ister hacım isterse
ne olursa olsun, ben seninle ilişki kurabilmek için öyle davrandım. Benim doğup
büyüdüğüm yerlerde senin durumunda olanlara saygısızlık etmemek için öyle hitap
ederler. İki, ben meslek hayatım boyunca kimsenin tek kuruşuna tenezzül
etmedim, karşılaşırsan doktor olacak takoza ilet. Üç sana gasp masasından Komiser
Mustafa’nın çok selamı var, bana nahiye müdürünün oğlu dersen hatırlar dedi.
Son olarak, dışarıda seni bekleyen arkadaşın var adı Oğuz.”
Hemen
yanıtlamadı, karşısındaki adam kötü niyetli veya burnu kaf dağındakilerden biri
değildi, sonunda “Son cümlenden başlıyayım, Mustafa kısa pantolon zamanından
mahalle arkadaşımdır. Mezun olup Anadolu’ya tayin edildikten sonra ilişkimiz
kopmuştu, canı yürekten selamlarımı iletirsen sevinirim. Doktora gelince bu
onun suçu değil. Kasadaki tek çürük elma bile kasanın değerini düşürür, yaran
yoksa gocunmana da gerek yok. Gelelim ilk cümlene herkesin bir adı veya bir
sıfatı vardır. Sakatlığından ötürü iyi niyetle de olsa kimseye lakap takamazsın
çünkü kişiye her seslenişinde ona sakat olduğunu hatırlatırsın ve iyi ki benim
başıma gelmedi, iyi ki piyango sana çıkmış yani şimdi anlamasan da tabi ki ‘’sen’’
manasına da gelir.”
İfadenin
ardından kapıyı çıkarken polis açtı ama başkası kapadı; kapayan Oğuz'du.
“Geçmiş
olsun, nallı kuzu gurmesi.”
“Dalga
geçme be, sucuk ekmek yiyelim dedik şu başıma gelene bak. Burada olduğumu nasıl
öğrendin?”
“Adam
hoş geldin der ayı, gecenin ortasından beri nahiye müdürünün oğlu Mustafa ile
senin derdindeyiz.”
İlişki
kurabilmek uğruna ortaya attığı teori şimdi kendi başına musallat olmuştu.
Polisin
giderken, Oğuz'un gelirken çıkarttığı ayak seslerinden arkadaşını hasta
bakıcıya polisi de doktora benzetince sırıttı.
“Ne
gülüyorsun ulan?”
Olayı
kısaca anlatıp ekledi “Şu musibetin esasını anlat hele.”
Bildiklerinin
dışında Oğuz olayı gece telefon açan Efe'den öğrenmiş ve o da hemen Mustafa'yı
arayarak devreyi tamamlamıştı.
Mustafa'nın
işe el koymasıyla gaspçı kısa sürede yakalanıp emniyette aynen kendisine
yaptığı gibi osuruğu düğümlenmişti.
Oğuz
birden susup çişi varmışçasına bacağını sallamaya başladığında hissedip çok
değişik şeyler yumurtlayacağını anladı çünkü arkadaş oldukları günden beri hep
böyle yapardı.
‘’Biliyor
musun, avcı seni telden düşürdü ama çantasına katamadı.”
Hiçbir
şey anlamamanın verdiği sıkıntıyla ‘Ulan beni keklik mi sandın, kıçımda don
yok; felsefe yapacağına onu düşünseydin daha iyi olurdu.”
“Mustafa’nın
yardımıyla eşyaların arasından evin anahtarını alıp tüm ihtiyaçlarını getirdim,
kocakarı kılıklı herif.”
Düşüncesizce
davranıp, arkadaşını üzmüş müydü?
Ağrılarını
öne sürüp konuyu değiştirmek istediyse de Oğuz, “Sabah doktor muayeneye geldi
mi?”
Utanmıştı
bir kere, sanki eliyle sus işareti yapan duvarlara asılı hemşire fotoğrafını
arıyormuşçasına, kafasını diğer tarafa çevirip sadece evet diyebildi.
“Eşyaların
hastane emanetinde, şimdi doktorla görüşeceğim ve müsaade ederse gelip seni
giydireceğim. Bu arada dışarıda
beklediğim sıra çevremde dolanan, pala bıyıklı ve gözleri pırıl pırıl parlayan
hasta bakıcı yanaşırsa, şansına küs.”
Alınmamış,
kırılmamıştı, sevgili dostu. Hasta bakıcı adımlarını dinlerken, ipil ipil inen
yaşlara da mana veremedi.
Eve
geldiklerinde hayıflanıyordu: “Ulan hem Mustafa'yı göremedik hem de oraya ifade
buraya ifade, imanım gevredi be!”
“Sızlanma
ulan, Mustafa olmasaydı hala keyif bekliyor olurduk. Şimdi sana yiyecek
bir şeyler alayım çünkü ancak yarın akşam gelebilirim; idare edersin değil mi?”
İki
saat kadar geçmiş, deri koltuğunda güya keyif çayını içmesi gerekirken, dalgın
dalgın gözlerini dikmiş, göremese de sehpasının üzerindekileri inceliyordu.
Önde
çay kupası sol arkada demlik ve demliğin hemen sağ tarafında yıkanıp
temizlendikten sonra içine çay şekeri doldurulmuş yoğurt kasesi ve her zaman
olduğu gibi tam karşısında sırıtan yalnızlığı.
İsyanları
oynamak amacıyla başını yukarı kaldırsa da vazgeçti çünkü hala soluk alıp
verebiliyordu.
Ya
beyin kanaması geçirseydi ya yatalak kalsaydı?
Emniyette
ailesine haber ulaştırdıkları belirtilmişti ama gelen giden yoktu.
Kime
isyan etmeliydi?
Başta
ailesine mi, Vezneciler’deki polise mi yoksa Mecidiyeköy’deki zabıtaya mı veya
gelip geçerken, sayıları az da olsa aşağılayan hor gören takımına mı şikayet
edecekti?
Yoksa
onları mı şikayet etmeliydi?
Şimdi
herif kan döktüğü için otuz beş seneyle yargılanacak ve en azından o kadar da
hüküm giyecekti ama işin garip tarafı kendisini adam yerine koyup saldıran ilk
kişiydi.
Öyle
ya, Mustafa o kadar iyilik yapmasına rağmen semtteki bazı arkadaşları gibi
karşısına çıkmak istememişti.
Kafada
sekiz, kaburgalarındaki on iki dikişin hiç önemi yoktu.
Eğer
İstanbul'da yaşıyorsan, güçsüzsen, bulunduğun her noktada yeterli çevren yoksa
daha da önemlisi sana yeterli kıymet verilmiyorsa, bu gibi işlerin başına
gelmesi normaldi.
Oğuz
bile tam kapıdan çıkarken sekiz senede bir kere başına geldi, esasında çok
şanslısın dememiş miydi?
Üç
lira için bıçaklanan gençleri, araba kapısında çantasını vermemek için mücadele
verirken sürüklenip ölen genç kadınları, üzerine tiner dökülüp yakılan zavallı
ihtiyarları bilmiyor muydu?
Nereden
bakarsan bak şanssızdı, psikocan bulunduğu nokta itibarıyla üzerinde fazla
işçilik yapamamıştı; hepsi bu.
Ölüm!
Sen
nesin arkadaş?
Karanlık
mısın, alev misin, kaynayan kazan mısın, insanın tüm uzay boşluğunda
görebildiği tek mum ışığı mısın yoksa huzurun sonsuz kaynağı mısın?
Sen
nesin ölüm?
Bardaktaki
çayın buz kestiğini fark ettiğinde bir şeyi daha fark etti.
Oğuz
çıkmadan veya kendi ihtiyacı için lambayı açmış ve giderken unutmuş olmalıydı,
ışığı seçen gözü geç de olsa fark etmişti.
Deli
gibi oldu, psikocan kanını dökse de gözündeki ışığı alamamıştı.
Işık,
anlayabilene cennetin ta kendisi.
Korkunun
bitip, huzurun başladığı yer.
Işık,
yaratıcının yarattığına bahşettiği en büyük lütuf.
İnsana
düşen görev, kendisini geliştirip verilen bu lütfa layık olmak yani bakmak ile
görmek arasındaki o korkunç uçurumu aşmak.
Başarabilmek
içinde, asla dışarıdaki değil gönüldeki ışığı karartmamak.
Tam
içinden seninki züğürt tesellisi diyecekti ki, kapının vurulmasıyla irkildi,
ayak sesini duymamış veya derinlere fazla dalmıştı.
Kapının
vurulduğu sıra çıkan ses tonuyla eşit bir tonda girin dedi.
“Osman
oğlum, ne oldu sana böyle, geçmiş olsun. Pa pa pa artık senin gibilere de
saldırıya başladılar demek, yüce tanrım nereye gidiyoruz.”
Sesi
tanımış gelenin kırık Türkçesi ile evin tam karşısındaki ahşap evde tek başına
oturan ve yıllar önce kızı Beti'ye musallat olduğu Ermeni kadını Şake teyzeydi.
Sabah penceresinin önüne oturduğu gibi zamanında saksı koyması için kocasının
yaptığı platformdaki çiçeklerin arasından tüm gün mahalleye girip çıkanın
çetelesini tutan, yaşlıca kadın.
“Hoş
geldin Şake teyze.”
“Oğlun
arkadaşın seni eve sokarken gördüm, çok şaşırdım. Çıkarken de yapıştım yakasına
ve bana olanları anlatınca nevrim dönüverdi.”
Madem
öğrenmişti işin tamamını anlatacak fazla bir şey de yoktu ve “İşte bildiğin
gibi saldırıya uğradım” sözleriyle geçiştirmeye çalıştıysa da ne çare,
bildiklerini baştan sona tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldı.
Hoşuna
giden ise, teyze çay içer misin teklifini kadının gayet makul karşılayıp hiç
tiksinme veya benzeri davranışta bulunmadan çayını içmesiydi hem de dört
bardak.
Kadın
gider gitmez, aklına kızı Beti tekrar geldi. Ön tavşan dişlerinden biri çürüyüp
kararmış olsa da öyle güzel bir kız dı ki baktığı her noktayı eritip
bitiriveriyordu nitekim kızın kıçını ellemeye fırsat bulamadan çok zengini
birine gidivermiş, annesini ziyarete geldiğinde karşılaşıp birbirlerine
sırıttıklarında kararmış dişi falan kalmamıştı.
Gözlerini
kaybettikten sonra ise, bir daha mahalleye gelmemiş, özel şoförünü yollayıp
aldırarak anası ile öyle görüşmüştü.
Garipti
ama bu böyleydi. İki sene evvel semti terk eden altı numaralı dairede oturan
komşusu Osman o kız sana tavdı dememiş miydi?
Hiç
yoktan sinirlenip, bardağını sehpaya hızla vurdu.
Neyse
ki köşeleri de dekor icabı deri olan sehpa zamansız kazayı önleyip, aklını da
başına getirdi.
Aşıkmış,
tavmış, boşversene be adam. Kocasının fabrikaları var eğer içinde biraz sevgi
olsa bana belli etmeden birinde iş verdirtemez miydi?
Hatta
baston sallayan bir araba aldırtıp özel şoförü de yapabilirdi.
Şimdi
sıraladığı eleştirilerin tamamı kendi sıfatıyla ilgiliydi. Takip eden
bedduaların bitiminde, ulan kızın kadife gibi derisi, harika ötesi gözlerinden
başka neyini görebildin bir de kararmış dişini mırıltılarıyla ahlayıp
oflamasını bitirdi.
Elin
kızının günahını almanın gereği yoktu ve biraz düşünürse değil yarı yolda
bırakmak yola hiç çıkmayanların sayısı selam verenlerden katmer katmer
fazlaydı.
Başta
son çalıştığı yerden sigortası tam gösterilmediğinden değil tekrar iş, tazminat
dahi alamamış, adam sanki iyilik yapıyormuşçasına eline birkaç kuruş
sıkıştırıp, dehleyivermişti.
Ya
diğerleri, koskoca semtte iş verecek veya aracı olacak kimse yok muydu da
Ermeni kızından medet umuyor ve kızı suçlamaya çalışıyordu.
Esasında
semti terk etmesi lazımdı ama ne çare.
Birden
irkildi, şimdi bu kadın evine gitmeden tüm mahalleye olanı biteni üzerine katıp
yayına geçecekti.
Önemi
yoktu nasıl olsa arayan soran olmazdı ama ama, Kartal neredeydi?
Oğuz
kesin aramış olmalıydı ve hala bir haber yoktu.
Hani
dostluk, hani arkadaşlık, güya cep telefonları adamı olduğu yere mıhlıyordu?
Eli
oturduğu deri koltuğa çarpınca, kafasının içindeki düşünceler duvara
toslamışçasına ters tepti. Eğer azıcık hayat tecrübesi varsa, Kartal asla
böylesine bir ortamda yok olacak kişiliğe sahip biri değildi.
Kötü
şeyler düşünmektense kalkıp bilgisayarı açmaya karar verdi.
Tüm
yazdıklarını baştan sona dinlemeye niyetlense de uykusu gelir gelmez kapatıp
yattı.
Sabah
apartmandan altı otuz sıralarında birlikte işe giden karı, koca dan başka erken
çıkan yoktu.
Demek ki
temizliği o saate kadar bitirdiği takdirde yüzünün mostrasını kimse
görmeyecekti, saat beşte kalkmaya niyetlenip, gözlerini kapadı.
Uzunca
bir müddet yatakta dönme dolap gibi dönüp dursa da nihayetinde, astsubay,
zabıta ve gaspçısı pisikocan ile karşılaştı.
Birinin
elinde roketatar diğerinde terazi dirhemi ve gaspçısı pisikocan da ise ucu
kırık bir şişe vardı.
Kendi
de boş değildi hani!
Müdafaasını
elinde tuttuğu yorgan iğneleri ve cep dolusu dikiş iğneleri ile yapacaktı.
Üçe
karşı bir, ayıp olmuyor mu demesine fırsat vermeden saldırdılar.
Tam
birinin gözüne yorgan iğnelerini batırmaya hazırlandığı sıra, Vezneciler’deki
polis yardımına yetişti ve saldırganları kovaladıktan sonra, yakasından tuttuğu
gibi ama yüzüne bakmaya tenezzül etmeden emniyetli bir yere, mahalle
birahanesine götürüp, adaşı tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abiye teslim etti.
Yakamozlar
sahneye çıktığında deniz kenarındaydı ve ufuk çizgisinde nokta kadar gözüken
kara parçasına avazı çıktığınca bağırdı Eleni senden özür dilerim…
Son
olarak odaya Beti geldi, tek kelime etmeden elini yüzüne sürüp masaj yaptı ve
bembeyaz dişlerini göstererek sırıtıp gitti.
Zifir
karanlık dünyaya uyandığında bir süre ölüm sessizliğine benzeyen çevreyi
dinleyip aceleyle kalktı.
Kovasına
su doldurup, deterjanını da attı ve süpürgesini koltuğunun altına sıkıştırıp üst
katın yolunu tuttu.
Süpürme,
silme işini bitirdiğinde son olarak cümle kapısından paspasları silkelemesi
gerekiyordu, birini alıp kapıyı açtı.
Güneş
tatile çıkmış, ayaz nöbette, sulu kar sokaklarda devriye gezerken, iki paspası
da silkeleyip içeri girdi.
Aşağı
inen on dokuz basamağı yarıladığı sıra, iki kat yukarıdaki kapı sesini duyunca
hemen basamakları tamamlayıp, gitmelerini bekledi.
Niyeti
konuşmaları dinlemek olmasa da her nedense odasına girmedi.
Birkaç
saniye sonra da konuşmaları duydu!
Adam:
“Melek şu hale bak, yerler pırıl pırıl, dün gece bok götürüyordu.”
Kadın:
“Kör mör ama temiz biri, bayram yaklaşıyor, eskilerinden birkaç parça seç de
verelim garibana, senin haberin yok, sanırım kafasını gözünü yarmışlar.”
Adam;
“Duyduğuma göre içki de içermiş. Herhalde o kafayla birine çatıp, vebalini
buldu; böylelerine fazla acımayacaksın, bir de eşya ver diyorsun.”
Şok
olmuştu, karı koca çıkana kadar, diğer konuşmaları dinlemeden, zamanın nasıl
geçtiğini bilmeden çivilendiği yerde dakikalarca bekledi.
Odasına
girer girmez de işi yarım bıraktığı için Psikocan'ın annesini bacısını
dakikalar boyu kendince mutlu etti.
Yüksek
sayılabilecek ses ile biraz saygı duyun ulan diye kendi kendine bağırırken
kapının vurulduğunu duyup sustu.
Hemen
toparlanıp içinden oha be derken dudaklarından girin kelimesi döküldü.
“Osman
oğlum paspasları çırptığını görünce beklemeyeyim hemen şu çorbayı götüreyim de
içsin dedim.”
Gelen
Şake teyzeydi ve bu iyi niyeti burunlamanın alemi yoktu, “Teyze ben de çay
koyayım” derken kadının yanından mutfağa sıvıştı.
İçi
bol tavuk et parçalarıyla dolu ve sarımsaklı bir çeşit tavuk paça çorbasını,
lezzetinden ötürü zevkle içerken kadın; “Oğlum geçen sene merdivenden
düştüğümde Beti Amerika'dan getirttiği merhemi vermişti. Morartıyı iki gün
içinde yok ediyor, sana da getirdim. Çorbanı bitir de süreyim”
Kendince
bana kimse gelmez diye hayıflanırken, düşen kadından bihaber oluşu, acımasız
bir dünyada yaşadıklarının tam fotoğrafıydı ama kızı nasıl hemen bu merhemi
getirmişti ki, belki de Beti onca zenginliğin ardında, kocasından yediği
dayakları kısa sürede ört bas edebilmek için elinin altında devamlı
bulunduruyordu.
Tabi
ya, hazır olmasa dünyanın bir ucundan buraya gelene kadar hiç kimsede morluk
falan kalmazdı.
Zaten
kadının son sözlerindeki titreme bunu kanıtlıyordu ya!
“Üzülme
Şake teyze.”
Son
kaşığı ağzına götürene dek tek kelime söylemeyen kadın, getirdiği kabı
toplamaya yeltendiği sıra aynı titrek ses tonuyla “Çok gençsin oğlum, ne
yapayım sizlere kötü davranıldığında üzülüyorum işte” sözleriyle ne anladığını
daha da muamma haline soktu.
Sadece
tahmin ettiği konuyu kaşımanın gereği yoktu ve “Çayı getireyim” derken kadın
açmadıkça safları oynamaya karar verdi.
Merhem
mentollüydü ve içeriğinde bazı maddeler de olmalıydı, içten içten devam eden
sızı dinmiş, ağrı kesici içmeye de gerek duymamıştı.
Bu
da şu manaya geliyordu, akşam Oğuz ile birkaç kadeh parlatabilirdi.
Karşılıklı
oturmuş çaylarını içtikleri sıra, az evvelki konu unutulmuş havadan sudan hatta
semtteki balıkçıların yeterli tutamadıkları için yakarmalarından
bahsediyorlardı ki kadın aniden ağlamaya başlayınca şaşırıp kaldı.
“Şake
teyze, elini ayağını öpeyim birkaç güne kadar birşeyim kalmaz, ne olur ağlama.”
Konuşacak
takati kalmayana dek ağlayan kadın, kalan çayını da içmeden kalkıp gidince
koyduğu teşhisin doğruluğuna kanaat getirip, etrafı topladıktan sonra
bilgisayarın başına geçti ama ne yazacak ne de dinleyecek hali yoktu açmadan
öylece başında dakikalarca oturup durdu.
Haber
dinlemek, daha doğrusu vakit öldürmek umuduyla televizyonu açmaya kalktığı
sıra, birden herşeyi anladı!
Teşhisi
doğruydu. Şake teyze kızını ve kendisini aynı kefeye koymuştu.
Bir
şekilde kızının kadın olmasından ötürü güçsüzlüğünü, kendi körlüğüyle
eşleştirmiş ihtimal yüzüne bakarken de kızını görmüştü.
Henüz
sabahın ilk saatleriydi ve birden gönlünde akşam olduğunu fark etti.
Açtığı
televizyona boş boş baktığı sıra aniden fırlayıp kapadı.
Hayır,
insanların kafasının içindeki bu yanlış imajı en azından kendi adına
silmeliydi.
Kendi
çapında iş adamı, kimse bilmese de yazardı; başarmalıydı ve başaracaktı.
Tekrar
içinden gelen hırsla, bilgisayarın başına geçti.
Büyük
harf kilidini açık unuttuğunu fark edene kadar yazdı, ardından tüm yazdıklarını
küçük harfe çevirdi.
Öğle
yemeğini unutacak kadar, işine daldı hatta Oğuz geldiğinde hala bilgisayarın
başındaydı ve romanın kabası bitmişti.
“Ulan
hoş geldin demek yok mu?”
Sandalyesinden
kalkıp, arkadaşına doğru yürürken dalmışım gibi şeyler zırvalasa da Oğuz
değişikliği çoktan fark etmiş, homurdanıp duruyordu.
“Ne
o birileri gelip canını mı sıktı?”
“Sabahın
beşinden bu saate kadar mapushane gibi yerde tıkılı kalırsan beni anlarsın”
dediyse de ellerindeki poşetleri masaya bırakmaya çalışan arkadaşı yutmamıştı.
Lambayı
yakan Oğuz kısa süren incelemesinin ardından “Gel bakayım şu ampulün altına”
derken elini yakalayıp çekiştirmeye başladığında, bir şeyler anlatması
gerektiğini anladı.
“Bu
merhem de ne lan, suratın mordu yeşil olmuş.”
“Şake
teyze sürdü, kızı Amerika'dan getirmiş.”
“Demek
geldi, dün evden çıkar çıkmaz yakama yapışmıştı, başka gelen giden yok mu?”
Bilgisayarı
kapamak üzere geri dönerken ağzından ne gezer kelimeleri döküldü.
Oğuz
masa üzerinde birşeylerle uğraşıp devamlı takma kafana takma kafana diye
mırıldanırken aniden susup biraz eserini seyretti ve “Bana bak, yengen şişeyi
kafana yediğini öğrenince, sana bir tencere dolma sardı ve yiyeceği kadar
ısıtsın dedi. Ben bu akşam için başka şeyler aldım şimdi tencereyi dolaba
götürüyorum, sakın unutma yiyeceğin kadar ısıtacakmışın.”
Oğuz
geri döner dönmez sordu “Bana bak Kartal'dan haberin var mı?”
“Firması
Mersin'e yollamış, gittiği yerde de eşantiyon bir cep telefonu vermişler, sana
getirecek.”
Artık
ne içki teklif edebilir ne de konusunu açabilirdi, zaten çalıştığı sıra içme
arzusu da kalmamıştı.
Ekmek
içi kokoreçlerini bitirmiş, sehpa başında çaylarını yudumluyorlardı.
Boşalan
bardağını uzatırken sordu “Kartal'ın geleceği gün belli mi?”
“Büyük
firmalardan birinin bilgisayar programını kuruyormuş, birkaç güne gelir.”
Ses
tonundan sıkıldığını anlayınca üstelemedi, ortada da konuşacak ne vardı ki.
Oğuz
ikinci bardağın bitiminde ayaklanınca, onun da benzer durumda olduğunu fark
ederek erken falan gibi önleyici kelimelere lüzum görmeden arkadaşını yolcu
etti.
Masada
ekmek, kokoreç kırıntıları, sehpada demlik ve diğer edevatlarla baş başa
kalınca kör gözleri kadar körleşmiş arkadaki beyninde yanan tek ampulün
zorlamasıyla sorumsuzluğu kafasında dank etti.
Haklıydılar,
öz eleştirisini yapma zamanıydı.
Homurdanarak
masa ve diğerlerini toplamaya çalışırken, bencilliğinden, laftan, imadan
anlamayışından ötürü, nohut kadar beyninin en gelişmiş bölgesi olan küfür
bölümünü ziyadesiyle çalıştırdı.
Deri
koltuğuna oturmuş, içten gelen sigara içme duygusuyla baş etmeye çalıştığı sıra
işe başladığı günden bu yana edindiği tecrübe, kafaya şişeyi yemesine engeldi
ama içindeki gereksiz güven başına bu belayı açmıştı.
Ne
yapacaktı yani, hiç mi saat dokuza kadar dışarıda kalmayacak hiç mi seyyar
satıcıdan birşey yemeyecekti.
Zaten
dünyasının çapı ne kadardı ki götürürlerse gezecek, tanıştırırlarsa konuşacak
şimdi bir de telefon ile yer durum saptaması yapacaklardı.
Haklı
olabilirlerdi ama nereye kadar?
Gerçek
özgürlüğe ulaşmanın tek yolu vardı, bu hayat tarzından kısa sürede kurtulmak.
Güldü,
yaradanın başına sardığı bu bela, banka sahibi de olsa diğer kişilerden yardım
almasını gerektiriyordu, sonuç tek başına yaşamasına imkan ve ihtimal yoktu ama
birilerinin hangi sıfatla olursa olsun, sahiplenmesine de gerek yoktu.
Son
aldığı karar ise, bundan böyle dost bildiklerine daha dikkatli davranacak ama
asgari yardımla yaşamanın önce yolunu bulup sonra da hayata geçirecekti ve
bunun riyakarlıkla hiç ilgisi yoktu. Günü geldiğinde, düşkünler yurdunda
yatağına işedi diye dayak yemektense, özgür ve güçlü olarak dünyadan ayrılmanın
yolunu bulacaktı.
Sabah
işini bitirip odasına döner dönmez, gırtlağına birşeyler gömdü ve demliğinin
başına geçip, doldurduğu bardağının eline verdiği sıcaklıkla hayaller kurmaya
çalıştı ama nafile, bugün beyni takoz gibiydi.
Akşam
Oğuz'un davranışını yorumlamaya niyetlense de görünen köy ortadaydı.
Fabrikaların
oluk gibi adam dışladığı bu günlerde başka iş bulmasının da imkanı yoktu, hele
devlet dairesine girmeye yeltense, torpil için asgari milletvekili lazımdı ve
muhtarı tanımayan biri için de, devlet dairesi ancak rüyalarda görülebilirdi.
İşporta
işinden kurtulmak için ne yapabilirdi?
İş
bulma kurumuna kayıt olalı tam altı yıl geçmişti ne arayan vardı ne de soran.
Yok
yok adamların hakkını yememeliydi, kaydın ikinci yılında kurumdan çağrı kağıdı
gelmiş, hevesle gittiğinde ise tam bir yıkımla karşılaşmıştı.
Neymiş
efendim, beyzadeler yanlışlıkla halı dokuma kursuna davet etmişlerdi.
Patronu
olacak şerefsizler, sigortasını tam ödemiş olsalar şimdi en azından malulen
emekli olabilirdi.
Kör
olduğunda son çalıştığı işyeri, ancak günlerinin onda birini dahi göstermemiş,
daha ilk adımda hevesi kursağında kalmıştı.
Hırsla
kalktı, aynı şeyleri tekrarlamanın alemi yoktu.
Bilgisayarın
başına geçti ve kitabını dinlemeye başladığında aklına ilk beyaz bastonunu
tedarik etmek için bulduğu körler derneklerinden birine gittiğinde şahit olduğu
bir konuşma geldi.
Adam
kördü ama karısının yazdığı masal kitaplarını satıyordu ve şimdi bilgisayarın
başındaydı.
Kendi
yazdığı kitapları kendi pazarlayacaktı ve bu işporta işi değildi.
Hemen
Kartal'ın önceden hazırladığı boş bir sayfaya geçti.
İki
saat geçmiş tek kelime yazamamıştı.
Sinirle
aleti kapayıp küskün bebeler gibi yatağına girip uyumaya çalıştı, başardı da.
Oğuz
kapıdan girdiğinde hala yataktaydı, arkadaşının hafiften korku dolu, tedirgin
sesiyle uyandı.
“Kötüleştin
mi Osman, hasta mısın?”
Yataktan
kalktığı sıra “Ne hastası be, moralim bozuk. Çocuk masalı yazmak üzere
makinanın başına geçtim, iki saat boyunca tek kelime yazamayınca, kırmamak için
yatağa yattım.”
“İlham
perin gelmemiş oğlum. Şimdi yazma çizmeyi boşver de yanıma gel, esas peri bizim
çaycıya geldi.” Terliklerini ayağına geçirmeye çalışırken, lambayı yakan
arkadaşı “Şu ışığın altına gel bakayım”
Rutin
kontrol başlayacaktı gene ama, “Madamın getirdiği merhem gerçekten işe yaramış,
inan ol morluk yarı yarıya kaybolmuş.”
“İyi
hafta başı işe çıkabilirim demek.”
Oğuz
“Şimdi işi boş ver” derken poşet sesleri geldi.
“Oğlum
henüz yengenin sardığı dolmaya dokunmadım, ne taşıyıp duruyorsun.”
“İlham
perisi bizim çaycıya geldi dedik ya, dinle!”
Poşetlerden
çıkan iç gıcıklayıcı ses artarken arkadaşı da konuşmaya başladı:
“Senin
kanlı giysiler benim bagajdaydı. Kafam yerinde olmadığından değil sana vermek
ne yapacağımızı sormak, aklıma bile gelmedi. Bu sabah yüklü alım için müşteri
geldi ve istediği parçalardan biri bende bittiğinden kaçırmamak için hemen
gidip alacağımı söyledim. Her neyse malı alıp bagaja attım ve getirdim. Tam
malı dükkana sokacağım sıra bizim çaycı bagajdaki senin kanlıları görmez mi.
Müşteri gider gitmez, asker bavulu gibi dükkana düştü. Tabi yüzeysel bilinen
konuyu kısa zamanda çaycının marifetiyle tüm esnafa tamamen anlatmak zorunda
kaldım. Hadi şunu sırtına bir geçiriver.”
Eline
tutuşturulan şeyin mont veya kaban olduğunu anlayınca, aptal aptal arkadaşının
yüzüne döndü.
“Öyle
bakıp durma, hadi giy şunu.”
Sessizce
sırtına geçirirken, kalın ve ağır bir kaban olduğunu fark ederek içten içten
sevindi ama gene de “Ne demek bu Oğuz” demekten de kendini alamadı.
“Esnaf
dayanışması oğlum, esnaf.”
“Hele
aklımın ereceği gibi anlatsana.”
Oğuz
bir an duraksasa da, kararlı ses tonuyla:
“En
son bizim çaycı ile Muhittin Amca geldi ve tüm itirazlarıma rağmen tepsi
çıkartmaya karar verdik. Hiç alınıp bozulmaya niyetlenme bile, hatırlarsan
yıllar önce beyin ameliyatı olan Gökhan abi için de çıkartmıştık. Hele kabanın
ihraç malı, atölyesinden para hariç adamın kıçını da öpmek zorunda kaldık,
Muhittin Amca olmasaydı, nasihat alırdık. Toplanan parayla kaban ile birlikte,
iki gömlek bir kazak ve dört çift de çorap alabildik.”
“Söyleyecek
söz bulamıyorum birader. Müsaade edersen önce bu hale düşüren kaderime bir
sitem edeyim ardından da sen çevre esnafa teşekkür ettiğimi, tamamına Allah
razı olsun dediğimi ilet.”
“Kabanın
nasıl ulan, vücuduna oturdu mu*?”
“Ne
diyorsun be sanki özel terzide diktirmiş gibiyim. Hadi şu dolmayı ısıtayım da
birlikte yiyelim.”
Oğuz
getirdiklerini dolaba yerleştirmeye çalışırken, mutfağa seyirtti.
Ocağa
koyduğu tencereye yıllar önce annesinden öğrendiği gibi biraz su koyması
gerektiğini hatırlayıp, yarım bardak su doldurup tencerenin başına geçti ve
fazla su koymamak için dolmayı kontrol etti.
Ateşi
kısıp, hızlı adımlarla içeri giderek, kapıyı da sertçe açtı ve “Bu dolmaya ne
oldu ulan?”
Bazı
şeyleri görmek için göze kesin ihtiyaç yoktu.
Oğuz
daha kapıdan adımını atamadan, kahkahayı basmış, kart sesini dinlediği sıra,
gözlerinin de parladığından emindi.
“Ulan
ben o dolmayı yiyecek, iyileşip işe gidecektim be.”
Arkadaşının
gülmesi bir türlü bitmediği için sırıtarak mutfağa döndü.
Tabak
ve diğer malzemeyi getirdiği sıra Oğuz:
“Ulan
dün evden dolmayı aldım, arabanın yan koltuğuna bıraktım. Trafik tıkanınca şu
dolmaya bir bakayım dedim; hepsi bu vallahi.”
“Allah'tan
sadece bakmışın, karnın aç olsa ne olacaktı. Dün akşam kokoreç suçunun ortaya
çıkmasını ertelemek için getirdin değil mi?”
“Senin
bana attığın kazıklara karşı bu az bile.”
“Yengeye
söyleyeceğim, ağır yaralı birinin yemeğini yürütmek ne demekmiş o sana
öğretir.”
Çaylarını
içerken yeni planlarını yapmışlardı!
“Bana
bak Oğuz, yenge numaramızı yutar mı?”
“Hiç
endişelenme, eve gittiğimde dolmaları elimle hem de tek tek yedirdiğimi
söyleyecek ve başka şey yiyemediğin için bir tencere daha yapmasını
sağlayacağım.”
“Tabi
birkaç gün sonra da gerçeği anlatıp, beni de suçuna ortak edeceksin.”
“Oğlum
evlilikte yalan en kötü şeydir, bizimki fırlamalık ve Berna da buna alışık,
yani sonunda herşeyi öğreneceğinden yuvamda huzur eksik olmaz.”
Oğuz'u
yolcu edip kapıyı kapadığında, kabanı tekrar sırtına geçirdi; harikaydı,
harika.
Televizyonu
açtı ve kalan çayın başına oturdu. Son geçen saatlerin dünyasını allak bullak
ettiğinin bilinciyle, göremediği ekrana boş boş baktı.
Gecenin
biteceği yoktu ama vakit geçirmenin yolunu da bulmalıydı.
İçten
gelen sigara içme arzusuna çüş derken, canının hiç de alkol istemediğini fark
etti.
İçki
içmeye askere gitmeden önce semt balıkçılarından birinin çocuklar bizim semtin
erkekleri ya sirozdan ölmeli ya da sarhoşken, denize işediği sıra düşüp
boğularak ölmeli sözleriyle ilk şişeyi uzatmış ve dediği gibi yıllar sonra bir
kış günü denize işediği sıra, dengesini kaybedip, buzlu suya düşerek
boğulmuştu.
Gene
askere gitmeden önce, mart ayında kendi de denize düşmüş ama belki gençliğinden
belki de bu günleri görmesi gerektiğinden sıçradığı gibi tekrar sandal
kızaklarına çıkmayı başarmıştı. Bu Oğuz, boyacı Mustafa ve sonradan beyin
tümöründen ölen Gökhan abi için de geçerliydi. Ancak son defa Ermeni
arkadaşları sayacı Haçik boğulmuş ve deniz arkadaşını geri vermemişti.
Bir
karış toprağı olur umuduyla, günlerce aramışlardı, kazıkların arasında, şurada
burada.
Bugün
Oğuz'un eşine oynadıkları oyun geçmişte yaptıklarıyla karşılaştırıldığında,
devede kulak kalırdı.
Un
yerine alçı kullanıp, balık kızartma salaklıkları dışında bazen dört, beş
arkadaş sahil tavernalarına gider mekanın en civcivli saatinde, hesap ödemeden
tek tek kaçarlardı.
Arada
babası balıkçı olan Nuri'yi kandırıp, tekneyi çözer ve sabaha dek gezerlerdi.
Oğuz'a
en büyük kazığı, nikah masasında atmış, memurun karşısında oturdukları an ince
sesli ve güzel taklit yapabilen arkadaşına Oğuz karnımdaki ne olacak diye
bağırtmış, davetliler kahkahalara boğulurken, başta Berna olmak üzere
masadakilerin beti benzi atmıştı.
Aklından
güzel günlerdi diye geçirip, başka anılara hazırlanırken televizyondaki
konuşmalar dikkatini çekince, yaşadığı ana döndü.
Yarışma
programı vardı ve çok sevdiği için dikkat kesildi.
Ortalara
doğru sorulan soruya güldü, izbandutun ne olduğunu soran sunucu cevap beklerken
hemen yanıtladı; iri kıyım, kaba saba adam.
Yarışmacı
da kendi gibi düşünmüş olacak, verdiği yanıtla eleniverdi; cevap Rum
korsanıydı.
Hafta
sonuna kadar ikinci tencere de bitmiş hatta yedikleri halt, kadıncağıza
söylenmişti.
Gülümseyerek
alınan afiyet olsun koca bebekler yanıtından sonra bugün Kartal'ın teşrif
edeceği gündü, uçakla gelecekti ama şirkete de uğrayacağına göre ancak akşama
gelirdi, özlemişti namussuzu.
Madam
Şake'nin getirdiği merhem harikalar yaratmış, hafta başı işe çıkmayı
tasarlıyordu.
Lakin
önce yapması gereken işler vardı, akşama yemeği kendi hazırlayacak Oğuz ve
Kartal ile birlikte yiyeceklerdi.
Oğuz
akşam balık falan alırsın demiş ama rakıdan konu açmamıştı, tereddütte kalsa da
almamaya karar verip giyindi.
Paspas
silkelemek dışında dışarı ilk defa çıkıyordu.
Adımını
atar atmaz bıçak gibi ayaz yüzüne ve baston tutan eline vurdu.
Oğuz
suratında morluktan eser kalmadı dese de kara gözlüklerini taktı, macun
kıvamında hafif çamurlu sokağından semt pazarına doğru yürüdü.
Tek
tük düşen sulu kar tanelerine alışması fazla uzun sürmese de yeni kabanı gayet
iyi korusa da üşüyüp titremeye başladı.
Türlü
esnafın bulunduğu caddeye ulaştığı sıra titremesi de geçti.
Psikocanın
hediyesi iki yüz yetmiş lira cebindeydi ve alışverişini ona göre yapacaktı.
Aynı
sebepten ötürü hamsinin yanında yarım kilo lakerda da aldı ve diğer eksiklerini
tamamlayınca hızlanıp tipiye dönüşen kar yağışı altında eve geldi.
Balıkları
şişleyip kızartacağı saate kadar dolaba koyduktan sonra odasına döner dönmez
elektrik sobasını yaktı, soğuk dayanılacak gibi değildi, bilhassa ellerinin
rengini göremese de mosmor olduğunu gayet iyi biliyordu.
Son
bir gayretle çayını da demleyip, başına geçti, nadiren de olsa sıcak odanın
keyfini sürecekti.
Korku
dağları sardığından, gündüzleri kaçak elektrik kullanmaya çekiniyordu.
İkinci
bardağını yudumlarken aklına geceki izbandut kelimesi gelince, belki iyi
birşeyler vardır umuduyla televizyonu açtı.
Kanalları
dolaşıp, göz ucuyla evlendirme programına bakıp kapatmadan önce hanımefendi,
Allah’ını seversen bana da bir karı bul. Körüm, işportacıyım, deri koltuklarım
var, işe çıkamadığım günler aç otururum ve on yıldır cinsel ilişkim de yok,
senin anlayacağın duvarlara tırmanıyorum diye bağırıp güldü; neşesi yerindeydi.
Az
sonra odanın sıcaklığından etkilenip, demliğini ocağa götürdü ve kısık ateşte
bırakıp, tuvaletin içindeki, Oğuz'un getirip monte ettiği su ısıtıcısını
çalıştırdı.
Banyosunu
yapıp, boy abdestini de aldıktan sonra, leğene doldurduğu sıcak suyun içine
kirlilerini tepip, deterjan da attı, yarın çamaşır günüydü.
Hazırlık
zamanı gelince kalkıp mutfağa gitti.
Kafasına
göre harika bir sofra hazırladı, son olarak balıklar kızaracaktı ve tam
unladığı sıra İlkin Oğuz geldi.
“Kartal
gelmedi mi?”
“Merhaba
de ayı.”
“Başlarım
merhabandan, biraz önce telefonla konuştum, yolda olduğunu söyledi.”
Oğuz'un
buzdolabına koymaya çalıştığı şeyin çıkarttığı sesten getirdiğinin cinsini
anlayıp, ilk balıkları tavaya atarken “Kötüye birşey olmaz, birazdan düşer.”
Son
balıkları çevirdiği sıra Kartal geldi ve durmaksızın geçmiş olsun sözleriyle
sarılınca, ilk gün kafasından geçenlerden ötürü kendinden utanıp, arkadaşına
karşılık verdi.
Bulaşıkları
yıkayıp odasına döndüğünde, gece yarısını geçmişti.
Gecenin
getirdiği huzur kafasının içinde, yemeklerin tadı hala damağındaydı.
Koltuğuna
oturup, telefonunu eline alır almaz için önleyemediği bir sevinç kapladı.
Uzun
süre dışladığı bu aletin kafaya şişe yediğinde işe yaramasa da yeni dostlar
edindireceğinden kuşkusu yoktu.
Masrafını
hesaplayıp biraz karamsarlığa düşse de yahu bu kadarı kadı kızında da bulunur
mırıltılarıyla aleti yerine bıraktı.
Konserve
de olsa, hazırladığı pilakiyi çok beğenmişlerdi ama sırrı sadece bir tesadüften
ibaretti çünkü yıllar önce işten eve geldiği sıra kapı eşiğine oturup çay içen
ve dedikodu yapan kadınların önünden geçerken duyduğu pilakinin pezevengi
maydanozdur kelimesini hatırlayınca tabağı aynen kadınlardan duyduğu gibi
donatmıştı.
Yaptığı
humusun da gerçek tadına gelmesi için gene işportacıların kendi aralarında
konuştukları sıra kulağına takılan kimyonunu ve limonunu kendin damak tadına
göre ayarlayacaksın sözleri, hafıza kayıtları içinde kalmasından ibaretti.
Akdeniz
akşamlarını dinlemeyi arzulasa da vazgeçip yattı, yakamozları hayal etmek daha
güzeldi.
Vücudunun
temizlenmesi, enerjisinin boşalması, yorgunluk ve içkinin tesiriyle hemen dalıp
gitti, yakamozlar başka güne kalmıştı.
Oturduğu
kaya parçasında kınından çıkarttığı uzun ve hafif eğri kılıcını bileylerken,
ufuk çizgisindeki yeni yükselmeye başlayan güneşi de seyrediyordu.
Dönüp,
kendi başına otlayan atına bakıp, bıyık altından gülümsedi.
Göğsünde
ulu hünkarının emanet ettiği ferman vardı ve yola çıktığından bu yana ikinci
defa karşısına dikilip nameyi isteyenlerle uğraşa girmiş, sonunda ilk mola
verdiği bu yerde kılıcını bileylemek zorunda kalmıştı.
Bileytaşı, Şam çeliği kılıcın üzerinde gidip geldikçe dudakları da kendi hesabına
çalışıp mırıltılar çıkartıyordu.
Ulu
hünkar güvenmese bu zorlu görevi kendine verir miydi?
Ota,
böceğe, sakin denize ve yükselen güneşe küçümser bir nazar fırlatıp işine döndü
ama kendini beğenmekten ötürü hep yukarılara baktığından, burnunun dibine
yaklaşan gemiyi fark etmemişti.
Önce,
önemsemese de hızla çekilen küreklere gözü takılınca, izbandut gemisi olduğunu
anlayıp, gittiği istikamete başını çevirdi.
Hemen
bir yerlerden telefon edip, birkaç fersah ileride ve geminin yolu üzerindeki
köyü uyarmalıydı.
Gaipten
gelen, hoşt ulan hoşt sesiyle kendine geldi ve atına atladığı gibi dört nala
sürdü.
Köy
girişine vardığı sıra, izbandut gemisi de filikalarını indirmiş, eşkıyalarını
kumsala ulaştırmıştı.
Yayı
ile birlikte sadağından çıkarttığı avuç dolusu oku ardı ardına salarak ilk önce
tüm dikkati üzerinde topladı ve dizginleri tutmaya gerek duymadan bir elinde
kalkan diğerinde sivri, tıraş olacak kadar keskin mızrağı ile saldırdı.
Mızrak
birinin göğsünde kalınca kılıcını çekti.
Kılıç
darbesini karşılarken, dengesi bozulup, atından düştü ama vurduğu gibi atından
düşüreni ikiye böldü.
Şerefsiz
atına, hemen başkasını sırtına bindirdiği için bir daha asla bira
ısmarlamayacaktı.
Gaipten
bu sefer çüş, cıvıtma uyarısı geldi.
Yalın
kılıç uğraş içindeyken, atına binenin arkasından geldiğini görmese de kafasının
gövdesinden ayrıldığını hissetti.
Gözlerini
açtığında yerde ve ayakların dibinde olduğunu gördü; kendi ayaklarının.
Çizmelerini
çıkartmışlardı ama biri çoraplarını da çıkartıyordu.
Nuray
Hatun’un ilmik ilmik, göz nuru ile ördüğü çoraplarını veremezdi.
Var
gücüyle bağırdı kellemi aldınız ama çoraplarımı asla.
Son
duyduğu bir de yazar olacakmış, hadi oradan be oldu.
Karanlığın
içinde gözlerini açtığında birşey göremese de kıkır kıkır gülmekteydi.
Ertesi
gün öğle sularında, akşamdan kalan balıklardan ekmek arası yapıp yedikten
sonra, çamaşırın başına oturdu.
Kaburgalarındaki
yaranın, çitileme sırasında ağrımasından, tam anlamıyla iyileşmediğini düşünüp
umursamadı.
İşi
biten donunu sıkarken aklına gelen geceki rüyasına da anlam veremedi ama
tekrar, görenlere bu adam deli herhalde dedirtecek kadar kendi kendine
kahkahalarla güldü.
Pazartesi
sabahı Beşiktaş’ta otobüsten iner inmez, Kartal'ın tarif ettiği dükkanı bulup,
telefonuna hat aldı ve madem buradayım, Mecidiyeköy’e yürüyerek çıkıp tekrar
otobüse binmeyeyim düşüncesiyle, malını çıkartıp adımlarıyla beraber satışa da
başladı.
Yokuş
çıkarken attığı her adımda jilet benzeri soğuk iliklerine kadar işliyor, açıkta
mal ve baston tutan ellerini hissetmiyordu.
Hava
açık olmasına açıktı ama burası İstanbul'du ve ayaz belasının baş kentiydi.
Biliyordu
ki insanlar değil alışveriş yapmak, sümüğünü silmek için bile ellerini
ceplerinden dışarı çıkarmıyorlardı.
Yüzüne
çarpan soğuk, gözlerini yaşartırken, dikkat çekmek için yeterli bağırmadığını
da fark etti; henüz siftahı yoktu.
“Ablalarım,
kardeşlerim üç adet yorgan, yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”
Burnunun
dibinden geçen iki kadından biri diğerine “Boşver, bunlardan alacağın iğne ile
tek gömlek düğmesi dikemezsin” sözlerini duyar durmaz bağırış şeklini
değiştirdi.
“Ablalarım
kardeşlerim, gerçek Alman malı, üç adet yorgan, yirmi beş adet dikiş iğnesi bir
lira.”
“Gerçek
Alman malı mı?”
Kadınlar
geri dönmüştü. Hemen yapıştırdığı paketlerden birini kopartıp “Lütfen
arkasındaki yazıyı okuyun” derken siftah yapacağından emindi.
“Ama
burada Avusturya malı yazıyor.”
“Ablacığım
ikisi aynı millet aynı sanayiyi kullanıyor, hiç oralarda akrabanız yok mu?”
Hiç
konuşmayan kadın; “Selma, adam haklı hadi iki tane ver.”
Kadınlar
uzaklaşırken birinin diğerine yazık çok da genç dediğini duydu.
“Ablalarım
kardeşlerim, Alman malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”
Esasında
kadınlar haklıydı. Asya2nın doğusundaki ülkelerden gelen iğnelerle tek gömlek
düğmesi dahi dikilemiyordu, sadece ucuzdular. Sattığı mallardan ise iki yüz
tane de on lira az kar etse de malına güveniyordu.
Akşam
Kartal romanının bittiğini öğrenince, adını unuttuğu parmak kadar alete
kopyalamış ve düzelttikten sonra bir yerlere yollarız demişti.
“Birader
kaç para demiştin?”
“Alman
malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira abi.”
“Tamam
tamam, köroğlu (eşi) istemişti de dur anamla kardeşime de alayım, sen üç tane
ver.”
Malını
uzatıp adamın eline kağıt para tutuşturduğunu fark edince “Abi kaç para bu,
inşallah büyük değildir.”
“Endişelenme,
beş lira, hadi sağlıcakla kal.”
Psikolog
insanların iyilik yapma duygusuna zarar verme dememiş miydi?
“Sağ
ol abi, Allah işini rast getirsin.”
Karısının
iğne siparişi vermediğinden emin, otobüs durağına vardığında, durarak satış
yapamayacağını yürümesi gerektiğini düşünüp, Şişli'ye doğru adımladı.
O güne
dek İETT otobüs, treleybüs garajını hiç geçmeyip geri dönmüştü ama etraf
öylesine sakindi ki ilk defa da olsa Şişli semtine yani kalabalığı hiç eksik
olmayan ama bir o kadar da iş tutmalarına müsaade edilmediğinden işportacılar
tarafından sevilmeyen ana cadde üzerinde yürümeye karar verdi.
“Ablalarım,
kardeşlerim Alman malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”
“Vallahi
alacağım ama, hava çok soğuk, ellerimi cebimden çıkartamıyorum, kusura bakma.”
Arada
bu tip psikopatların çıkması, işin neşe kaynağıydı. Daha doğrusu zaman içinde
öylesine alışmıştı ki bu aptalca davranışlara bazen gülerek bazen de karşı laf
atarak eğleniyordu.
“Malları
sakın üşütme, soyun sopun tükenir.”
İzbandut
Rum korsanıydı demek!
Kafasının
içinde ün salmış korsan ile ailesi yok edildikten sonra intikam peşinde koşan
köylü gencin mücadelesini yazabilir miydi?
Neden
olmasın, eğer yazabilirse, harika bir kitap olurdu.
“Oğlum
sana söylüyorum, bir tane versene.”
“Gerçek
Alman malıdır teyzeciğim; buyur.”
Yaşlı
kadın söylene söylene uzaklaşırken yahu banka kuyruğunda ölene dek sesiniz
çıkmaz, bana gelince aslan kesilirsiniz.
Karşılıklı
söylenme bitmiş, lirayı çantanın para gözüne yerleştirmişti ama biraz da morali
bozulmamış değildi hani.
“Ablalarım,
kardeşlerim, Alman malı üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir
lira.”
“Kardeş
belediye başkanı ve zabıta müdürü denetlemede, şu arkandaki sokağa girip on on beş
dakika oyalan ve sonra ekmeğini kovala.”
“Zabıta
mısın birader?”
“Evet
hadi vakit kaybetme, gelmek üzereler.”
Hızla
dönüp birkaç adım attıktan sonra kaldırımdan kod alıp sokağa girdi.
Ortasından
ancak tek aracın tek yöne gidebildiği sokakta her iki tarafa da araçların park
ettiğinden daracık kaldırımda yürümek ve satışını yapmak zorundaydı.
Önemi
yoktu hatta biraz kendi lehineydi ama dar kaldırımda fazla adam da yoktu.
Buz
gibi hava yetmiyormuşçasına, aniden bastıran yağmur, işin tuzu biberi olunca, mağazalardan
birinin tente altına kaçmaya karar verip hızlandı.
Tabi
ki işi biliyordu, el yordamıyla vitrin camını takip ederek sığınabileceği son
noktada durup “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş
iğnesi bir lira.”
Köylü
çocuğu kılıç kullanmasını nereden bilebilirdi ki?
Lafa
bak, korsan işin başındayken nereden öğrendiyse O da bir yerlerden öğrenecekti.
Acaba
korsanı da başka nedenden bu işe başlatmalı mıydı?
Mesela
akıncıya kaçan ablasının intikamı falan gibi.
Sırıttı,
aklı hemen belden aşağı çalışmaya ne kadar da müsaitti.
Ulan
ikisi tek kızı sevsin, kız karambolde ölünce, ikisi de birbirlerini suçlayıp,
taraflarını seçsinler ve mücadele başlasın ama hemen bitirmemeli, en azından üç
dört bölüm olmalı.
Bunları
çocukluk arkadaşı başlatır ezeli düşman yaparım, okuyan bayılır, zaten
yıllardır olduğu gibi tüm senaryo ve kurgularda, dünyanın her yanı dahil
yazılanların tamamı birbirine benzemiyor mu?
Yağmurla
birlikte inen sulu karın dineceği yoktu ve fena üşümeye başladığını hissedince,
her zaman yaptığı gibi ayaklarını yere vurmaya başlayıp, ısınmaya çalıştı.
Ayak
parmakları artık soğuğu algılamıyor yere vurdukça başka çeşit acı duyuyordu.
“Ablalarım
kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”
Dakikalar
boyu değil satın almak, önünden geçen insan sayısı parmakla gösterilecek
kadardı.
Zabıtadan
kaçma tekniklerinden birini uygulamalı ve ana caddeye çıkmalıydı.
Girdiği
sokaktan sağa ve gene ilk sokaktan sağa dönerek, belediye başkanıyla müdürünün
arkasına çıkabilirdi.
İki
metre kadar solunda, mağazanın kapısının açıldığını duydu ama önemsemedi,
gidiyordu zaten.
“Hayatım,
bir saniye bakar mısın.”
La
havle çekip döndü ve “Buyurun hanımefendi”
“İki
paket verir misin, kaç paraydı?”
Buz
kesen eliyle paketleri uzatıp “İki lira” dedi ve bekledi.
“Canım
şu iki liran, bir de ricam var. Durduğun yer mekanın görüntüsünü bozuyor, dört
adım ileride kapalı bir dükkan var, orada bekleyiver.”
Şişli
kültürüne uygun, nezaketen adam def etme örneğine muhatap olmanın üzüntüsünü,
ezikliğini yaşamaktaydı.
Önce
anlayabildiyse acı acı gülümsedi ve “İki liran boşa gitti, zaten gidiyordum.
İstersen paranı geri vereyim” dedikten sonra biraz bekledi, ses çıkmayıp üstüne
bir de kapanan kapının kaba gıcırtılı gürültüsünü duyunca döndü ve tarif edilen
noktaya kadar yürüdü; hemen bu müsveddeler sokağından ayrılmalıydı.
“Abi
seni Niloş teyze çağırıyor.”
Genç
bir kız yanına gelip koluna da yapışınca, çekiştirilen yöne gitmek zorunda
kaldı.
Sıcacık
mağazadan içeri girer girmez, kaderine sitem ettiyse de “Oğlum dışarıda dondun,
hele gel otur da ısın biraz” sözleri sıkılmış pozu almasına neden oldu.
“Geçmiş
olsun evladım.”
Her
zaman aynı hikaye iki paket iğne karşılığı hayat hikayesini anlatması
gerekiyordu merakla yüzüne bakıp aklından geçenleri sormalarına fırsat
vermeden, sazı eline aldı.
“Aşağı
yukarı sekiz, dokuz yıl önce gözlerimi kaybettim hanımefendi, çalışmaya
mecburum.”
“Kız
abine su bardağıyla büyük bir çay ver. Pardon oğlum, neskafemiz de var.”
O
çay bardağı için hayatını on kere anlatabilirdi.
“Hanımefendi
adetim değildir ama öyle üşüdüm ki, çay ikramınızı reddedemeyeceğim.”
Çelik
topuklu ayakkabıların yaklaştığını dinlerken, Niloş teyze dedikleri kadının
susmasına anlam veremedi.
Burnunun
dibinde duran ayaklardan ilk ses geldi: “Buyur abi”
Ustaca
su bardağı dolusu çayı eline alır almaz bir an düşüreceğini hissederek korktu,
elleri öylesine donmuştu ki, rezil olmasına ramak kalmıştı.
“Çok
teşekkür ederim hanımefendi, arada sizin gibiler çıkmasa inanın bu hayat
çekilmez.”
“Şule
karısı, senin mekanını kapadığını söyledi değil mi?”
İşin
aslı astarı hemen ortaya çıktığı için sevindi, nabza göre şerbet vermeliydi.