Sığırcık kuşu

Ayrım:4

 

Evet evet sucuk ekmek yemekteydi ve garibin birine de ısmarlayacaktı.

Canının yangısıyla biraz inlerken, düşünmek için tüm benliğini zorladı.

Film garibana para vermeye çalıştığı sıra bitiyordu.

Trafo patlamış olamazdı çünkü yara sağ tarafında trafo sol tarafındaydı.

Araba çarpmış da olamazdı hem kavşak girişi hem de çok içerideydi.

Peki ne olmuştu, elini yavaşça kaldırıp başına götürdü.

Kafasındaki sargıyı incelerken, göz yaşları da akmaya başladı.

Sağ kaburgalarının üzerindeki sargıya anlam veremese de daha fazla acı vermekteydi.

Canlıysa neden soymuşlar, öldüyse neden sargılamışlardı?

Sağ ayağındaki sızıyı çok sonra fark etti ve merakını gidermek için tüm fazladan acıya katlanıp, ayağını çekerek serum takıldığını fark edince, hastanede olduğunu ve yanında kimse olmasa da yaşadığını bildiklerini anladı.

Keriz misin, ölüye hiç serum takılır mı düşüncesiyle, göz yaşları arasında sırıtmayı da ihmal etmedi ve bu arada elini ışığı seçmesi gerekirken görmeyen gözüne götürünce, anormal şekilde şiş olduğunu hissederek, karanlığın nedenini aşağı yukarı tahmin edebildi.

Kısa süre midesi bulanınca, içinin de yaşadığını görüp, çocuklar gibi sevindi.

Tüm ağrılarına ve ışığı seçememesine rağmen, kelimenin tam anlamıyla yaşıyordu.

Uzaktan ve yarım yamalak gelen sesleri duyunca, içi bir tuhaf oldu; hoş bulduk dünya.

Artık kulaklarını tazı gibi dikmiş odasına girecek birini bekliyordu ve uzun da sürmedi.

Kapının açıldığını ancak kişinin kola yaptığı sert hareket yüzünden, terliğini topuklarında şaklatmasından gelenin kadın olduğunu anladı.

“Hafız, demek kendine geldin ha!”

“Neredeyim ben?”

Geleneksel soruya kadın alışık olmalıydı ki yanıt vermedi.

“Hanımefendi ihtimal hastanedeyim ama hangisinde?”

“Hastanedesin tabi, kör gözüne bakmadan kavga edilir mi hiç. Eğer kan testinde uyuşturucu çıkarsa, vay haline!”

Birden kafasının içindeki tüm sigortaların attığını hissedip “Ne diyorsun sen be, ekmek arası sucuk yerken ansızın dünyam karardı.”

“Şaka yaptım şaka, tamamen kendine gelip gelmediğini anlamak için küçük bir test.”

“Hangi hastanedeyim?”

“Haseki, serumunu değiştiriyorum. Birazdan doktor ardından polis gelecek, onlarla bol bol sohbet edersin.”

Burnundan kıl aldırmayan hemşireyi kaçırmamalıydı.

Ameliyat ve sonrası günlerde edindiği tecrübeye güvenip, çenesini durmaksızın çalıştırmaya karar verdi ve “Beni kim getirdi ve hakkımda malumatınız var mı” sorularını ardı sıra kadına yönlendirdi.

“Ne bileyim ben hafız. Ayak ucundaki çetelende darp yazıyor, kafanda şişe kırmışlar ve aynı şişeyi ciğerlerine sokmaya çalışmışlar ama sanırım körsün diye Allah yardım etmiş de şişenin el de kalan parçası kaburgalarına isabet edince kayıp, sadece yırtıp geçmiş.”

Kadını biraz daha konuşturmalı, öğrenebileceklerini öğrenmeliydi ve hemen taktik değiştirdi.

“Hemşire hanım bir şey sorabilir miyim?”

Kadın gitmeye hazırlanıyor olmalıydı ki sesi biraz uzaktan geldi “Ne soracaksın, işim var.”

“Sesin çok genç birininkine benziyor, stajyer misin?”

Vallahi de, billahi de fingirdediğini duymuştu. Adım seslerinin yaklaştığını fark eder etmez, belli etmemeye çalışarak sırıttı.

“Osman Bey dur şu sargılarına da bir bakayım. Usta denecek kadar uzun zamandır hemşireyim. Osman gerçek adın değil mi?”

“Hanımefendi, kendi çapında küçük işler yapan biriyim, sahte kimliğe ihtiyacım yok. Biz körlerde duyma duygusu fazla geliştiği için sesinizden genç biri olduğunuzu anladım. Beni buraya kim getirdi, elbiselerim ve içindekilerden bilginiz var mı?”

“Hepsi poliste zabıt altında endişelenme bu arada yaşım yirmi beş ve bekarım, beni alır mısın?”

Konuşturmak istediğini fark etmiş şimdi dalgasını geçiyordu ama istediğini elde etmenin huzuruyla kaşarın nabzına göre şerbet vermeye karar verdi.

“Ben körüm, benim sevmeye sevilmeye hakkım yok; lütfen beni acılarımla yalnız bırakın.”

Kadının kapıyı kapamasını bekledi. Verdiği yanıtla kadının alayını bir şekilde anlamamazlıktan gelirken, kendi dalgasını da geçmişti ve kimse duymasa da sessizce avaz avaz bağırdı ne yirmi beşi ulan kırkından bir eksiksen Taksim meydanında traktör tekeriyim diye bağırırım be kaşar.

Şimdi her şey ortaya kabak gibi çıkmış, para vermeye çalıştığı güya gariban, osuruğuna düğüm atıvermişti.

Çantasının uçtuğundan emindi ama alışveriş sırasında şaşırmamak için ayrı ceplere koyduğu değişik rakamlardaki kağıt paralarını kurtarabilmiş miydi?

Herife adresi kendim verdim diye hayıflanırken, kapının açıldığını duydu.

Gelen doktor olmalıydı çünkü topuğa vurulan terlik sesi hem daha az hem de daha düzgündü.

“Hoş geldiniz doktor bey.”

Artık biliyordu ki karşısındaki duraksamış, aval aval yüzüne bakmaktaydı.

“Sen kör değil miydin?”

“Evet körüm hem de has kör.”

“Peki doktor ve erkek olduğumu nasıl anladın?”

“Yürürken ayaklarınızdaki terliklerin çıkarttığı uyumlu sesten efendim.”

“Hadi canım sende, izah et de kafam yatsın yoksa sana öyle bir iğne vururum ki, altı ay kulağından işersin.”

“Doktor bey, tüm kadınlar ayaklarındaki terliği yürüdükleri sıra şaklatır ama erkeklerde bu olmaz, ayağınızı vurmadan yürüdüğünüz için hasta bakıcı olmadığınızı, şaklatmadığınız için de erkek olduğunuzu anladım yani göze ihtiyaç yok.”

Doktorun “Harikasın” derken yanına oturduğunu ve aynı anda kapının tekrar açıldığını duydu.

“Osman gelen kadın, doğru mu?”

Hemşirenin şaşkın bakışları arasında gülüştüler.

Sargılar değiştirildi ve bu arada doktorun emri ve gözetimi altında hayalarının altına gelip pıhtılaşan kanlar dahil temizlendi.

Bu temizliği, hemşirenin tüm sızlanmasına rağmen, doktorla aralarındaki elektriklenme sağlamıştı ve doktor giderken topuklarını şaklattıktan sonra attığı kahkaha taburcu olana dek rahat edeceğinin bir çeşit emaresiydi.

Hemşirenin ardından da rahatça uykuya dalıp gitti.

Sabah nöbeti devretmeden evvel doktor tekrar gelip tüm gerekenleri yaptı ve tam çıkacakken kapının önündeki konuşmalardan sonra içeri girene göz atan doktor “Bak polis bey de geldi, bundan sonra onlara emanetsin. Hatırlatayım kimliğini ve üzerinden çıkan iki yüz yetmiş lirayı arkadaşlara teslim ettim.”

Doktorun son sözlerinin hiç önemi yoktu çünkü kapı önünde kısa süren konuşma sırasında eğer kulakları yanıltmadıysa Oğuz'un sesini duymuştu.

Yatağının kenarına gelebilecek ağırlık veya çekilen sandalye sesini beklediği sıra: “Geçmiş olsun hacım!”

Ne kadar ekmek o kadar köfte misali “Eyvallah hocam sağ olasın”

“Ben hocan değil polisim.”

“Ben de hacın değilim ve bir sıfatım var. Elindeki evraka bakarsan, adımın Osman olarak kaydedildiğini fark edersin.”

Şimdi karşında devlet memuru var küstahlaşma edebiyatıyla başlayıp türlü türlü hakaretlerle devam edecek salvoları bekliyordu, buna da hazırdı.

Uzun süren sessizlikten huylanmış tam bu herif beni yaralı, sakat ve hasta masta dinlemeden dövecek diye düşünürken:

“Sana, ifadeni almadan önce üç şey söyleyeceğim. Adın ister Osman ister hacım isterse ne olursa olsun, ben seninle ilişki kurabilmek için öyle davrandım. Benim doğup büyüdüğüm yerlerde senin durumunda olanlara saygısızlık etmemek için öyle hitap ederler. İki, ben meslek hayatım boyunca kimsenin tek kuruşuna tenezzül etmedim, karşılaşırsan doktor olacak takoza ilet. Üç sana gasp masasından Komiser Mustafa’nın çok selamı var, bana nahiye müdürünün oğlu dersen hatırlar dedi. Son olarak, dışarıda seni bekleyen arkadaşın var adı Oğuz.”

Hemen yanıtlamadı, karşısındaki adam kötü niyetli veya burnu kaf dağındakilerden biri değildi, sonunda “Son cümlenden başlıyayım, Mustafa kısa pantolon zamanından mahalle arkadaşımdır. Mezun olup Anadolu’ya tayin edildikten sonra ilişkimiz kopmuştu, canı yürekten selamlarımı iletirsen sevinirim. Doktora gelince bu onun suçu değil. Kasadaki tek çürük elma bile kasanın değerini düşürür, yaran yoksa gocunmana da gerek yok. Gelelim ilk cümlene herkesin bir adı veya bir sıfatı vardır. Sakatlığından ötürü iyi niyetle de olsa kimseye lakap takamazsın çünkü kişiye her seslenişinde ona sakat olduğunu hatırlatırsın ve iyi ki benim başıma gelmedi, iyi ki piyango sana çıkmış yani şimdi anlamasan da tabi ki ‘’sen’’ manasına da gelir.”

İfadenin ardından kapıyı çıkarken polis açtı ama başkası kapadı; kapayan Oğuz'du.

“Geçmiş olsun, nallı kuzu gurmesi.”

“Dalga geçme be, sucuk ekmek yiyelim dedik şu başıma gelene bak. Burada olduğumu nasıl öğrendin?”

“Adam hoş geldin der ayı, gecenin ortasından beri nahiye müdürünün oğlu Mustafa ile senin derdindeyiz.”

İlişki kurabilmek uğruna ortaya attığı teori şimdi kendi başına musallat olmuştu.

Polisin giderken, Oğuz'un gelirken çıkarttığı ayak seslerinden arkadaşını hasta bakıcıya polisi de doktora benzetince sırıttı.

“Ne gülüyorsun ulan?”

Olayı kısaca anlatıp ekledi “Şu musibetin esasını anlat hele.”

Bildiklerinin dışında Oğuz olayı gece telefon açan Efe'den öğrenmiş ve o da hemen Mustafa'yı arayarak devreyi tamamlamıştı.

Mustafa'nın işe el koymasıyla gaspçı kısa sürede yakalanıp emniyette aynen kendisine yaptığı gibi osuruğu düğümlenmişti.

Oğuz birden susup çişi varmışçasına bacağını sallamaya başladığında hissedip çok değişik şeyler yumurtlayacağını anladı çünkü arkadaş oldukları günden beri hep böyle yapardı.

‘’Biliyor musun, avcı seni telden düşürdü ama çantasına katamadı.”

Hiçbir şey anlamamanın verdiği sıkıntıyla ‘Ulan beni keklik mi sandın, kıçımda don yok; felsefe yapacağına onu düşünseydin daha iyi olurdu.”

“Mustafa’nın yardımıyla eşyaların arasından evin anahtarını alıp tüm ihtiyaçlarını getirdim, kocakarı kılıklı herif.”

Düşüncesizce davranıp, arkadaşını üzmüş müydü?

Ağrılarını öne sürüp konuyu değiştirmek istediyse de Oğuz, “Sabah doktor muayeneye geldi mi?”

Utanmıştı bir kere, sanki eliyle sus işareti yapan duvarlara asılı hemşire fotoğrafını arıyormuşçasına, kafasını diğer tarafa çevirip sadece evet diyebildi.

“Eşyaların hastane emanetinde, şimdi doktorla görüşeceğim ve müsaade ederse gelip seni giydireceğim.  Bu arada dışarıda beklediğim sıra çevremde dolanan, pala bıyıklı ve gözleri pırıl pırıl parlayan hasta bakıcı yanaşırsa, şansına küs.”

Alınmamış, kırılmamıştı, sevgili dostu. Hasta bakıcı adımlarını dinlerken, ipil ipil inen yaşlara da mana veremedi.

Eve geldiklerinde hayıflanıyordu: “Ulan hem Mustafa'yı göremedik hem de oraya ifade buraya ifade, imanım gevredi be!”

“Sızlanma ulan, Mustafa olmasaydı hala keyif bekliyor olurduk. Şimdi sana yiyecek bir şeyler alayım çünkü ancak yarın akşam gelebilirim; idare edersin değil mi?”

İki saat kadar geçmiş, deri koltuğunda güya keyif çayını içmesi gerekirken, dalgın dalgın gözlerini dikmiş, göremese de sehpasının üzerindekileri inceliyordu.

Önde çay kupası sol arkada demlik ve demliğin hemen sağ tarafında yıkanıp temizlendikten sonra içine çay şekeri doldurulmuş yoğurt kasesi ve her zaman olduğu gibi tam karşısında sırıtan yalnızlığı.

İsyanları oynamak amacıyla başını yukarı kaldırsa da vazgeçti çünkü hala soluk alıp verebiliyordu.

Ya beyin kanaması geçirseydi ya yatalak kalsaydı?

Emniyette ailesine haber ulaştırdıkları belirtilmişti ama gelen giden yoktu.

Kime isyan etmeliydi?

Başta ailesine mi, Vezneciler’deki polise mi yoksa Mecidiyeköy’deki zabıtaya mı veya gelip geçerken, sayıları az da olsa aşağılayan hor gören takımına mı şikayet edecekti?

Yoksa onları mı şikayet etmeliydi?

Şimdi herif kan döktüğü için otuz beş seneyle yargılanacak ve en azından o kadar da hüküm giyecekti ama işin garip tarafı kendisini adam yerine koyup saldıran ilk kişiydi.

Öyle ya, Mustafa o kadar iyilik yapmasına rağmen semtteki bazı arkadaşları gibi karşısına çıkmak istememişti.

Kafada sekiz, kaburgalarındaki on iki dikişin hiç önemi yoktu.

Eğer İstanbul'da yaşıyorsan, güçsüzsen, bulunduğun her noktada yeterli çevren yoksa daha da önemlisi sana yeterli kıymet verilmiyorsa, bu gibi işlerin başına gelmesi normaldi.

Oğuz bile tam kapıdan çıkarken sekiz senede bir kere başına geldi, esasında çok şanslısın dememiş miydi?

Üç lira için bıçaklanan gençleri, araba kapısında çantasını vermemek için mücadele verirken sürüklenip ölen genç kadınları, üzerine tiner dökülüp yakılan zavallı ihtiyarları bilmiyor muydu?

Nereden bakarsan bak şanssızdı, psikocan bulunduğu nokta itibarıyla üzerinde fazla işçilik yapamamıştı; hepsi bu.

Ölüm!

Sen nesin arkadaş?

Karanlık mısın, alev misin, kaynayan kazan mısın, insanın tüm uzay boşluğunda görebildiği tek mum ışığı mısın yoksa huzurun sonsuz kaynağı mısın?

Sen nesin ölüm?

Bardaktaki çayın buz kestiğini fark ettiğinde bir şeyi daha fark etti.

Oğuz çıkmadan veya kendi ihtiyacı için lambayı açmış ve giderken unutmuş olmalıydı, ışığı seçen gözü geç de olsa fark etmişti.

Deli gibi oldu, psikocan kanını dökse de gözündeki ışığı alamamıştı.

Işık, anlayabilene cennetin ta kendisi.

Korkunun bitip, huzurun başladığı yer.

Işık, yaratıcının yarattığına bahşettiği en büyük lütuf.

İnsana düşen görev, kendisini geliştirip verilen bu lütfa layık olmak yani bakmak ile görmek arasındaki o korkunç uçurumu aşmak.

Başarabilmek içinde, asla dışarıdaki değil gönüldeki ışığı karartmamak.

Tam içinden seninki züğürt tesellisi diyecekti ki, kapının vurulmasıyla irkildi, ayak sesini duymamış veya derinlere fazla dalmıştı.

Kapının vurulduğu sıra çıkan ses tonuyla eşit bir tonda girin dedi.

“Osman oğlum, ne oldu sana böyle, geçmiş olsun. Pa pa pa artık senin gibilere de saldırıya başladılar demek, yüce tanrım nereye gidiyoruz.”

Sesi tanımış gelenin kırık Türkçesi ile evin tam karşısındaki ahşap evde tek başına oturan ve yıllar önce kızı Beti'ye musallat olduğu Ermeni kadını Şake teyzeydi. Sabah penceresinin önüne oturduğu gibi zamanında saksı koyması için kocasının yaptığı platformdaki çiçeklerin arasından tüm gün mahalleye girip çıkanın çetelesini tutan, yaşlıca kadın.

“Hoş geldin Şake teyze.”

“Oğlun arkadaşın seni eve sokarken gördüm, çok şaşırdım. Çıkarken de yapıştım yakasına ve bana olanları anlatınca nevrim dönüverdi.”

Madem öğrenmişti işin tamamını anlatacak fazla bir şey de yoktu ve “İşte bildiğin gibi saldırıya uğradım” sözleriyle geçiştirmeye çalıştıysa da ne çare, bildiklerini baştan sona tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldı.

Hoşuna giden ise, teyze çay içer misin teklifini kadının gayet makul karşılayıp hiç tiksinme veya benzeri davranışta bulunmadan çayını içmesiydi hem de dört bardak.

Kadın gider gitmez, aklına kızı Beti tekrar geldi. Ön tavşan dişlerinden biri çürüyüp kararmış olsa da öyle güzel bir kız dı ki baktığı her noktayı eritip bitiriveriyordu nitekim kızın kıçını ellemeye fırsat bulamadan çok zengini birine gidivermiş, annesini ziyarete geldiğinde karşılaşıp birbirlerine sırıttıklarında kararmış dişi falan kalmamıştı.

Gözlerini kaybettikten sonra ise, bir daha mahalleye gelmemiş, özel şoförünü yollayıp aldırarak anası ile öyle görüşmüştü.

Garipti ama bu böyleydi. İki sene evvel semti terk eden altı numaralı dairede oturan komşusu Osman o kız sana tavdı dememiş miydi?

Hiç yoktan sinirlenip, bardağını sehpaya hızla vurdu.

Neyse ki köşeleri de dekor icabı deri olan sehpa zamansız kazayı önleyip, aklını da başına getirdi.

Aşıkmış, tavmış, boşversene be adam. Kocasının fabrikaları var eğer içinde biraz sevgi olsa bana belli etmeden birinde iş verdirtemez miydi?

Hatta baston sallayan bir araba aldırtıp özel şoförü de yapabilirdi.

Şimdi sıraladığı eleştirilerin tamamı kendi sıfatıyla ilgiliydi. Takip eden bedduaların bitiminde, ulan kızın kadife gibi derisi, harika ötesi gözlerinden başka neyini görebildin bir de kararmış dişini mırıltılarıyla ahlayıp oflamasını bitirdi.

Elin kızının günahını almanın gereği yoktu ve biraz düşünürse değil yarı yolda bırakmak yola hiç çıkmayanların sayısı selam verenlerden katmer katmer fazlaydı.

Başta son çalıştığı yerden sigortası tam gösterilmediğinden değil tekrar iş, tazminat dahi alamamış, adam sanki iyilik yapıyormuşçasına eline birkaç kuruş sıkıştırıp, dehleyivermişti.

Ya diğerleri, koskoca semtte iş verecek veya aracı olacak kimse yok muydu da Ermeni kızından medet umuyor ve kızı suçlamaya çalışıyordu.

Esasında semti terk etmesi lazımdı ama ne çare.

Birden irkildi, şimdi bu kadın evine gitmeden tüm mahalleye olanı biteni üzerine katıp yayına geçecekti.

Önemi yoktu nasıl olsa arayan soran olmazdı ama ama, Kartal neredeydi?

Oğuz kesin aramış olmalıydı ve hala bir haber yoktu.

Hani dostluk, hani arkadaşlık, güya cep telefonları adamı olduğu yere mıhlıyordu?

Eli oturduğu deri koltuğa çarpınca, kafasının içindeki düşünceler duvara toslamışçasına ters tepti. Eğer azıcık hayat tecrübesi varsa, Kartal asla böylesine bir ortamda yok olacak kişiliğe sahip biri değildi.

Kötü şeyler düşünmektense kalkıp bilgisayarı açmaya karar verdi.

Tüm yazdıklarını baştan sona dinlemeye niyetlense de uykusu gelir gelmez kapatıp yattı.

Sabah apartmandan altı otuz sıralarında birlikte işe giden karı, koca dan başka erken çıkan yoktu.

Demek ki temizliği o saate kadar bitirdiği takdirde yüzünün mostrasını kimse görmeyecekti, saat beşte kalkmaya niyetlenip, gözlerini kapadı.

Uzunca bir müddet yatakta dönme dolap gibi dönüp dursa da nihayetinde, astsubay, zabıta ve gaspçısı pisikocan ile karşılaştı.

Birinin elinde roketatar diğerinde terazi dirhemi ve gaspçısı pisikocan da ise ucu kırık bir şişe vardı.

Kendi de boş değildi hani!

Müdafaasını elinde tuttuğu yorgan iğneleri ve cep dolusu dikiş iğneleri ile yapacaktı.

Üçe karşı bir, ayıp olmuyor mu demesine fırsat vermeden saldırdılar.

Tam birinin gözüne yorgan iğnelerini batırmaya hazırlandığı sıra, Vezneciler’deki polis yardımına yetişti ve saldırganları kovaladıktan sonra, yakasından tuttuğu gibi ama yüzüne bakmaya tenezzül etmeden emniyetli bir yere, mahalle birahanesine götürüp, adaşı tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abiye teslim etti.

Yakamozlar sahneye çıktığında deniz kenarındaydı ve ufuk çizgisinde nokta kadar gözüken kara parçasına avazı çıktığınca bağırdı Eleni senden özür dilerim…

Son olarak odaya Beti geldi, tek kelime etmeden elini yüzüne sürüp masaj yaptı ve bembeyaz dişlerini göstererek sırıtıp gitti.

 

Zifir karanlık dünyaya uyandığında bir süre ölüm sessizliğine benzeyen çevreyi dinleyip aceleyle kalktı.

Kovasına su doldurup, deterjanını da attı ve süpürgesini koltuğunun altına sıkıştırıp üst katın yolunu tuttu.

Süpürme, silme işini bitirdiğinde son olarak cümle kapısından paspasları silkelemesi gerekiyordu, birini alıp kapıyı açtı.

Güneş tatile çıkmış, ayaz nöbette, sulu kar sokaklarda devriye gezerken, iki paspası da silkeleyip içeri girdi.

Aşağı inen on dokuz basamağı yarıladığı sıra, iki kat yukarıdaki kapı sesini duyunca hemen basamakları tamamlayıp, gitmelerini bekledi.

Niyeti konuşmaları dinlemek olmasa da her nedense odasına girmedi.

Birkaç saniye sonra da konuşmaları duydu!

Adam: “Melek şu hale bak, yerler pırıl pırıl, dün gece bok götürüyordu.”

Kadın: “Kör mör ama temiz biri, bayram yaklaşıyor, eskilerinden birkaç parça seç de verelim garibana, senin haberin yok, sanırım kafasını gözünü yarmışlar.”

Adam; “Duyduğuma göre içki de içermiş. Herhalde o kafayla birine çatıp, vebalini buldu; böylelerine fazla acımayacaksın, bir de eşya ver diyorsun.”

Şok olmuştu, karı koca çıkana kadar, diğer konuşmaları dinlemeden, zamanın nasıl geçtiğini bilmeden çivilendiği yerde dakikalarca bekledi.

Odasına girer girmez de işi yarım bıraktığı için Psikocan'ın annesini bacısını dakikalar boyu kendince mutlu etti.

Yüksek sayılabilecek ses ile biraz saygı duyun ulan diye kendi kendine bağırırken kapının vurulduğunu duyup sustu.

Hemen toparlanıp içinden oha be derken dudaklarından girin kelimesi döküldü.

“Osman oğlum paspasları çırptığını görünce beklemeyeyim hemen şu çorbayı götüreyim de içsin dedim.”

Gelen Şake teyzeydi ve bu iyi niyeti burunlamanın alemi yoktu, “Teyze ben de çay koyayım” derken kadının yanından mutfağa sıvıştı.

İçi bol tavuk et parçalarıyla dolu ve sarımsaklı bir çeşit tavuk paça çorbasını, lezzetinden ötürü zevkle içerken kadın; “Oğlum geçen sene merdivenden düştüğümde Beti Amerika'dan getirttiği merhemi vermişti. Morartıyı iki gün içinde yok ediyor, sana da getirdim. Çorbanı bitir de süreyim”

Kendince bana kimse gelmez diye hayıflanırken, düşen kadından bihaber oluşu, acımasız bir dünyada yaşadıklarının tam fotoğrafıydı ama kızı nasıl hemen bu merhemi getirmişti ki, belki de Beti onca zenginliğin ardında, kocasından yediği dayakları kısa sürede ört bas edebilmek için elinin altında devamlı bulunduruyordu.

Tabi ya, hazır olmasa dünyanın bir ucundan buraya gelene kadar hiç kimsede morluk falan kalmazdı.

Zaten kadının son sözlerindeki titreme bunu kanıtlıyordu ya!

“Üzülme Şake teyze.”

Son kaşığı ağzına götürene dek tek kelime söylemeyen kadın, getirdiği kabı toplamaya yeltendiği sıra aynı titrek ses tonuyla “Çok gençsin oğlum, ne yapayım sizlere kötü davranıldığında üzülüyorum işte” sözleriyle ne anladığını daha da muamma haline soktu.

Sadece tahmin ettiği konuyu kaşımanın gereği yoktu ve “Çayı getireyim” derken kadın açmadıkça safları oynamaya karar verdi.

Merhem mentollüydü ve içeriğinde bazı maddeler de olmalıydı, içten içten devam eden sızı dinmiş, ağrı kesici içmeye de gerek duymamıştı.

Bu da şu manaya geliyordu, akşam Oğuz ile birkaç kadeh parlatabilirdi.

Karşılıklı oturmuş çaylarını içtikleri sıra, az evvelki konu unutulmuş havadan sudan hatta semtteki balıkçıların yeterli tutamadıkları için yakarmalarından bahsediyorlardı ki kadın aniden ağlamaya başlayınca şaşırıp kaldı.

“Şake teyze, elini ayağını öpeyim birkaç güne kadar birşeyim kalmaz, ne olur ağlama.”

Konuşacak takati kalmayana dek ağlayan kadın, kalan çayını da içmeden kalkıp gidince koyduğu teşhisin doğruluğuna kanaat getirip, etrafı topladıktan sonra bilgisayarın başına geçti ama ne yazacak ne de dinleyecek hali yoktu açmadan öylece başında dakikalarca oturup durdu.

Haber dinlemek, daha doğrusu vakit öldürmek umuduyla televizyonu açmaya kalktığı sıra, birden herşeyi anladı!

Teşhisi doğruydu. Şake teyze kızını ve kendisini aynı kefeye koymuştu.

Bir şekilde kızının kadın olmasından ötürü güçsüzlüğünü, kendi körlüğüyle eşleştirmiş ihtimal yüzüne bakarken de kızını görmüştü.

Henüz sabahın ilk saatleriydi ve birden gönlünde akşam olduğunu fark etti.

Açtığı televizyona boş boş baktığı sıra aniden fırlayıp kapadı.

Hayır, insanların kafasının içindeki bu yanlış imajı en azından kendi adına silmeliydi.

Kendi çapında iş adamı, kimse bilmese de yazardı; başarmalıydı ve başaracaktı.

Tekrar içinden gelen hırsla, bilgisayarın başına geçti.

Büyük harf kilidini açık unuttuğunu fark edene kadar yazdı, ardından tüm yazdıklarını küçük harfe çevirdi.

Öğle yemeğini unutacak kadar, işine daldı hatta Oğuz geldiğinde hala bilgisayarın başındaydı ve romanın kabası bitmişti.

“Ulan hoş geldin demek yok mu?”

Sandalyesinden kalkıp, arkadaşına doğru yürürken dalmışım gibi şeyler zırvalasa da Oğuz değişikliği çoktan fark etmiş, homurdanıp duruyordu.

“Ne o birileri gelip canını mı sıktı?”

“Sabahın beşinden bu saate kadar mapushane gibi yerde tıkılı kalırsan beni anlarsın” dediyse de ellerindeki poşetleri masaya bırakmaya çalışan arkadaşı yutmamıştı.

Lambayı yakan Oğuz kısa süren incelemesinin ardından “Gel bakayım şu ampulün altına” derken elini yakalayıp çekiştirmeye başladığında, bir şeyler anlatması gerektiğini anladı.

“Bu merhem de ne lan, suratın mordu yeşil olmuş.”

“Şake teyze sürdü, kızı Amerika'dan getirmiş.”

“Demek geldi, dün evden çıkar çıkmaz yakama yapışmıştı, başka gelen giden yok mu?”

Bilgisayarı kapamak üzere geri dönerken ağzından ne gezer kelimeleri döküldü.

Oğuz masa üzerinde birşeylerle uğraşıp devamlı takma kafana takma kafana diye mırıldanırken aniden susup biraz eserini seyretti ve “Bana bak, yengen şişeyi kafana yediğini öğrenince, sana bir tencere dolma sardı ve yiyeceği kadar ısıtsın dedi. Ben bu akşam için başka şeyler aldım şimdi tencereyi dolaba götürüyorum, sakın unutma yiyeceğin kadar ısıtacakmışın.”

Oğuz geri döner dönmez sordu “Bana bak Kartal'dan haberin var mı?”

“Firması Mersin'e yollamış, gittiği yerde de eşantiyon bir cep telefonu vermişler, sana getirecek.”

Artık ne içki teklif edebilir ne de konusunu açabilirdi, zaten çalıştığı sıra içme arzusu da kalmamıştı.

Ekmek içi kokoreçlerini bitirmiş, sehpa başında çaylarını yudumluyorlardı.

Boşalan bardağını uzatırken sordu “Kartal'ın geleceği gün belli mi?”

“Büyük firmalardan birinin bilgisayar programını kuruyormuş, birkaç güne gelir.”

Ses tonundan sıkıldığını anlayınca üstelemedi, ortada da konuşacak ne vardı ki.

Oğuz ikinci bardağın bitiminde ayaklanınca, onun da benzer durumda olduğunu fark ederek erken falan gibi önleyici kelimelere lüzum görmeden arkadaşını yolcu etti.

Masada ekmek, kokoreç kırıntıları, sehpada demlik ve diğer edevatlarla baş başa kalınca kör gözleri kadar körleşmiş arkadaki beyninde yanan tek ampulün zorlamasıyla sorumsuzluğu kafasında dank etti.

Haklıydılar, öz eleştirisini yapma zamanıydı.

Homurdanarak masa ve diğerlerini toplamaya çalışırken, bencilliğinden, laftan, imadan anlamayışından ötürü, nohut kadar beyninin en gelişmiş bölgesi olan küfür bölümünü ziyadesiyle çalıştırdı.

Deri koltuğuna oturmuş, içten gelen sigara içme duygusuyla baş etmeye çalıştığı sıra işe başladığı günden bu yana edindiği tecrübe, kafaya şişeyi yemesine engeldi ama içindeki gereksiz güven başına bu belayı açmıştı.

Ne yapacaktı yani, hiç mi saat dokuza kadar dışarıda kalmayacak hiç mi seyyar satıcıdan birşey yemeyecekti.

Zaten dünyasının çapı ne kadardı ki götürürlerse gezecek, tanıştırırlarsa konuşacak şimdi bir de telefon ile yer durum saptaması yapacaklardı.

Haklı olabilirlerdi ama nereye kadar?

Gerçek özgürlüğe ulaşmanın tek yolu vardı, bu hayat tarzından kısa sürede kurtulmak.

Güldü, yaradanın başına sardığı bu bela, banka sahibi de olsa diğer kişilerden yardım almasını gerektiriyordu, sonuç tek başına yaşamasına imkan ve ihtimal yoktu ama birilerinin hangi sıfatla olursa olsun, sahiplenmesine de gerek yoktu.

Son aldığı karar ise, bundan böyle dost bildiklerine daha dikkatli davranacak ama asgari yardımla yaşamanın önce yolunu bulup sonra da hayata geçirecekti ve bunun riyakarlıkla hiç ilgisi yoktu. Günü geldiğinde, düşkünler yurdunda yatağına işedi diye dayak yemektense, özgür ve güçlü olarak dünyadan ayrılmanın yolunu bulacaktı.

Sabah işini bitirip odasına döner dönmez, gırtlağına birşeyler gömdü ve demliğinin başına geçip, doldurduğu bardağının eline verdiği sıcaklıkla hayaller kurmaya çalıştı ama nafile, bugün beyni takoz gibiydi.

Akşam Oğuz'un davranışını yorumlamaya niyetlense de görünen köy ortadaydı.

Fabrikaların oluk gibi adam dışladığı bu günlerde başka iş bulmasının da imkanı yoktu, hele devlet dairesine girmeye yeltense, torpil için asgari milletvekili lazımdı ve muhtarı tanımayan biri için de, devlet dairesi ancak rüyalarda görülebilirdi.

İşporta işinden kurtulmak için ne yapabilirdi?

İş bulma kurumuna kayıt olalı tam altı yıl geçmişti ne arayan vardı ne de soran.

Yok yok adamların hakkını yememeliydi, kaydın ikinci yılında kurumdan çağrı kağıdı gelmiş, hevesle gittiğinde ise tam bir yıkımla karşılaşmıştı.

Neymiş efendim, beyzadeler yanlışlıkla halı dokuma kursuna davet etmişlerdi.

Patronu olacak şerefsizler, sigortasını tam ödemiş olsalar şimdi en azından malulen emekli olabilirdi.

Kör olduğunda son çalıştığı işyeri, ancak günlerinin onda birini dahi göstermemiş, daha ilk adımda hevesi kursağında kalmıştı.

Hırsla kalktı, aynı şeyleri tekrarlamanın alemi yoktu.

Bilgisayarın başına geçti ve kitabını dinlemeye başladığında aklına ilk beyaz bastonunu tedarik etmek için bulduğu körler derneklerinden birine gittiğinde şahit olduğu bir konuşma geldi.

Adam kördü ama karısının yazdığı masal kitaplarını satıyordu ve şimdi bilgisayarın başındaydı.

Kendi yazdığı kitapları kendi pazarlayacaktı ve bu işporta işi değildi.

Hemen Kartal'ın önceden hazırladığı boş bir sayfaya geçti.

İki saat geçmiş tek kelime yazamamıştı.

Sinirle aleti kapayıp küskün bebeler gibi yatağına girip uyumaya çalıştı, başardı da.

Oğuz kapıdan girdiğinde hala yataktaydı, arkadaşının hafiften korku dolu, tedirgin sesiyle uyandı.

“Kötüleştin mi Osman, hasta mısın?”

Yataktan kalktığı sıra “Ne hastası be, moralim bozuk. Çocuk masalı yazmak üzere makinanın başına geçtim, iki saat boyunca tek kelime yazamayınca, kırmamak için yatağa yattım.”

“İlham perin gelmemiş oğlum. Şimdi yazma çizmeyi boşver de yanıma gel, esas peri bizim çaycıya geldi.” Terliklerini ayağına geçirmeye çalışırken, lambayı yakan arkadaşı “Şu ışığın altına gel bakayım”

Rutin kontrol başlayacaktı gene ama, “Madamın getirdiği merhem gerçekten işe yaramış, inan ol morluk yarı yarıya kaybolmuş.”

“İyi hafta başı işe çıkabilirim demek.”

Oğuz “Şimdi işi boş ver” derken poşet sesleri geldi.

“Oğlum henüz yengenin sardığı dolmaya dokunmadım, ne taşıyıp duruyorsun.”

“İlham perisi bizim çaycıya geldi dedik ya, dinle!”

Poşetlerden çıkan iç gıcıklayıcı ses artarken arkadaşı da konuşmaya başladı:

“Senin kanlı giysiler benim bagajdaydı. Kafam yerinde olmadığından değil sana vermek ne yapacağımızı sormak, aklıma bile gelmedi. Bu sabah yüklü alım için müşteri geldi ve istediği parçalardan biri bende bittiğinden kaçırmamak için hemen gidip alacağımı söyledim. Her neyse malı alıp bagaja attım ve getirdim. Tam malı dükkana sokacağım sıra bizim çaycı bagajdaki senin kanlıları görmez mi. Müşteri gider gitmez, asker bavulu gibi dükkana düştü. Tabi yüzeysel bilinen konuyu kısa zamanda çaycının marifetiyle tüm esnafa tamamen anlatmak zorunda kaldım. Hadi şunu sırtına bir geçiriver.”

Eline tutuşturulan şeyin mont veya kaban olduğunu anlayınca, aptal aptal arkadaşının yüzüne döndü.

“Öyle bakıp durma, hadi giy şunu.”

Sessizce sırtına geçirirken, kalın ve ağır bir kaban olduğunu fark ederek içten içten sevindi ama gene de “Ne demek bu Oğuz” demekten de kendini alamadı.

“Esnaf dayanışması oğlum, esnaf.”

“Hele aklımın ereceği gibi anlatsana.”

Oğuz bir an duraksasa da, kararlı ses tonuyla:

“En son bizim çaycı ile Muhittin Amca geldi ve tüm itirazlarıma rağmen tepsi çıkartmaya karar verdik. Hiç alınıp bozulmaya niyetlenme bile, hatırlarsan yıllar önce beyin ameliyatı olan Gökhan abi için de çıkartmıştık. Hele kabanın ihraç malı, atölyesinden para hariç adamın kıçını da öpmek zorunda kaldık, Muhittin Amca olmasaydı, nasihat alırdık. Toplanan parayla kaban ile birlikte, iki gömlek bir kazak ve dört çift de çorap alabildik.”

“Söyleyecek söz bulamıyorum birader. Müsaade edersen önce bu hale düşüren kaderime bir sitem edeyim ardından da sen çevre esnafa teşekkür ettiğimi, tamamına Allah razı olsun dediğimi ilet.”

“Kabanın nasıl ulan, vücuduna oturdu mu*?”

“Ne diyorsun be sanki özel terzide diktirmiş gibiyim. Hadi şu dolmayı ısıtayım da birlikte yiyelim.”

Oğuz getirdiklerini dolaba yerleştirmeye çalışırken, mutfağa seyirtti.

Ocağa koyduğu tencereye yıllar önce annesinden öğrendiği gibi biraz su koyması gerektiğini hatırlayıp, yarım bardak su doldurup tencerenin başına geçti ve fazla su koymamak için dolmayı kontrol etti.

Ateşi kısıp, hızlı adımlarla içeri giderek, kapıyı da sertçe açtı ve “Bu dolmaya ne oldu ulan?”

Bazı şeyleri görmek için göze kesin ihtiyaç yoktu.

Oğuz daha kapıdan adımını atamadan, kahkahayı basmış, kart sesini dinlediği sıra, gözlerinin de parladığından emindi.

“Ulan ben o dolmayı yiyecek, iyileşip işe gidecektim be.”

Arkadaşının gülmesi bir türlü bitmediği için sırıtarak mutfağa döndü.

Tabak ve diğer malzemeyi getirdiği sıra Oğuz:

“Ulan dün evden dolmayı aldım, arabanın yan koltuğuna bıraktım. Trafik tıkanınca şu dolmaya bir bakayım dedim; hepsi bu vallahi.”

“Allah'tan sadece bakmışın, karnın aç olsa ne olacaktı. Dün akşam kokoreç suçunun ortaya çıkmasını ertelemek için getirdin değil mi?”

“Senin bana attığın kazıklara karşı bu az bile.”

“Yengeye söyleyeceğim, ağır yaralı birinin yemeğini yürütmek ne demekmiş o sana öğretir.”

Çaylarını içerken yeni planlarını yapmışlardı!

“Bana bak Oğuz, yenge numaramızı yutar mı?”

“Hiç endişelenme, eve gittiğimde dolmaları elimle hem de tek tek yedirdiğimi söyleyecek ve başka şey yiyemediğin için bir tencere daha yapmasını sağlayacağım.”

“Tabi birkaç gün sonra da gerçeği anlatıp, beni de suçuna ortak edeceksin.”

“Oğlum evlilikte yalan en kötü şeydir, bizimki fırlamalık ve Berna da buna alışık, yani sonunda herşeyi öğreneceğinden yuvamda huzur eksik olmaz.”

Oğuz'u yolcu edip kapıyı kapadığında, kabanı tekrar sırtına geçirdi; harikaydı, harika.

Televizyonu açtı ve kalan çayın başına oturdu. Son geçen saatlerin dünyasını allak bullak ettiğinin bilinciyle, göremediği ekrana boş boş baktı.

Gecenin biteceği yoktu ama vakit geçirmenin yolunu da bulmalıydı.

İçten gelen sigara içme arzusuna çüş derken, canının hiç de alkol istemediğini fark etti.

İçki içmeye askere gitmeden önce semt balıkçılarından birinin çocuklar bizim semtin erkekleri ya sirozdan ölmeli ya da sarhoşken, denize işediği sıra düşüp boğularak ölmeli sözleriyle ilk şişeyi uzatmış ve dediği gibi yıllar sonra bir kış günü denize işediği sıra, dengesini kaybedip, buzlu suya düşerek boğulmuştu.

Gene askere gitmeden önce, mart ayında kendi de denize düşmüş ama belki gençliğinden belki de bu günleri görmesi gerektiğinden sıçradığı gibi tekrar sandal kızaklarına çıkmayı başarmıştı. Bu Oğuz, boyacı Mustafa ve sonradan beyin tümöründen ölen Gökhan abi için de geçerliydi. Ancak son defa Ermeni arkadaşları sayacı Haçik boğulmuş ve deniz arkadaşını geri vermemişti.

Bir karış toprağı olur umuduyla, günlerce aramışlardı, kazıkların arasında, şurada burada.

Bugün Oğuz'un eşine oynadıkları oyun geçmişte yaptıklarıyla karşılaştırıldığında, devede kulak kalırdı.

Un yerine alçı kullanıp, balık kızartma salaklıkları dışında bazen dört, beş arkadaş sahil tavernalarına gider mekanın en civcivli saatinde, hesap ödemeden tek tek kaçarlardı.

Arada babası balıkçı olan Nuri'yi kandırıp, tekneyi çözer ve sabaha dek gezerlerdi.

Oğuz'a en büyük kazığı, nikah masasında atmış, memurun karşısında oturdukları an ince sesli ve güzel taklit yapabilen arkadaşına Oğuz karnımdaki ne olacak diye bağırtmış, davetliler kahkahalara boğulurken, başta Berna olmak üzere masadakilerin beti benzi atmıştı.

Aklından güzel günlerdi diye geçirip, başka anılara hazırlanırken televizyondaki konuşmalar dikkatini çekince, yaşadığı ana döndü.

Yarışma programı vardı ve çok sevdiği için dikkat kesildi.

Ortalara doğru sorulan soruya güldü, izbandutun ne olduğunu soran sunucu cevap beklerken hemen yanıtladı; iri kıyım, kaba saba adam.

Yarışmacı da kendi gibi düşünmüş olacak, verdiği yanıtla eleniverdi; cevap Rum korsanıydı.

Hafta sonuna kadar ikinci tencere de bitmiş hatta yedikleri halt, kadıncağıza söylenmişti.

Gülümseyerek alınan afiyet olsun koca bebekler yanıtından sonra bugün Kartal'ın teşrif edeceği gündü, uçakla gelecekti ama şirkete de uğrayacağına göre ancak akşama gelirdi, özlemişti namussuzu.

Madam Şake'nin getirdiği merhem harikalar yaratmış, hafta başı işe çıkmayı tasarlıyordu.

Lakin önce yapması gereken işler vardı, akşama yemeği kendi hazırlayacak Oğuz ve Kartal ile birlikte yiyeceklerdi.

Oğuz akşam balık falan alırsın demiş ama rakıdan konu açmamıştı, tereddütte kalsa da almamaya karar verip giyindi.

Paspas silkelemek dışında dışarı ilk defa çıkıyordu.

Adımını atar atmaz bıçak gibi ayaz yüzüne ve baston tutan eline vurdu.

Oğuz suratında morluktan eser kalmadı dese de kara gözlüklerini taktı, macun kıvamında hafif çamurlu sokağından semt pazarına doğru yürüdü.

Tek tük düşen sulu kar tanelerine alışması fazla uzun sürmese de yeni kabanı gayet iyi korusa da üşüyüp titremeye başladı.

Türlü esnafın bulunduğu caddeye ulaştığı sıra titremesi de geçti.

Psikocanın hediyesi iki yüz yetmiş lira cebindeydi ve alışverişini ona göre yapacaktı.

Aynı sebepten ötürü hamsinin yanında yarım kilo lakerda da aldı ve diğer eksiklerini tamamlayınca hızlanıp tipiye dönüşen kar yağışı altında eve geldi.

Balıkları şişleyip kızartacağı saate kadar dolaba koyduktan sonra odasına döner dönmez elektrik sobasını yaktı, soğuk dayanılacak gibi değildi, bilhassa ellerinin rengini göremese de mosmor olduğunu gayet iyi biliyordu.

Son bir gayretle çayını da demleyip, başına geçti, nadiren de olsa sıcak odanın keyfini sürecekti.

Korku dağları sardığından, gündüzleri kaçak elektrik kullanmaya çekiniyordu.

İkinci bardağını yudumlarken aklına geceki izbandut kelimesi gelince, belki iyi birşeyler vardır umuduyla televizyonu açtı.

Kanalları dolaşıp, göz ucuyla evlendirme programına bakıp kapatmadan önce hanımefendi, Allah’ını seversen bana da bir karı bul. Körüm, işportacıyım, deri koltuklarım var, işe çıkamadığım günler aç otururum ve on yıldır cinsel ilişkim de yok, senin anlayacağın duvarlara tırmanıyorum diye bağırıp güldü; neşesi yerindeydi.

Az sonra odanın sıcaklığından etkilenip, demliğini ocağa götürdü ve kısık ateşte bırakıp, tuvaletin içindeki, Oğuz'un getirip monte ettiği su ısıtıcısını çalıştırdı.

Banyosunu yapıp, boy abdestini de aldıktan sonra, leğene doldurduğu sıcak suyun içine kirlilerini tepip, deterjan da attı, yarın çamaşır günüydü.

Hazırlık zamanı gelince kalkıp mutfağa gitti.

Kafasına göre harika bir sofra hazırladı, son olarak balıklar kızaracaktı ve tam unladığı sıra İlkin Oğuz geldi.

“Kartal gelmedi mi?”

“Merhaba de ayı.”

“Başlarım merhabandan, biraz önce telefonla konuştum, yolda olduğunu söyledi.”

Oğuz'un buzdolabına koymaya çalıştığı şeyin çıkarttığı sesten getirdiğinin cinsini anlayıp, ilk balıkları tavaya atarken “Kötüye birşey olmaz, birazdan düşer.”

Son balıkları çevirdiği sıra Kartal geldi ve durmaksızın geçmiş olsun sözleriyle sarılınca, ilk gün kafasından geçenlerden ötürü kendinden utanıp, arkadaşına karşılık verdi.

Bulaşıkları yıkayıp odasına döndüğünde, gece yarısını geçmişti.

Gecenin getirdiği huzur kafasının içinde, yemeklerin tadı hala damağındaydı.

Koltuğuna oturup, telefonunu eline alır almaz için önleyemediği bir sevinç kapladı.

Uzun süre dışladığı bu aletin kafaya şişe yediğinde işe yaramasa da yeni dostlar edindireceğinden kuşkusu yoktu.

Masrafını hesaplayıp biraz karamsarlığa düşse de yahu bu kadarı kadı kızında da bulunur mırıltılarıyla aleti yerine bıraktı.

Konserve de olsa, hazırladığı pilakiyi çok beğenmişlerdi ama sırrı sadece bir tesadüften ibaretti çünkü yıllar önce işten eve geldiği sıra kapı eşiğine oturup çay içen ve dedikodu yapan kadınların önünden geçerken duyduğu pilakinin pezevengi maydanozdur kelimesini hatırlayınca tabağı aynen kadınlardan duyduğu gibi donatmıştı.

Yaptığı humusun da gerçek tadına gelmesi için gene işportacıların kendi aralarında konuştukları sıra kulağına takılan kimyonunu ve limonunu kendin damak tadına göre ayarlayacaksın sözleri, hafıza kayıtları içinde kalmasından ibaretti.

Akdeniz akşamlarını dinlemeyi arzulasa da vazgeçip yattı, yakamozları hayal etmek daha güzeldi.

Vücudunun temizlenmesi, enerjisinin boşalması, yorgunluk ve içkinin tesiriyle hemen dalıp gitti, yakamozlar başka güne kalmıştı.

Oturduğu kaya parçasında kınından çıkarttığı uzun ve hafif eğri kılıcını bileylerken, ufuk çizgisindeki yeni yükselmeye başlayan güneşi de seyrediyordu.

Dönüp, kendi başına otlayan atına bakıp, bıyık altından gülümsedi.

Göğsünde ulu hünkarının emanet ettiği ferman vardı ve yola çıktığından bu yana ikinci defa karşısına dikilip nameyi isteyenlerle uğraşa girmiş, sonunda ilk mola verdiği bu yerde kılıcını bileylemek zorunda kalmıştı.

Bileytaşı, Şam çeliği kılıcın üzerinde gidip geldikçe dudakları da kendi hesabına çalışıp mırıltılar çıkartıyordu.

Ulu hünkar güvenmese bu zorlu görevi kendine verir miydi?

Ota, böceğe, sakin denize ve yükselen güneşe küçümser bir nazar fırlatıp işine döndü ama kendini beğenmekten ötürü hep yukarılara baktığından, burnunun dibine yaklaşan gemiyi fark etmemişti.

Önce, önemsemese de hızla çekilen küreklere gözü takılınca, izbandut gemisi olduğunu anlayıp, gittiği istikamete başını çevirdi.

Hemen bir yerlerden telefon edip, birkaç fersah ileride ve geminin yolu üzerindeki köyü uyarmalıydı.

Gaipten gelen, hoşt ulan hoşt sesiyle kendine geldi ve atına atladığı gibi dört nala sürdü.

Köy girişine vardığı sıra, izbandut gemisi de filikalarını indirmiş, eşkıyalarını kumsala ulaştırmıştı.

Yayı ile birlikte sadağından çıkarttığı avuç dolusu oku ardı ardına salarak ilk önce tüm dikkati üzerinde topladı ve dizginleri tutmaya gerek duymadan bir elinde kalkan diğerinde sivri, tıraş olacak kadar keskin mızrağı ile saldırdı.

Mızrak birinin göğsünde kalınca kılıcını çekti.

Kılıç darbesini karşılarken, dengesi bozulup, atından düştü ama vurduğu gibi atından düşüreni ikiye böldü.

Şerefsiz atına, hemen başkasını sırtına bindirdiği için bir daha asla bira ısmarlamayacaktı.

Gaipten bu sefer çüş, cıvıtma uyarısı geldi.

Yalın kılıç uğraş içindeyken, atına binenin arkasından geldiğini görmese de kafasının gövdesinden ayrıldığını hissetti.

Gözlerini açtığında yerde ve ayakların dibinde olduğunu gördü; kendi ayaklarının.

Çizmelerini çıkartmışlardı ama biri çoraplarını da çıkartıyordu.

Nuray Hatun’un ilmik ilmik, göz nuru ile ördüğü çoraplarını veremezdi.

Var gücüyle bağırdı kellemi aldınız ama çoraplarımı asla.

Son duyduğu bir de yazar olacakmış, hadi oradan be oldu.

Karanlığın içinde gözlerini açtığında birşey göremese de kıkır kıkır gülmekteydi.

Ertesi gün öğle sularında, akşamdan kalan balıklardan ekmek arası yapıp yedikten sonra, çamaşırın başına oturdu.

Kaburgalarındaki yaranın, çitileme sırasında ağrımasından, tam anlamıyla iyileşmediğini düşünüp umursamadı.

İşi biten donunu sıkarken aklına gelen geceki rüyasına da anlam veremedi ama tekrar, görenlere bu adam deli herhalde dedirtecek kadar kendi kendine kahkahalarla güldü.

Pazartesi sabahı Beşiktaş’ta otobüsten iner inmez, Kartal'ın tarif ettiği dükkanı bulup, telefonuna hat aldı ve madem buradayım, Mecidiyeköy’e yürüyerek çıkıp tekrar otobüse binmeyeyim düşüncesiyle, malını çıkartıp adımlarıyla beraber satışa da başladı.

Yokuş çıkarken attığı her adımda jilet benzeri soğuk iliklerine kadar işliyor, açıkta mal ve baston tutan ellerini hissetmiyordu.

Hava açık olmasına açıktı ama burası İstanbul'du ve ayaz belasının baş kentiydi.

Biliyordu ki insanlar değil alışveriş yapmak, sümüğünü silmek için bile ellerini ceplerinden dışarı çıkarmıyorlardı.

Yüzüne çarpan soğuk, gözlerini yaşartırken, dikkat çekmek için yeterli bağırmadığını da fark etti; henüz siftahı yoktu.

“Ablalarım, kardeşlerim üç adet yorgan, yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Burnunun dibinden geçen iki kadından biri diğerine “Boşver, bunlardan alacağın iğne ile tek gömlek düğmesi dikemezsin” sözlerini duyar durmaz bağırış şeklini değiştirdi.

“Ablalarım kardeşlerim, gerçek Alman malı, üç adet yorgan, yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

“Gerçek Alman malı mı?”

Kadınlar geri dönmüştü. Hemen yapıştırdığı paketlerden birini kopartıp “Lütfen arkasındaki yazıyı okuyun” derken siftah yapacağından emindi.

“Ama burada Avusturya malı yazıyor.”

“Ablacığım ikisi aynı millet aynı sanayiyi kullanıyor, hiç oralarda akrabanız yok mu?”

Hiç konuşmayan kadın; “Selma, adam haklı hadi iki tane ver.”

Kadınlar uzaklaşırken birinin diğerine yazık çok da genç dediğini duydu.

“Ablalarım kardeşlerim, Alman malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Esasında kadınlar haklıydı. Asya2nın doğusundaki ülkelerden gelen iğnelerle tek gömlek düğmesi dahi dikilemiyordu, sadece ucuzdular. Sattığı mallardan ise iki yüz tane de on lira az kar etse de malına güveniyordu.

Akşam Kartal romanının bittiğini öğrenince, adını unuttuğu parmak kadar alete kopyalamış ve düzelttikten sonra bir yerlere yollarız demişti.

“Birader kaç para demiştin?”

“Alman malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira abi.”

“Tamam tamam, köroğlu (eşi) istemişti de dur anamla kardeşime de alayım, sen üç tane ver.”

Malını uzatıp adamın eline kağıt para tutuşturduğunu fark edince “Abi kaç para bu, inşallah büyük değildir.”

“Endişelenme, beş lira, hadi sağlıcakla kal.”

Psikolog insanların iyilik yapma duygusuna zarar verme dememiş miydi?

“Sağ ol abi, Allah işini rast getirsin.”

Karısının iğne siparişi vermediğinden emin, otobüs durağına vardığında, durarak satış yapamayacağını yürümesi gerektiğini düşünüp, Şişli'ye doğru adımladı.

O güne dek İETT otobüs, treleybüs garajını hiç geçmeyip geri dönmüştü ama etraf öylesine sakindi ki ilk defa da olsa Şişli semtine yani kalabalığı hiç eksik olmayan ama bir o kadar da iş tutmalarına müsaade edilmediğinden işportacılar tarafından sevilmeyen ana cadde üzerinde yürümeye karar verdi.

“Ablalarım, kardeşlerim Alman malı üç adet yorgan yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

“Vallahi alacağım ama, hava çok soğuk, ellerimi cebimden çıkartamıyorum, kusura bakma.”

Arada bu tip psikopatların çıkması, işin neşe kaynağıydı. Daha doğrusu zaman içinde öylesine alışmıştı ki bu aptalca davranışlara bazen gülerek bazen de karşı laf atarak eğleniyordu.

“Malları sakın üşütme, soyun sopun tükenir.”

İzbandut Rum korsanıydı demek!

Kafasının içinde ün salmış korsan ile ailesi yok edildikten sonra intikam peşinde koşan köylü gencin mücadelesini yazabilir miydi?

Neden olmasın, eğer yazabilirse, harika bir kitap olurdu.

“Oğlum sana söylüyorum, bir tane versene.”

“Gerçek Alman malıdır teyzeciğim; buyur.”

Yaşlı kadın söylene söylene uzaklaşırken yahu banka kuyruğunda ölene dek sesiniz çıkmaz, bana gelince aslan kesilirsiniz.

Karşılıklı söylenme bitmiş, lirayı çantanın para gözüne yerleştirmişti ama biraz da morali bozulmamış değildi hani.

“Ablalarım, kardeşlerim, Alman malı üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

“Kardeş belediye başkanı ve zabıta müdürü denetlemede, şu arkandaki sokağa girip on on beş dakika oyalan ve sonra ekmeğini kovala.”

“Zabıta mısın birader?”

“Evet hadi vakit kaybetme, gelmek üzereler.”

Hızla dönüp birkaç adım attıktan sonra kaldırımdan kod alıp sokağa girdi.

Ortasından ancak tek aracın tek yöne gidebildiği sokakta her iki tarafa da araçların park ettiğinden daracık kaldırımda yürümek ve satışını yapmak zorundaydı.

Önemi yoktu hatta biraz kendi lehineydi ama dar kaldırımda fazla adam da yoktu.

Buz gibi hava yetmiyormuşçasına, aniden bastıran yağmur, işin tuzu biberi olunca, mağazalardan birinin tente altına kaçmaya karar verip hızlandı.

Tabi ki işi biliyordu, el yordamıyla vitrin camını takip ederek sığınabileceği son noktada durup “Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Köylü çocuğu kılıç kullanmasını nereden bilebilirdi ki?

Lafa bak, korsan işin başındayken nereden öğrendiyse O da bir yerlerden öğrenecekti.

Acaba korsanı da başka nedenden bu işe başlatmalı mıydı?

Mesela akıncıya kaçan ablasının intikamı falan gibi.

Sırıttı, aklı hemen belden aşağı çalışmaya ne kadar da müsaitti.

Ulan ikisi tek kızı sevsin, kız karambolde ölünce, ikisi de birbirlerini suçlayıp, taraflarını seçsinler ve mücadele başlasın ama hemen bitirmemeli, en azından üç dört bölüm olmalı.

Bunları çocukluk arkadaşı başlatır ezeli düşman yaparım, okuyan bayılır, zaten yıllardır olduğu gibi tüm senaryo ve kurgularda, dünyanın her yanı dahil yazılanların tamamı birbirine benzemiyor mu?

Yağmurla birlikte inen sulu karın dineceği yoktu ve fena üşümeye başladığını hissedince, her zaman yaptığı gibi ayaklarını yere vurmaya başlayıp, ısınmaya çalıştı.

Ayak parmakları artık soğuğu algılamıyor yere vurdukça başka çeşit acı duyuyordu.

“Ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira.”

Dakikalar boyu değil satın almak, önünden geçen insan sayısı parmakla gösterilecek kadardı.

Zabıtadan kaçma tekniklerinden birini uygulamalı ve ana caddeye çıkmalıydı.

Girdiği sokaktan sağa ve gene ilk sokaktan sağa dönerek, belediye başkanıyla müdürünün arkasına çıkabilirdi.

İki metre kadar solunda, mağazanın kapısının açıldığını duydu ama önemsemedi, gidiyordu zaten.

“Hayatım, bir saniye bakar mısın.”

La havle çekip döndü ve “Buyurun hanımefendi”

“İki paket verir misin, kaç paraydı?”

Buz kesen eliyle paketleri uzatıp “İki lira” dedi ve bekledi.

“Canım şu iki liran, bir de ricam var. Durduğun yer mekanın görüntüsünü bozuyor, dört adım ileride kapalı bir dükkan var, orada bekleyiver.”

Şişli kültürüne uygun, nezaketen adam def etme örneğine muhatap olmanın üzüntüsünü, ezikliğini yaşamaktaydı.

Önce anlayabildiyse acı acı gülümsedi ve “İki liran boşa gitti, zaten gidiyordum. İstersen paranı geri vereyim” dedikten sonra biraz bekledi, ses çıkmayıp üstüne bir de kapanan kapının kaba gıcırtılı gürültüsünü duyunca döndü ve tarif edilen noktaya kadar yürüdü; hemen bu müsveddeler sokağından ayrılmalıydı.

“Abi seni Niloş teyze çağırıyor.”

Genç bir kız yanına gelip koluna da yapışınca, çekiştirilen yöne gitmek zorunda kaldı.

Sıcacık mağazadan içeri girer girmez, kaderine sitem ettiyse de “Oğlum dışarıda dondun, hele gel otur da ısın biraz” sözleri sıkılmış pozu almasına neden oldu.

“Geçmiş olsun evladım.”

Her zaman aynı hikaye iki paket iğne karşılığı hayat hikayesini anlatması gerekiyordu merakla yüzüne bakıp aklından geçenleri sormalarına fırsat vermeden, sazı eline aldı.

“Aşağı yukarı sekiz, dokuz yıl önce gözlerimi kaybettim hanımefendi, çalışmaya mecburum.”

“Kız abine su bardağıyla büyük bir çay ver. Pardon oğlum, neskafemiz de var.”

O çay bardağı için hayatını on kere anlatabilirdi.

“Hanımefendi adetim değildir ama öyle üşüdüm ki, çay ikramınızı reddedemeyeceğim.”

Çelik topuklu ayakkabıların yaklaştığını dinlerken, Niloş teyze dedikleri kadının susmasına anlam veremedi.

Burnunun dibinde duran ayaklardan ilk ses geldi: “Buyur abi”

Ustaca su bardağı dolusu çayı eline alır almaz bir an düşüreceğini hissederek korktu, elleri öylesine donmuştu ki, rezil olmasına ramak kalmıştı.

“Çok teşekkür ederim hanımefendi, arada sizin gibiler çıkmasa inanın bu hayat çekilmez.”

“Şule karısı, senin mekanını kapadığını söyledi değil mi?”

İşin aslı astarı hemen ortaya çıktığı için sevindi, nabza göre şerbet vermeliydi.

( Sığırcık Kuşu-4 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 22.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu