SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-6

 

 

Buna mukabil Oğuz şerefsizinin lafı çok garipti.

Bir gün önceyi anlattığı sıra söz uyanıklık yapıp kızın tasvirini abisinden kurnazca öğrendiğini naklederken Oğuz ‘’Ulan sen bu kıza aşık mı olmaya çalışıyorsun’’ demesi önce garibine gitmiş ama arkadaşının konuştuğu sıra dizlerinin titrediğini fark ettiğinden ve ciddi olduğundan, fena sinirlenmişti; ne demekti aşık olmaya çalışmak?

Aşık olmak başka şeydi, olmaya çalışmak ise çok ayrı bir şey.

Bu herifin kastettiğini çözmek ise bambaşkaydı.

Önce el yordamıyla beresini bulup kafasına geçirdi. Yastığını duvara dayayıp, oturur vaziyet aldıktan sonra karşısındaki yüklüğe gözlerini dikip, anılarla vaziyetin içinden çıkmaya çalıştı.

Ortaokul son sınıfta okuduğu günlerde, sınıf ve sıra arkadaşı, ‘’Osman harika bir kızla arkadaş oldum, hadi gel evinin önünden geçip, şöyle bir gözükelim’’ çalımını, racon gereği kabul etmiş ve birlikte yola çıkmışlardı. Tam evin önüne geldikleri sıra kız ailesi ile balkonda oturmuş akşam yemeği yemekteydi ve görüş açısının uygun olmasına rağmen dönüp bakmamış fakat arkadaşı birdenbire sille tokat girişip, ne olduğunu anlayamadan yere yıkmış, can havliyle silkinerek ayağa kalkıp karşı taaruza geçmiş bu arada sokağın büyüklerinden biri aralarına girip, ikisinin de ensesinden tuttuğu gibi hem ayırmış hem de bir güzel pataklamıştı.

Adamın elinden kurtulup,arka sokaklardan birine geldiklerinde tam tekrar dalıp hesap soracakken arkadaşı ‘’Dur ulan ben kıza hava atıp tavlamak için öyle davrandım’’ dediğinde afallayıp kalmıştı.

İleride buna benzer senaryoları hem kendi uygulamış hem de arkadaşlarına konu mankenliği yaparak katkıda bulunmuştu ama bu aşık olmaya çalışmak değil kuş beyinlilerin karşı tarafı akıllarınca etkileme taktiğiydi.

İhtimal, aşırı hayranlık bir çeşit aşık olmaya da çalışmak sayılabilirdi ama Nuray’a hayran değildi ki.

İlk kızın etkisi olsa da nereye kadardı, çünkü ilkini çok beğenmişti ama ne hayrandı ne de aşık, kızın bulundığı konum sadece o trajediye şahitliğiydi.

Kendine şimdiye dek hiç uygulamadığı kadar ağır bir beddua savurup sanki karşılıklı konuşuyormuşçasına mırıldandı bal gibi kıza ilk görüşte vurulmuştun, kendini mi aldatmaya çalışıyorsun derken, yataktan çay koymak için kalktı. 

Küçük demliğin içine kuru çay attığı sıra, kim olursa olsun durup dururken aşık olmadığını düşündü.

Öyle ya, aşk için eylem gerekiyordu ve aşk kesinlikle gözlerde başlamakta bunun için de bakmak ve baktığını aşk adına görmek gerekmekteydi.

Aman Yarabbim, bu adam bilinçsiz de olsa tabiki sen demiş, görmediğin gözlerle nasıl karşısındaki kişiden elektrik aldığını bir şekilde hatırlatmıştı. 

Sonuçta bugüne dek her türlü fedakarlığı yapan biri de olsa Oğuz'un gözünde de kör bir adamdan öte değildi ama arkadaşının bilmediği, tatmadığı ses tonu, parmak hassasiyeti, sonuçta normal kişilerin günlük hayatlarında fark dahi edemedikleri çeşitli duygular da vardı.  

Hayır böylesine aşağılanmaya katlanmayacak, saati gelince telefon açıp soracak, gerekirse İstaanbul'u  terk etmek pahasına da olsa arkadaşlığını bitirip, defolup gidecekti bu merhamet fukarası şehirden.

Gece o kadar da kötü değildi, eve gelip somurtarak oturduğu sıra gelen Kartal hemen flaş belleğini çıkartıp bilgisayarın başına geçerken ‘’Abi kitabının son halini hazırladım, yarın bir dinle ve değiştirmek istediğin yerlerini değiştir, sonra da çoğaltıp yayın evlerine götürelim’’ demiş, öküzün bıçağa baktığı gibi baktığını fark edince de abi neyin var sorusunu sadece yorgunum sözleriyle atlatıp tekrar yerine gelen neşesiyle arkadaşına yarenlik etmişti.

Şimdi bilgisayarında romanı kuzu kuzu yatıp kendisini beklemekteydi.

Oğuz'un dükkan açma saatini iple çekip sonunda aradı ve düşünceesini hiç saklamadan arkadaşının yüzüne vurup bekledi.

Geçen zaman pek de öyle uzun olmadı: “Ulan salak, aptal herif, o kızın zekası senin anlattığın kadarıyla ikimizin toplam zekasından fazla. Hadi abisi kendini uyanık sanan, salağın önde gideni ama kızın senin taktiğini yuttuğunu pek sanmıyorum. Ulan aptal herif, benim korkum senin ileride düşebileceğin hayal kırıklığı. Keşke karşılıklı aşk yaşasanız da gebermeden senin de mutlu halini görebilsem. Neymiş efendim körlüğünü yüzüne vurmuşum. Eğersiz beygir kılıklı adam, bana göre hala çocukluk arkadaşım Osman'dan başka biri değilsin. İki de bir ya ima ettiğin ya da yüzüme vurduğun o kör gözlerini al kıçına sok, şunu da iyi bil, bundan böyle beni düşünmeden, akılsız işlerinle üzmek için sakın arama.”

Avucunun içindeki alete boş boş bakıp dururken arkadaşına yaptığı haksızlığı düşündü.

 Nuray çevirdiği dümeni anlamış olabilir miydi?

Daha dikkatli davranması gerekiyordu, eğer biryerlerde kıvılcım çıkacaksa bunu kız çıkartmalı, aldığı ışığa göre davranmalıydı ve öyle de yapması gerekiyordu

Üstelik arkadaşını da boşu boşuna kırmış ve Oğuz cümlesini bitirir bitirmez hadi eyvallah dedikten sonra cevap vermesine fırsat tanımadan kapamıştı.

Bilgisayarını açıp romanını dinlemeye karar verdi ama önce tekrar çay demleyecekti.

Odasına döndüğünde uğultunun arttığını fark edip başını pencereye çevirdi.

Bardaktan boşanırcasına inen yağmur, asfaltın üzerinde iç gıcıklayıcı sesler çıkarırken, sokağın içine hırsla giren rüzgarın uğultusu Madam Şake'nin küçük bahçesindeki kavruk akasya ağacının yapraklarını dökmüş dalları arasından geçtiği sıra ıslıklar çalıyordu.

Pencere bina duvarının kırk santim kadar içindeydi ama arada geçen araçların fışkırttığı sular camı, çerçeveyi tamamen çamur içinde bırakmıştı.

Şimdi kendi penceresi dahil binanın giriş kapısı ve camı da temizlenecekti, gene de hayat güzeldi be! 

Önce canı kadın istedi, ardından sigara sonunda içkide karar kıldı ama saat henüz otuz beş buçuk Mahmut'un bile içki saati değildi.

Çüş ulan sen alkolik misin mırıltıları arasında bilgisayarın düğmesine bastı.

Kazın ayağı hiç de öyle gözükmüyor aklına devamlı içki gelirken hergün birahanenin kapısında sadece iki bira içeceğim sözü verip asgari beş birayla çıkan tavuk kıçı tövbe tutmaz Osman abinin oğlum aklına içki vilviliği girdimi asla doymadan çıkmaz sözleri gelince küfürü bastı ve yakın mesafedeki herhangi birinin duyabileceği şekilde ulan benim de adım Osman fakat bende irade denen birşey var tavuk kıçı tövbe tutmaz efendi bağırtısının bitiminde, açılan aleti romanını dinlemeye ayarladı.

Gene de yağmurlu havada, pencereden dışarıyı seyredip bira içmek çok güzeldi ama şimdi bodrum katından kör gözlerle ancak geçmişini seyredebilirdi ve bunun için de içkiye asla ihtiyacı yoktu.

Öğle üzeri ekmek almaya çıktığımda tekrar düşünecekti ama içten gelen bir tantanadır başladı, köpek öldüren mi alsam?

Zıkkımın pekini iç.

En iyisi akşam meyhaneye giderim şimdi adam gibi çayımı içip, kitap ne hale gelmiş ona bakayım.

İç kavgasını hiç uzatmadan bitirip mutfağa gitti ve döndüğünde güzel bir şeker kasesi almaya karar verdi, olası tekrar misafir geldiği takdirde şekerlik diye yoğurt kasesini bir daha önlerine koyamazdı.  

Bilgisayara oku emrini verdiği an sehpasının üzerinde herşey hazırdı.

Çay içerken kitap dinlemek hem de kendi kitabını dinlemek bambaşkaydı. Kulağından içeri dolan sesler, yazılanları yaşıyormuşçasına duygular uyandırıp, zamanın su gibi akıp gittiğini fark etmesine engel olmuş, kendine ancak yağmurun müsaadesi ile, duyduğu ezanla gelebilmişti.

Çay çoktan bitmiş, midesindeki yangı artmış, fena da acıkmıştı.

Kalkıp okumayı durdurdu ve pencereye bakıp yağmurun sesini dinledi.

Sabahki şeklinde olmasa da hızlı biçimde yağmasına devam eden yağmur, öyle sokaklarda dolaşabilinecek gibi değildi. 

Pazar gününden kalma dört şiş balığı vardı ve şeytan neresinden girerse girsin aklını çelemez, dışarıda boşu boşuna para harcamasını sağlayamazdı; montunu ekmek almak için sırtına geçirdi.

Markete girmek üzereyken, konserve dolma da almaya karar verip, içeri daldı.

Ekmek reyonuna yaklaştığı sıra, hemen oracıkta çene yapan kadınlardan birinin sesini tanıyınca  gülümsedi. Oğuz ile birlikte kendilerine mâl edip, Kartal'a yutturdukları kışlık sinemadaki olayı genç kızken yaşayan ve şimdi yaşını başını almış kadının sesiydi; sesin sahiplerinden biri.

Gerçek olay kışlık ve yazlık sinamaların semtlerde boy gösterdiği, henüz dünyaya yeni teşrif ettikleri yıllarda geçmiş bilahere zaman içinde büyüklerinden öğrendikleri bu hikayeyi ilk tanıştıkları arkadaş adaylarına devamlı anlatıp hava atar olmuşlardı.

Bazen bu şamatayı kendi yaşadığına da inanırdı.

 

Uzun yıllar önce kışlık sinemanın yerini banka şubesi yazlık sinemaların yerini otoparklar  gelmiş, şimdi yaşlı balıkçıların ve emeklilerin kahvehanede sohbet sırasında hazinle andıkları anılar arasındaki yerlerini çoktan almışlardı.

Başka isteğin var mı derken ve aynı anda yaklaşan çırağın sesiyle kendine gelip “Konserve dolma da alacağım” yanıtıyla gencin koluna girdi.

Market tamamen ezberindeydi ve içki reyonunun önünden geçtikleri sıra beynindeki çöreklendiği yerden fırlayıp karşısına dikilen ve arada sevdiği ama genelde nefret ettiği Osman, şuradan üç de bira kap dediğinde, tekmeyi savurduğu gibi kasaların arasına yolladı.

Konserve bölümüne geldikleri sıra o Osman arkasından hala şahane hayallerim var, aptallık etme diye bağırıyordu ama nafile.

Marketten çıktığı gibi, cadde üzerinden evinin bulunduğı sokağa doğru hızlı adımlarla yürüdü.

Bastonu sokağın köşesiyle aynı anda geceden başlayıp, sağnak halinde yağan yağmurun oluşturduğu minik sel sularıyla birlikte gelip tam köşede biriken kum ve her türlü çöp yığınına takılınca duraksadı.

Eğer bu asfalt denilen illet, medeniyetin ifadesi ise, lanet olsun böyle medeniyete diye düşündü.

Ana caddenin parke, ara sokakların arnavut kaldırımı olduğu günleri, çok iyi hatırlıyordu.

O yıllarda sokak köşeleri böyle moloz tutmaz, suyun çoğunu emen asırlık sokaklar, yüzlerce yıldır aşınmış taşlarıyla pırıl pırıl parlardı.

Harika misket oynarlardı, arnavut kaldırımı taşların arasında.

Ya şimdi?

Araçların artması sokaklarda futbol, yakar top, kukalı saklambaç, çelik çomak ve adını hatırlayamadığı birçok oyunun sonunu getirip, hatıralar bölümüne nakletmiş miskete gelince, o yetenek ve dikkat isteyen oyun, asfalta çizilen çizginin üzerine dizilen onlarca misketi tek vuruşla kaldırıp kazanılabilen bir oyun haline getirip, ilerisi için çocukları bir çeşit kumar hırsı kazandıran ve paraların döndüğü sokak kumarına dönüşmüştü.

Gençlik yıllarının başlarında bir tanesi hariç muhit kahvehanelerinden hiçbirinde çayına kahvesine dışında, para ile oyun oynanmazdı ama bugün asfalt üzerinde yetişen gençlerin tamamı okey masalarından başını kaldırmıyor ve kardeş gibi sevdiği, gerektiğinde kapalı gözle kavgaya belaya dahi girdiği arkadaşının parasını almak üzere beyin yoruyorlardı.

Ey asfaltı döktürenler, yok ettiğiniz tarih dışında, becerebildiğiniz işlerden biri de gençlerin şu andaki durumu, o döktüğünüz asfaltın üzerinde şahane kumar stajı yapıyorlar. 

Ya tepelerdeki korulukların, piknik yaptıkları mesire yerlerinin acınacak durumu.

Bak dostum bu kadar kahır yeter, hadi şu büfeden birşeyler al da acımızı paylaşalım. Markete dönme o çipil suratlı çırak ne zaman içki almaya girsen sanki kulağına dökecekmişin gibi alaycı bakışlarını üzerinden ayırmıyor, hadi aslanım, yürü be.

İçmeyeceğim ulan, banane be elalemin hatalarından. Bak asfaltın üzerinde bastonumu nasıl da rahat sallıyorum.

O senin dediğine züğürt tesellisi denir, istersen her pozisyonda sallayabilirsin; hadi gittikçe büfeden uzaklaşıyorsun.

İçki almayacağım, ebenin örekesine dek yolun var.

Hızlı adımlarla sokağın içinde yürürken, aniden yağmurun kesildiğini hissetti ve gösterdiği irade savaşından galip çıkmasının, yukarıdakinin de hoşuna gittiğine yorumladı. 

Haklı mıydı ne?

Cümle kapısından içeri adımını atmış tam duvarlara dayadığı paspasları yerlerine koymaya niyetlenirken, dışarıda kıyamet kopmuş ve yağmur tekrar tüm haşmetiyle başlamıştı.

Kulağına son gelen bitti kelimesiyle, kolundaki saatin kapağını kaldırıp, parmaklarıyla okudu. Roman bitmiş ve saat altıbuçuğa gelmişti.

Bu kitabın hangi safhasında olursa olsun hiç tatmadığı garip bir duyguya kapıldığını fark edip, öylece kala kaldı.

Kendini anlatmamasına rağmen içeriğinde yaşamışçasına, her anını sanki romanın kahramanıyla birlikte geçirmişçesine etkilenmiş daha da öte sanki malı hatta evladı gibi sevmişti.

Asla kendini beğenmekle ilgisi olmayan, çok başka bir duyguydu.

Kitabı basılmayacak belki de tutmayacaktı ama ne olursa olsun canıydı, kanıydı, evladıydı ve en garipsediği yeri ise bitti kelimesiydi.

Göğüs kafesinin sıkıştığını, boğazında soluğunun düğümlendiğini, gözlerinin dolduğunu anlayıp ne oluyor demeye fırsat bulamadan, başını dizlerinin arasına sokup ağlamaya başladı.

Hıçkırıyordu, evladını bile görme hakkı olmayan baba acısıyla.

Gözlerinden yaşlar oluk gibi dökülüyordu, gözlerinin önündekini görememenin sancısıyla.

Bunun Gökay'a dediği gibi, çölün ortasındaki ağacı görememeyle hiç alakası yoktu bu başka birşeydi.

Uzanıp tutamamak, göğsüne bastıramamak, sen benim kaderimsin, canımsın diyememekti; körlüğün tam manasıyla kendisiydi.

Her sabah gözlerini açtığı anda başlayan, kimseye belli etmemeye özen gösterdiği acılar,

aşağılanıp, itilip kakılırken, pislik muamelesi yapılırken gösterdiği sabır ve istemese de zaman zarfında kendiliğinden gelişen isyankarlık. Değişik bir kompleks, sağlıklı kişilere karşı duyulan şuuraltı kıskançlık veya her ne dersen de!

Başını kaldırıp bağırdı beni yağmurdan koruyan Tanrım neden gözlerimi kör ettin?

Saçlarını koparırcasına avuçlayıp başını tekrar dizlerinin arasına gömerek, gözyaşlarını dakikalarca döktü.

Öyle bir an geldi ki, hıçkırıklarına katılan titremeler sarsılmaya dönüşünce hemen önünde duran sehpayı yumruklayıp tekmelemeye başladı.

Canının yandığını hissetmeden sadece köpüren ağzından niye ben kelimeleri dökülüp duruyordu.

Hıçkırıkların seyrelmeye başladığı sıra çok yorgun ve halsizleştiğini anlayıp önce bilgisayarı kapadı ardından kapıyı kilitledi ve soyunup baş yastığının altındaki eşortmanlarını, dakikalarca arayıp bulduktan sonra giyinip yatağa girdi.

Uyandıran, sokaktan geçen ağır bir kamyonun motor gürültüsü ve tekerleklerin aşağıya yolladığı sarsıntı oldu, gayri ihtiyari kolundaki saatin kapağını açtı ve on buçuk olduğunu okuyup önce gece zannetti ama pencereden sızan ışığı fark edince de on beş saattir yatakta olduğunu anlayıp fırladı.

Hayal görüp görmediğini garantilemek için de önce pencereyi açıp sabah mı gece mi olduğunu dikkatlice süzerek durumu kavradı.

Boşalmış zemberek gibi dağınık ve sakin, mutfağa çay koymak için yürüdü ama kapıyı kilitlediğini hatırlamadan yaptığı hamle burnunun acımasına neden oldu.

Kahvaltısını edip, demlenmekte olan çaya göz attı ve birgün önceyi düşündü. 

Tabi ya, şekerlik almaya karar vermişti, giyinip hızla muhitin züccaciyecisinin yolunu tuttu;  getirip masaya bıraktığı şekerliği satıcı tam on iki liraya güya Romanya kristali diye kilitleyivermişti.

İlk yudumunu alıp gözlerini kapıya diker dikmez, bir gün öncesi aklına geldi.

Dokuz yıl içinde kaçıncıydı hatırlamıyordu ama son iki yıldır uğramadığı için neredeyse unutmuş, yeni hayatına alışmanın verdiği alışkanlıkla bundan böyle nöbet gelmeyeceğini düşünmüştü ama gelmişti.

Şimdi ise boşalmanın etkisiyle rahatlayıp, savaşma gücü yerine geri gelmişti.

Hayatta tek dikili ağacı yoktu veya şimdiye kadar olmamıştı ama bugün henüz bilgisayarın içinde de olsa bir kitabı vardı, tekrar ve daha dikkatlice dinlemeye karar verip kalkıp bilgisayarı açtı.

Dışarıda yağmur tüm şiddeti ile devam ederken, akşama kadar kitabını dinledi ve sonunda bazı anlatım eksikliklerine karar verip, baştan alarak ama satır satır düzeltmeler yapıp Kartal'a öyle geri vermeyi düşündü, işe hemen soyunmayacak günün geri kalanını kendine ve başladığı yeni kitabına ayıracaktı. Yiyeceği vardı, sadece soluklanmak için sokağa çıkmaya karar verip hazırlanırken, merdivendeki ayak sesleriyle duraksayıp geleni bekledi.

“Merhaba oğlum, dışarı mı gidecektin?”

“Evet Şake  teyze, sahile doğru şöyle bir yürüyecektim, istediğin birşey varsa alayım.”

“Sağol evladım, bizim kız noelini kutlamamı istedi de.”

“Noel mi, vallahi yılbaşıymış, bayrammış tamamını unuttum, sağ olsun ben de onun yeni  yılını kutlar ömür boyu mutluluklar dilerim.”

“Oğlum Beti sana naçizane noel hediyesi yolladı ve kabul ederse beni çok mutlu eder dedi.”

“Noel hediyesi mi, ne gereği vardı, hatırlanmak hediyenin en büyüğü.”

“Adettir oğlum sana Fransa’dan getirdiği şarap ve peynir yolladı, afiyet olsun.”

 Uzatılan poşeti alıp teşekkür etti ve biraz daha havadan sudan konuştuktan sonra giden yaşlı kadının ardından merakla poşeti açtı.

Harika ambalajlı litrelik şişe, iştahını kabartsa da masa üzerine bırakıp, özel kutusundaki peyniri açıp tadına baktıktan sonra götürüp buzdolabına koydu ve sokağa çıktı.

Yağmur kapşonunu, omuzlarını ve baston tutan elini döverken sahilde ağır adımlarla yürüyor aynı anda da elin evli barklı kadını, maziye gösterdiği saygıyla çocukluk arkadaşını hatırlarken yıllar boyu dini bayramlarda dahi hatırlamayanları düşünüp kahretti.

Eve döndüğünde, deliye hergün bayram misali benim de şişemin olduğu gün yılbaşıdır mırıltıları arasında şişeyi açıp, peyniri de sehpaya getirip beleş mezar bulsam girerim felsefesiyle, kafasına göre eğlencesine başladı.

İlk yudum ve lokmaların bitiminde Fransızlar’a karşı içinden hafif bir kıskançlık doğsa da, rakı ve balığın yerini tutmayacağına kanaat getirip, diğer Osman ile buluştu.

Sabah kuru bir gırtlak ile şişede kalanı dolaba götürürken, arsızlığına söylenip duruyordu.

Yağmurun ne zaman dindiğini bilemiyordu fakat gün ışımaya başladığı için, 

kimse henüz ayaklanmadan işini bitirmesi gerekiyordu; her zamanki gibi. Paspasları serip, kova ve süpürgesini tam aşağı taşıyacakken ilk kapının açıldığını duyup hızlandı.

Otobüs durağına yürürken de madem yılbaşı geliyor ancak Vezneciler veya Aksaray'da satış yapabilirim böyle günlerde kimse Şişli’de noel hediyesi iğne almaz hesabını yaptı ve ona göre araç bekledi.

İşe başladığı sıra biliyordu ki ancak karnını doyurabilecek kadar satış yapabilecekti, yine de akşama kadar uğraşmaya karar verip azimle dikilip ablalarım kardeşlerim, üç adet yorgan iğnesi yirmi beş adet dikiş iğnesi bir lira diye bağırmaya başladı.

Soğuk kemiklerine, iliklerine dek işlerken Nuray’ın hediyesi bere ve eldivenler oluşturdukları sıcaklık ile kesat günde moral katkısı verip, kaçmasını önlüyorlardı.

Çok nadir de olsa iş öylesine kesattı ki, artık kaçmak için bahaneler arayıp dururken çalan telefonu açtı.

“Zambırın dindi mi, serseri?”

“Dün aramayınca küstüğünü sandım, ne zambırım kaldı ne de zembereğim.”

“İşlerin nasıl, beni sulayabilecek misin?”

“Emrin olur, gerekirse bankadan çekerim. Buluşalım mı?”

“Akşam Şenol’un meyhanesine gel.”

Oğuz başka laf etmeden aleti kapayınca gülümsedi, namussuz herif azarlayıp, avantasını bulmadan barışmayacaktı demek.

Sırıtarak telefonu cebine koyarken yaklaşan birine mal satıp, arkadaşını geçici unuttu.

Akşam iş çıkış saatine değin beklemiş lakin ancak malının beşte birini satabilmişti. Otobüste asık suratla otururken, dünyasının ev meyhane ve iş arasında sıkışmış küçücük bir dünya olduğunu ve ne yaparsa yapsın büyütemeyeceğini ancak akıl dışı bir işe kalkışırsa hayatının değişebileceğini hesapladı.

Peki ama nasıl bir iş yapabilirdi ki?

Çantasını eve bırakıp, psikocandan beri biriktirip, deri koltuklardan birinin arka ayağının altına sakladığı parasından alana kadar aklılnda hep aynı soru vardı; ne yapabilirdi?

Oğuz ile buluşmaları gayet soğuktu ve porselen dişli garson başlarına dikilip, siparişini alana kadar  ne haber lan gibi erkeksi selamlaşma dışında laf etmediler.

Bardakları doldurup önüne koyan Oğuz: “Ulan bana bak, gözlerini kaybettiğin günden itibaren sendeki gelişmeleri fark etmediğimi mi sanıyorsun?”

 “Neymiş bende ki gelişmeler?”

“Kör olmadan önce takoz gibi biriydin. Laftan, sokuşturulan mecazlardan anlamaz hatta anladıklarına karşılık veremez, aptalca sırıtırdın ama gözlerinden sonra öyle kısa zamanda değiştin ki her sözden mana çıkartabilen, sözü boşver, ses tonundan insanları anlayabilen biri olup çıktın.

İyi hoş da bazen körlüğünü bahane ederek fazla ileri gidiyorsun.”

“Oğuz, senin söylediğin, yenilir yutulur şey değil, farkındasın sanırım.”

“Ne dedim ki?”

“Aşık olmaya çalışmak, düşün hele sorgusuz sualsiz, sen körün birisin demeye gelmiyor mu?”

“Ha şunu bileydin, tam göbeğine oturttun. Evet haklısın tam isabet, sana kör olduğunu hatırlattım ama arada fark var.”

“Körlüğün farkı mı olur be, gece karasının veya süt beyazının tonu mu var?”

“Dangalak benim konum fiziksel körlük değil, senin iletişim eksikliğini tamamlatabilmenin uyarısıydı lakin eline yüzüne bulaştırdın.”

“Ortada fol yok yumurta yok, bulaştırdığım birşey de yok.”

“Hiç kıvırmadan söyle, bu kıza yakınlık duyuyor musun?” 

Kadehini alıp yudumladıktan sonra, garsonun söyleşi sırasında getirdiği, uzun zaman suda kalıp süngerleşmiş tahta tadındaki köftesinden de ısırıp: “Evet desem yalan olur, hayır desem küllü yalan” derken, doğruyu söylediğine inanıyordu.

“Osman, dansözlüğün alemi yok, ışık mı sezdin?”

Yemekteki olayları tıoparlaması gerekiyordu. Kızın aile içindeki problemlerini ve düştüğü çıkmazı anlatarak kendisine bir çeşit mektup yazdığını ama yanılabileceğini de söyleyip sustu.

“Oğlum, sinekten yağ çıkartmak tam buna denir. Ulan ben de sana arada canım diyorum, şimdi bu yaştan sonra kalkıp kucağına mı oturayım. Sadece mutfaktaki ağlaması bence çok erken bir davranış ama kıza hak vermek lazım. Yine de sakın aklından çıkartma O’nun da sakat bir ağabeyi var yani sakatlıktan bıkan biri bence asla başka sakattan medet ummaz.”

Köfteler yenecek gibi değildi ama bu konu ancak ya evde ya da kimsenin sevmediği bu sakin meyhanede konuşulacağı için, umursamadan başka köfteyi ağzına atıp çiğnerken daha doğrusu iki dişi arasında bir çeşit yoyo oynarken, belli etmeden arkadaşının dizlerinin titreyip titremediğini kontrol etti; şerefsiz hazırlıklı gelmiş, hiçbir yeri titremiyordu.

“Osman, kız mutfakta ağlayarak, bilinçli veya bilinçsizce iletişim kurmuş olsa da yeterli değil. İşte aynı nedenden ötürü sıfat ne olursa olsun çalışmaya mecbursun. Anlatmak istediğim, kızla göz ilişkisi kuramadığına göre bu çeşit iletişimlerden faydalanıp, ilişkini güçlendireceksin, yani aşık olmak desek de,  çalışacaksın.”

Arkadaşının kastını anlamış, daha da öte tüm umutları hayalleri yıkılmaya yüz tutmuştu fakat açık bir kapı vardı ve Oğuz onu söylemeye çalışıyordu.

Oğuz aniden garsonu çağırıp gürledi: “Hacım, canını seveyim al şu köfte diye getirdiklerini de şu mostrada gözüken istavritlerden ortaya adam gibi bir tabak yaptır, hadi porselen dişlerine kurban olayım” derken, önündeki tabağın kaldırıldığını hissetti.

Yalnız kaldıklarında hala kendi kendine söylenen arkadaşına “Ulan şimdi boşu boşuna köfte parası ödeyeceğim, alt tarafı iki duble rakı içeceğiz ne lüzumu vardı.”

“Zor öderim, iyice cıvıttılar; her neyse bak şimdi, günün modasına uyup seninle beyin fırtınası yapalım. Öyle imkansız işe dalmak istiyorsun ki neresinden tutarsan tut, boklu değnek. Ağabeyi var, başta kendinden, ziyadesiyle babasından ve sağlıklı cıvıl cıvıl olduğu için şuuraltı da olsa kız kardeşinden hatta çalıştığın için, tanıştıktan sonra senden ve toplamda tüm dünyadan nefret eden bir adam. Baba var, erkekler dünyasına sokamadığı ve geçmişinden taşıdığı kültürle acısını belli etmemeye çalışsa da aynı kültürün etkisiyle, oğlundan nefret eden bir adam. Sen anlatmamış olsan da tam ortada kalmış bir anne ve başı kesik tavuk misali çırpınıp duran bir genç kız. Tanrı aşkına söyle, seni nasıl kabullensinler.”

“Kendine gel, kız istemeye mi gidelim dedim.”

Ortaya tepeleme dolu balık gelene kadar tek kelime etmediler. İkisi de kendi dünyasına dalıp, gelen balıkla uyanmışlardı.

Değiştirilen servis tabağına balık koyan Oğuz: “Keşke o gün gelse de bizim hatunu alıp sana kız istemeye gitsem. O aşamaya gelene kadar, başından olası geçecekler beni kaygılandırıyor. Sana soruyorum, bunların tamamen farkında mısın, şimdi hiç kıvırmadan söyle, göğüs gerebilecek hatta hayır şamarını suratının tam ortasına yediğinde dayanabilecek misin?”

“Senin düşüncen ne?” 

“Osman, bana göre sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun ve ben sadece ilerideki hayal kırıklığından korkuyorum, hepsi bu.”

“Yani bana sapıtacağımdan korktuğun için güvenmiyorsun öyle mi?”

“Saçmalama be, gönül bu gönül. Tabanı elinde içki şişesiyle dökülen birkaç damla göz yaşı, tavanı şizofreni. Hatırlasana yukarı sokaktaki kadının oğlunu, hikayeyi biliyorsun, ilaçlarını almadığı zaman anadan doğma soyunup ortalara düşüyor. Ya aşkları yüzünden alkolik olan arkadaşlarımızın sayısını düşün hele. Aradaki makasın ne denli açık olduğunun farkında değil misin, benim korkum kendini ziyadesiyle kaptırıp, umutsuz vaka olman.”

Bir yudum içti, iki istavriti ardı ardına mideye indirdi ve gene istavritten yapılmış çirozdan da alıp, kazandığı zamanı en iyi şekilde değerlendirmeye karar verdiğinden, biraz daha düşünüp, şarjöründe hiç mermisi bitmeyen silahını kullanmaya karar verip, gözlerini karşısındaki karaltıya dikti.

“Oğuz ben sapıtsaydım, gözlerimi kaybettiğim zaman sapıtır, ya şu semtin şamar oğlanı olur ya da kendimi kocaman bir taşla denize bırakırdım. Şu an bile gönül olayı dışında, iğne ve kalemin yanı sıra başka işleri araştırırken, bana güvenmemeni gerçekten çok yadırgadım. Yaratan bana öyle bir sille vurdu ki, aşk mevzularının en kötü senaryosu belki beni sallayabilir lakin asla yıkamaz, çünkü moloz sadece molozdur ve yıkılacak yeri yoktur.”

Temcit pilavı gibi aynı makamı sürdürse de sözler gereken etkiyi yapmış ve hiç tepki görmemişti ama arkadaşının titreyen bacakları, olası patlayacak kasırganın habercisiydi ve artık bu konuyu kapaması gerekiyordu.

“Beti'yi hatırladın mı?”

“Konumuzla alakası ne?”

“Bana Fransa’dan, yılbaşı hediyesi şarap ve peynir getirip, annesiyle ulaştırdı.”

“Helal olsun kıza, zamanında orasını burasını mıncıklayacağız diye atmadık takla bırakmazdık. Doğrusunu söylemek gerekirse, hangimiz aşık değildik, yalan mı?”

“Gerçekten de vefalı kızmış, Tanrı sahibine bağışlasın.”

“Bırak şimdi Beti'yi sen bana kafanın içinde iş konusunda neler tasarlıyorsun onu söyle bir de şunu belirteyim, o kızın sana yakınlaşması karşısında sakın hezeyana kapılıp afaki davranışlarda bulunma, suyu bırak kendi mecrasında aksın, zaman herşeyi yoluna koyar.”

“Aynen senin gibi düşünüyorum. İş konusuna gelince, Oğuz böyle devam edemez, oturduğum apartmanın yaşı elli, yarın öbür gün yıkıp yenisini yapmaya yeltendiklerinde bu gelirle hüsrana uğramamam için neden yok. Yedek işler bulmam lazım.”

“Önce harcamalarına dikkat et. Ciddi çalıştığın zaman kazandığın parayı biriktirirsen, kısa zamanda başını sokabilecek biryere kavuşur, son günlerinde de rahat edersin. Bana da numara yapma, ulan adam gibi söyle, doğru dürüst çalıştığında ayda ortalama kaç satıyorsun ve tanesinden kaç para kalıyor?”  

Ne güzel Beti'den konu açılmışken şimdi bu herif, sekiz yıldır sormadığını sorarak neyi kast ediyordu ki, her zaman kafasının içinde kırk tilkinin kuyruğu birbirine dolanmadan dolaşırdı ama bu tilkileri kendi için kullanmaz başkalarına tevcih ederdi.

Öyle ya, geçen sezon sattığı kalemlerden artan parayı bankada biriktirdiğini öğrendiğinde, rakam sormadan sadece sırtını okşamıştı, şimdi bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü muhabbetinin esası neydi?

“Havalar düzgün gittiğinde aylık ortalamam günde yüz taneden aşağı düşmez ve tanesinden seksen üç kuruş kalır ama hiçbir zaman dediğimi tutturamam. Artık otobüs kartım var, bu da bana net seksen üç lira ortalama demektir, dedim ya kazın ayağı öyle değil.

“Yani adam gibi çalışabilirsen, ayda cebine iki bin dörtyüz doksan lira girebilir öyle mi?”

İşler sarpa sarıyordu, aşk fırçası yiyeceğim derken, dönüp dolaşıp iş har vurup, harman savurduğu paralara gelmişti ve kaçarı yoktu.

“Hesabı anında yaptığına göre öyledir.”

Dizinin titremesi bitmiş, hiç oralı değilmiş gibi masaya dalan arkadaşı önce Beti şimdi ne karı olmuştur dediğinde salvoyu geçiştirdiğini sandı ama “Bana göre hakkın olsa da elektriğe, suya para vermiyorsun kiran da yok, şimdi öğrendiğime göre bilete de para verniyorsun. İlk üç seneyi boş ver, atlattığın bela hazmedilecek lokma değil fakat son beş yılda adam gibi yaşayabilseydin şimdi tek oda salon da olsa, kafanı sokabileceğin bir evin vardı. Henüz yaşın daha çok genç, jetonun biraz geç düşmüş olsa da, inanki çok sevindim.”

Birşeyler yumurtlayacağı belliydi. Fırça bölümünü kısa tutması, kafasının içinde hazır planlar olduğunun emaresiydi ve inşallah yanılmıyordu.

“Şimdi beni iyi dinle, dünyanın mütahiti ile iş yapıyorum. Günümüzde ev almak öyle zor değil. Yirmi, otuz bin peşinat verdin mi sana göre ev istemediğin kadar var, kalanını da banka kredisi ile ödersin.”

Sinirlenmişti, dalgamı geçiyorsun derken hırsla kadehine saldırdı. Yudumunu alıp, elindeki bardağı bırakmadan “Neredeymiş o kadar para, bana hangi banka kredi verir, hiç mi televizyon reklamı seyretmiyorum sanıyorsun.”

“Salaklaşma, herşeyin yolu yordamı var. Madem niyetlendik, bundan böyle ayda asgari binliği bankaya adam gibi hiç sağa sola bakmadan yatıracak, birahanedeki kocalarından kesinlikle kurtulacaksın. Şimdi gelelim Beti'ye, ulan birgün saklanbaç oynarken zulalandığı yerin arkasındaydım ve o eğilmiş, gözükmemeye çalışıyordu; neler gördüğümü bir bilsen...”

Meyhaneden çıktıklarında elinde kalan balıkların olduğu bir poşet vardı. Oğuz'un arabasına kadar yolcu etmeye karar vermiş diğeri de hiç itiraz etmemişti.

Kapıyı kapamadan önce “Bana bak, sakın içki denen bu meredin artık kölesi olma, bak şerefim üzerine, tüm mukaddesatıma yemin ederim, birkaç senede ev sahibi olacaksın” dedikten sonra sarılıp ayrılmıştı.

Eve doğru giderken, porselen dişin attığı kazığı düşünüyordu.

Namussuz herif, yemin billah ederek köftelerin acısını balıktan çıkartmayı çok iyi bilmiş, tüm ısrarlarına rağmen hesabı ödeyen arkadaşı da fazla üstelememişti.

Köşeyi döner dönmez, tek ama sadece gündüz ile geceyi ayırabilen gözüne giren farların delici ışıkları ve motor gürültüleri ile karşılaşınca sahile indiğini ve dalgınlıkla yolunu şaşırdığını, hatta aşırı dalgınlığı sebebiyle araçların kulak tırmalayan gürültülerini dahi fark etmediğini anlayıp, kısa süre panik yaşadı.

Ayakları tam aksi istikamete getirmiş, elinde poşet kaldırımın üzerinde öylece kala kalmıştı.

Tek tük düşen kar taneleri, havada valsler yaparken, madem buraya kadar geldim biraz da sahilde gezineyim fikri ile, geçmekte olan birinden yardım isteyip, karşıya geçti ve yakınlardaki banklardan birine oturdu.

Hemen iki metre önünde zifir karası deniz, uzaklarda ise göremediği ışıl ışıl karşı sahil vardı. Hayalinde ve rüyalarındaki yakamozları da seçemiyordu ama tamamı yerli yerindeydi ve bunu bilmek de azap veriyordu.

Çok sevdiği yakamozlar kafasının içinde sahne alır almaz, ev yerine buraya getiren ayaklarına tam söylenecekken, bunda da bir hayır vardır, kader sahile inmemi istemişse en azından başka şeyler planlamamı arzulamıştır düşüncesi ile kendini sakinleştirdi.  

Beresini kulaklarından aşağı indirip eldivenlerini de yokladıktan sonra ilk aklına gelen acaba gerçekleşebilir mi sorusuna yanıt aradı.

Gerçek dost, tamamen iyi niyet, ileride başına gelebilecekleri karşılayabilir miydi?

Ya kredinin herhangi safhalarından birinde çalışamaz duruma düşerse?

Sanmıyordu ama işin içinde alkolde boğulma tehlikesi dahi vardı.

Ev gerçekten de elli yıllıktı, Oğuz'u oyalamak için anında uydurup ortaya attığı masal, birden hakikate dönüşüp kendi eliyle kendini bağlamıştı.

Belki de  arkadaşı bu teoriyi yıllardır kafasının içinde tutup, açacağı günü kolluyor olabilirdi ama imkan ihtimal yoktu.

Öyle ise niye şerefinin, mukaddesatının üzerine yemin etmişti ki?

Hayır hayır, bu namussuz herif ciddiydi be.

Ortadaki esas gerçek, kendi maçasının sıkı mı yoksa gevşek mi olduğu üzerineydi.

Akşamları ortaya çıkan ve eski bebek arabasına yerleştirdiği büyük kazanın içinde çeşitli bira ve meşrubat satan çok iyi tanıdığı, itfaiye emeklisi, kaytan bıyık Vedat abinin sesini duyar duymaz, içten gelen dürtüyle sevindi. Yanında tesadüfen kızarmış balık bile vardı ve bu gece şans gecesiydi.

“Vay Osmancığım merhaba, yalnızları mı oynuyorsun?”

“Hava alayım dedim, biran var mı?” 

“Olmasa da gider alırım, delikanlı üzülür mü hiç. Bira da var votka da var, hangisinden olsun?”

“Eğer erken döneceksen tek bira ver ama Bebek Parkı’na uzayacaksan iki bira ver.” 

Aşiyan’a dek giderim diyen adamdan biraları alıp, uzaklaşan adamınm çıkarttığı gürültülerin bitimine kadar dinleyip, kendi dünyasına döndü.

Adam gibi bir fabrikada çalışsa, amiyane tabiriyle gözünü karartıp, hiç düşünmeden dalardı ama yağmuruydu, hastalığıydı, kazasıydı, belasıydı her türlü aksiliğin ince eleyip, sık dokuduğu acımasız dünyada bankanın yolladığı icra memuruna nasıl dert anlatabilir, o küçümseyen bakışlı avukatlara söyleyecek söz bulamazdı.

Ev aldığını öğrenseler acaba ailesi denen akreplerden koltuk çıkan biri olur muydu yoksa dört gözle tedavülden kalkacağı günü, badem gözlü olmasını mı beklerlerdi.

Birasından iki yudum alıp, Oğuz'a, ancak teorideki bir gelişmeyi fazlasıyla ciddiye almasından ötürü, söylendi durdu. Ağzına attığı istavriti çiğnerken de ulan eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürdün, şimdi ayıkla pirincin taşını.

Gerçekten de şanslı günündeydi, uzaktan gelen geminin düdük sesi, daldığı çıkmazdan kurtarıp oturduğu banka dönmesini sağladı.

Burnuna konan kar tanesine, adam yerine koyduğu için teşekkür etti.

Üst üste aldığı yudumlar içini ısıtacağına daha da üşümesine sebep olunca ani karar verip, biten şişeyi bankın altına saklayıp kalktı.

Yatağına girene kadar düşünmemeye çalıştı, hemen uyuyarak da kafasının patlamasını önledi.

 Sabah Vezneciler'de işe başlar başlamaz aynı mevzu hafifçe yokladıysa da günün bereketi unutmasını sağladı hatta yanından geçen iki kadından biri evlerden ırak diğeri de Allah çoluğumun çocuğumun başına vermesin sözlerini de gülümseyerek karşıladı ama akşama doğru malı tam bitmek üzereyken ulan neden elli kutu kalem de yanına almadın az da satsan kazancının tamamı kalır, nasıl olsa iğneden nafakanı çıkartıyorsun.

Bir saat kadar sonra, soluk soluğa arkadaşının dükkanından adımını atar atmaz, selam vermeyi dahi unutup düşüncesini nakletti.

“Osman vallahi proje içki masasında kalacak diye çok korktum ama madem ciddisin akşam iki bin kadarını yükleyip senin eve atalım; hadi hayırlısı.”

Masanın altına dizdikleri malı arkadaşı tekrar sayarken gidip akşamdan kalan birayı getirip ikram etti ama düzenbaz herif Beti'nin şarabından isteyince, açılmış şişe kendine kaldı.

Ertesi gün saat dörde kadar Vezneciler’de çalıştıysa da kalem işi ters tepince, Şişli'nin yolunu tuttu.

Akşam on sularında otobüse binip oturduğu yerde ısınmaya çalışırken çantasında elli kalem yüz iğneden eser yoktu.

Demek oluyordu ki malın gidişine göre, gün içinde iki ayrı noktada çalışması gerekiyordu ve öyle de yapacaktı.

Aniden ön koltukta oturan adamların konuşması gayri ihtiyari dikkatini çekince dinlemeye başladı.

Biri: “Sana askerliğini ödersen emekli olursun demedim mi?”

Diğeri: “Abi yirmi ay dünyanın parası tutuyor. Evin üç yıllık kömür parasından fazla.”

İlki: “Biraz sık dişini, bugünlerde sigortalı iş bulmak çok zor. Şurada kalmış on dokuz ay yani askerliğinin tam karşılığı. Çor yok çocuk yok, kömür parasını yatırsan da emekli olup aldığın maaş ile tekrar geri alırsın.”

Çevresindeki insanlar biraz dikkat etseler kontra yumruk yemiş boksör misali abandone olduğunu anlarlardı.

Biliyordu, biliyordu askerlik borçlanmasının varlığını ve az da ödenmiş olsa sigortası vardı.

Acaba askerden önce ve o şerefsizin yanına girmeden evvel ne kadarı ödenmişti?

Yok yok ödenmemişti, gösterilmiş ama prim yatırılmamıştı.

Acaba o yatmamış günleri kendi ödeyebilir miydi?

Bunun cevabı SSK’da yatıyor ve ertesi sabah veya en kısa zamanda gitmesi gerekiyordu. 

Askerlik borçlanmasını unuttuğu için, sabaha dek uyuyamayacak, yatağında dönüp dururken kendine etmediği küfür kalmayacaktı. Oğuz dahil bunu kimse akıl edememişti ama suçlu varsa kendinden de başkası olamazdı.

Tabi ya, aklı başında birçok arkadaşı ilk günlerde defalarca sormuşlar ama hep son çalıştığı yerdeki şerefsizin sözleriyle karşılık verince, kimse üstelememişti.

Tüm mesele primlerini ödemeyen imansızların yükünü üstlenmesine müsaade edecekler yahut aklı başında nasihatlerle yönlendirebilecekler miydi?

İşin en zor tarafı da, karşısına dikileceği memurun o anda eşref saatinde olmasıydı.

Birden sinirlendi, herifin saatinin hiç önemi yoktu çünkü Osman dokuz yıl önceki Osman değildi ve artık itile kakıla ve şansa da olsa koca kafalı kadından hak aramayı öğrenmişti.

Son defa düştüğü boşluktan ötürü olası kaybettiği yıllar için kendini kalaylarken, “Abi Rumelihisarı’na geldik inelim mi” diye arkadaki arkadaşına bağıran sesi duyar duymaz, dalgınlıkla beş durak geçtiğini fark ederek “İnecek var” diye bağırdı.

Yatağa girer girmez de bu emeklilik işini şimdilik kimseye açmayıp ihtimal karşılaşabileceği olumsuzluklardan başkalarının üzülmesine meydan vermemeye karar verdi, bir de SSK’ya yılbaşından sonra gidecekti çünkü son birkaç günde kalem işinin Şişli’de çocuk hediyesi olarak iyi iş yapabileceğini düşünüyordu.

Tahmin ettiği gibi sabaha dek yatağının içinde döndü durdu. Arada daldıysa da karşısına çıkan memur sıfatındaki Bengal kaplanıyla bazen boğuştu bazen de arkasına bakmadan kaçtı.  

Ertesi sabah, yılbaşına iki gün, çantasında ise yüz elli kutu vardı ve umutluydu.

Akşama değin tek tük satış yapıp umutlarını yitirmek üzereyken, saat yediden sonra başlayan furyalarla malını bitirdi. Ulaştığı sonuç, Şişli insanının alışverişi gece yapmasıydı.

Akşam çayını demlemiş, günlerdir ilk defa bilgisayara oturmaya niyetlenmişti ki birden aklına Nuray geldi.

Arada fazla zaman yoktu ama kalem önerisinden beri de hiç aramamıştı.

Oğuz haklı mıydı ne!

Kalkıp aleti açtı ve yeni kitabı için, besmele çekip oturdu.

Niyeti domates, biber yanlışından kurtulmaktı ama böyle başlangıç olmaz saplantısıyla tüm sayfayı sildi.

Kahramanlarını henüz küçük birer çocuk yaşlarındayken alıp, okuyucuya nasıl yetiştiklerini anlatarak konuya girecekti.

Küçük çocukların henüz minicikken, birbirlerine alışması amacıyla ata bağlandığını ve okçuluk eğitimlerinde, dizlerinin arasına ağır taşlar sıkıştırılıp öyle ok atmasını öğretildiğini hatırlamasa da bir şekilde öğrendiği için, kitabının girişini bu konuyla yapacaktı.

Aklındakileri yazıp, ileride düzeltirim hesabıyla, üstelemeden bilgisayarı kapadı.

Senenin son sabahı malını yüklenip, bankanın yolunu tuttu. Cebine ayırdığı onluk dışında tüm birikmişlerini yatırdıktan sonra Şişli'ye uzadı.

Cadde üzerinde telaşlı insanların koşuşturmaları arasında “Yavrunuza, kardeşinize, sevdiklerinize yılbaşı hediyesi, yirmi dört adet pastel boya kalemi beş lira” diye bağırmaya başladı.

Yanından hızla gelip geçenler bazen kısa süre duraklayıp malı kaparcasına alıp gidiyorlardı.

Başında toplanan olmasa da tatmin edici aralıklarla satış devam ederken önce Oğuz arayıp, yeni yılını kutladı. Her yıl olduğu gibi geceyi ailesiyle birlikte geçirecekti.

Karşılıklı ama erkeklere has tabirlerle birbirlerini tekrar kutlayıp telefonu kapadı.

Yarım saat geçmeden Kartal da arayıp, az sonra uçağa bineceğini ve arkadaşlarından kurtulur kurtulmaz uğrayacağını belirtip, aleti kapadığında aniden içine hüzündür çöktü.

Nedenini bilmiyordu veya fikir yürütmek istemiyordu ama belliydi.

İçindeki sıkıntıyla mal satmaya çalışırken, son defa elini çantasına attığında, malın bitmek üzere olduğunu fark etti, saat de neredeyse altıyı bulmuş, karaltıların yanından geçişleri daha da  süratlenmişti.

Yanına hızla yaklaşan karaltı abi iki tane ver dediğinde hemen uzattı ama bu sefer de genç ses abi elli lira dedi ve parayı hiç düşünmeden alıp üzerini verirken yaşlıca kadına ait ses bana da iki tane ver ama benimki de ellilik sözlerine hiç birşey demeden alışverişini yaparak elliliği az öncekinin yanına tepiştirdi.

Dakikası geçmeden de huylanıp paraları çıkartarak, geçen birine kaç lira olduklarını sordu. Aldığı yanıt iki tane yirmilikti.

Neyseki tokatçıların insaflısına rastlayıp, işi altmış lira zararla kapatmıştı ama yıllar süresinde edindiği tecrübe bu kargaşada işe yaramamış, şirket halinde çalışan zarfçıların tuzağına düşmüştü.

Sesi soluğu kesilmiş, mal mal çevresine bakınırken önce biri yanaşıp üç tane aldı ve yirmiliği başkasına da gösterip ayrıldı.

Hemen ardındann telefon çalınca, yine ne istiyorlar diye asabı bozuk vaziyette açıp, Kartal olduğunu sandığı kişiye sert bir ses ile alo dedi.

“Osman merhaba canım.”

Aman Yarabbim, Nuray arıyordu ve gene canım diye hitap etmişti, biraz evvelki şokun etkisiyle, sert bir tonda merhaba cevabını verdi ama aklı başına geldiğinden bin pişman.

“Osman, hasta mısın?”

Allah kahretsin, yaptığı kabalığı kız fark etmişti ve hemen düzeltmesi gerekiyordu.

“Kusuruma bakma Nuray, az önce yılbaşı hediyesi, bir çeşit diyet ödedim de biraz moralim bozuk, tekrar özür dilerim.”

“Anlamadım canım, ne diyeti?”

“Gözlerimin diyetini Nuray, gözlerimin.”

“Canım hiç aklım ermedi ama eğer müsaitsen akşam saat dokuz sularında sana uğramak istiyoruz, geldiğimizde tafsilatlı anlatırsın, Osman gece için programın var mı?”

“Hayır, başım üzerine bekliyorum.”

“Osman tek kuruş harcama çünkü biz herşeyi tamamladık, çay dahi koyma hadi bay bay.”

Uyanık kız cevap vermesine fırsat tanımadan kapayınca, bir telaştır başladı.

Daha beş dakika önce tebessümle biraz da alay ettiği insan koşuşturmalarına şimdi kendisi de katılmış, yürüyebildiğince hızlı durağı aramaya başlamıştı.

Tıklım tıklım dolu geçen otobüslere binemeyince, hemen panikleyip taksi tuttu.

Verdiği taksi parasına hayıflanacak zaman bulamadan, evini gözden geçirip, aklınca düzeltti.

Parfüm sıkıp, sobasını da yaktı ve soluk soluğa saatini kontrol etti, gelmelerine daha bir saat vardı.

İki yumurta kırıp, mutfakta yedikten sonra aceleyle tavasını da yıkayıp, odaya geçti ve aynı anda içindeki Osman ulan ne güzel Beti'nin şarabını halledecektik diye homurdandı.

Tekrar panikleyip, şarabı dolaptan çıkartarak sakladı.

Gelecek kişileri hoş karşılamak amacıyla televizyonda müzik kanalı açıp, gömlek ve kazağını da değiştirdikten sonra beklemeye başladı.

Dışarıda duyamadığı çelik baston sesini apartman içinde duyar duymaz da kapıya çıktı.

On dokuz basamakta yankılanan seslerin bitiminde “Osman merhaba, yeni yılını kutlar, ömür boyu mutluluklar dilerim” diyen genç kız, boynuna atılıp yanaklarından öptüğinde, kendinden geçer gibi olduysa da hemen toplanıp misafirlerine yol verdi.

Gökay ile sarılıp, kutlamalarının akabinde Nuray: “Osman, vaktimiz az babama havai fişekleri seyretmeye gideceğiz diya maval uydurduk, Üç dört tane tabak getirir misin.”

Duraksadı, birşeyler demesi gerekiyordu ve “Boşuna masraf ettiniz, misafir siz olduğunuza göre alışverişi benim yapmam gerekmez mi” derken mutfağa doğru yürüdü.

On dakika geçmiş ve sehpahanın üzeri türlü türlü çerez ve meyvelerle donatılmıştı.

Suratının asıklığını fark eden Gökay: “Birader eğer bizi hala misafir statüsünde görüyorsan, tası tarağı toplayıp gidelim ama biz seni kader arkadaşı olarak görmekteyiz ve bu da asla değişmeyecek.”

Bir taşla iki kuş vurmaya niyetlenip: “Gökay asla böyle düşünme, olay bildiğin gibi değil. Bunca yıllık tecrübeme rağmen, kardeşin telefon açmadan önce fena kazık yedim. Nuray hatırlarsan sana da diyetten bahsettim.”

Başından geçenleri anlatıp bitirdiğinde Nuray: “Allah belalarını versin, senden ne ister bu hayvanlar. Senden çarptıkları erimiş kurşun niyetine boğazlarından içeri aksın.”

‘’Üzülme Tanrı onların cezasını diğer tarafta verir.”

‘’Sen ne diyorsun Osman, abimi seni ve olanları gördükçe, inancım da kalmadı.”

“Öyle konuşma Nuray, bizim çektiklerimiz diğerlerine ders olsun amacıyla uygulanmaya konmuş ama gel gör ki anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.”

Gökay: “Boşversene arkadaşım, hiç niye ben diye kendi kendine sormadın mı?”

“O kadar çok sordum ki, cevabı tabi ki seni dahi buldum.”

Nuray: “Hey bu gece yılbaşı gecesi, tüm seneyi somurtarak mı geçirmek istiyorsunuz. Osman sana danışmadık ama biz gelirken şarap da aldık, birlikte birkaç kadeh parlatalım mı?”

Hiç ummamıştı, gülümserken de “Helal olsun size” dedi.

Kardeşler de kulaklarıyla gördüğünün farkında değillerdi. Şişeyi poşetten çıkarırken çıkan ses yedeğim de var diyordu.

Birkaç yudum sonra, Gökay'ın isteğiyle, dansöz oynatacak kanalı açtı, genç adam ekrana pür dikkat kesilmişken kardeşiyle de sohbete dalıp gitti.

Havadan sudan ve nihayetinde işten bahsediyorlardı.

Nuray kalem işine babasının dahi hayret ettiğini arada ulan kedi olalı fare tutabildin sözleriyle hem alay edip hem de takdir ettiğinden dem vuruyorlardı.

Kapı vurulunca, gayri ihtiyari gir dedi.

“Merhaba evladım, misafir kabul ediyor musunuz?”

Gelen Şake teyzeydi ve başının üzerinde yeri olsa da son beklediği kişiydi.

Hiç bozuntuya vermeden anında fırlayıp “Hoşgeldin Şake teyze, seni Nuray'ın yanına alayım” derken elini de uzattı.

Yaşlı kadın sehpadaki bardakları görür görmez, elindeki poşetten şişe çıkartıp “Osman bu da benim noel hediyem” diye şişeyi ortaya bırakınca hava aniden ziyadesiyle ısındı.

Tanıştırma faslı bitmiş, ortalığı  ölüm sessizliği kaplamıştı.

Şake teyzenin “Oğlum bu duvarlara ne yaptırdın’’ lafı çok garipti ama laf açmaya da yetmişti.

 

“Ben birşey yaptırmadım teyze, pencerenden görmüşündür üst katta oturan Kartal adında bir arkadaş var, kendi ofislerine yaptırırken artan malzemeyle benim odayı da yaptırdı; manto muymuş neymiş.”

 Nuray: “Osman bu manto değil iç izole, mallar rutubetlenmesin diye babam da yaptırdı, manto dış cepheye yapılıyor.”

Demek Kartal lehine de olsa izahat yerine kandırmayı seçmişti. Üzülmesine gerek yoktu ve herkesten aynı davranışları bekleyemezdi.

Mutfağa koşup, yaşlı kadının önüne bardak getirip bırakırken “Kusura bakma teyze şarap kadehim yok, idare ediver.”

“Saçmalama çocuk, Ornik'im ölene kadar içkisini su bardağında içerdi.”

Yaşlı kadının son sözlerinin takibinde, konu aniden maziyw dönüp birlikte hatıraları dinlemeye başladılar, ta ki televizyonda dansöz çıkana kadar.

 Gökay'ın gözlerini ekrandan ayıramadan ha bire çerez atıştırıp, üstüste yudumlar alması dikkatini çekti, uyarması gerekiyordu.

“Gökay araç kullanacaksın, biraz hızlı gitmiyor musun?”

“Osman benim ehliyet H tipi ama bu gece arabayı kardeşim kullanacak yani senin anlayacağın benim ehliyet pilot brövesi olabilir.”

Gülüşmeler sırasında Nuray “Osman ben içmiyorum” dediğinde içi rahatlayıp, senaryo gereği özür de diledi.

Zaten kızın içip içmediğini görmesinin imkanı yoktu, siyah zemin üzerinde kırmızı şarap dolu bardağın, ele alınıp alınmadığını fark edemezdi.  

Sıklaşmış soluklarıyla Gökay dansöz seyrederken, iki kadınla tekrar muhabbete daldı.

Bu arada Nuray’ın da kalkmaya hiç niyetinin olmadığını fark edip, telefonda vaktimiz az kelimelerinin aynen Kartal'ın ki gibi masum bir yalandan ibaret olduğunu anlayınca kendi kendine  gülümsedi.

Gökay bardağında kalanı fondipleyip, oturduğu yerde göbek atmaya çalışırken, yılbaşı ziyaretinin yanlış kanaatte de bulunmuş olsa da esas sebebinin özgürlüğe kaçış manevrası olduğunu düşündüğü sıra tekrar kapı vurulunca, gelenin kimliğinden emin ”Girsene be” diye bağırdı.

“Merhaba Osman, misafirlerin de varmış, herkese merhaba.”

Tanışma faslını bitirip, mutfaktan elinde bardakla döndüğü sıra ikinci şişeyi açma işini Kartal'a yüklemişlerdi bile.

Sonunda yılın döndüğü an geldi.

Televizyon stüdyosunda eğlenenler sıfır dedikleri an ayağa kalkıp önce ağlamaya başlayan yaşlı kadını hem kutladılar hem de niçin ağladığını bilmeden teselli ettiler ardından birbirlerini kutladılar ama bu sefer de Gökay makaraları koyverdi.

Şimdi biraz geriden Nuray ve Kartal'ın içki tetiklemesi de olsa Gökay’ın girdiği nöbetten çıkartmak için, verdikleri uğraşı izliyordu.

Çalan telefon kimindi?

Alo sesiyle Şake teyzeninki olduğunu anladı.

Kadın bir süre Ermenice konuşup hıçkırdıktan sonra Türkçe kızım ben Osman'ın evindeyim sözlerinin ardından biraz daha konuştuktan sonra “Oğlum, Beti noelini kutlamak istiyor” derken aleti uzattığını tahmin ederek elini uzattı. 

“Alo Osman merhaba, noelini kutlar ömür boyu mutluluklar dilerim. Nasılsın, mamam yaralandığını söyleyince, beynimden vurulmuş gibi oldum. Yüce Tanrı ve Meryem anamız seni korusun, iyileşmen için kilisede onlarca mum yaktım, şimdi iyisindir inşallah?”

Sesi güven dolu  ve genç kız zamanından gayet net üstelik şen şakraktı.

“Beti önce ben de senin yeni yılını kutlar aynı temennileri dilerim. Yaralarım tamamen iyileşti hatta yolladığın merhem bir hafta önce işe çıkmamı sağladı, ayriyeten ince düşüncenden de ötürü teşekkür eder, Bu arada eniştemiz beyefendinin de yeni yılını kutlarım.”

Karşı tarafra garip bir sessizliğin bitiminde kadın telefonu mamasına vermesini rica edip ayrıldı.

Beti'nin sesindeki ayrılık boşluğunu yaşayamadan kendi telefonu çaldı ve açar açmaz Oğuz'un kart sesini duyunca, bulunduğu dünyaya döndü.

Şimdi tamamının telefonu durmaksızın çalıyor ve laf yetiştiriyorlardı.

Gökay'ın aklı başına gelmiş, Şake teyzenin de ağlaması bitmiş yani yalnızlığına ramak kalmıştı.

Nuray “Osman biz kalkalım” dediğinde balon söndü.

 

Kartal Gökay'ı, yardım bahanesiyle sırtlayıp arabasına götürürken Nuray’ın Kartal Bey, bilgisayar programı için aramayı ihmal etmeyin demesi birşeyler kaçırdığını anlatıyordu ama neyi?

Yalnız kaldıkları sıra sordu “Nuray ile ne işiniz var?”

Karta'lın  yanıtı kısa ve netti “Abi firmaları bilgisayar programcısı arıyormuş.”

Yeni yılın ilk iş günü kimlikleri ile birlikte sigorta kartını da cebine yerleştirdikten sonra omuz çantasını doldurup erkenden yola çıktı.

Önce Aksaray’a gidip, çantasını çay ocağına bırakmayı tasarlamıştı ama öyle olmadı.

Otobüsten iner inmez, Saraçhane’ye doğru yürümeye başladı.

Çantayı çay ocağına bırakmaktan vazgeçmişti çünkü işi bitince Vezneciler’e gidip, satışını orada  yapacaktı. Tek sebep Vezneciler’in dönüş yolunun üzerinde olmasıydı.

Kaldırımda beklerken yaklaşan gencin yardımıyla karşıya geçip, Bizans hatırası ve bir türlü yıkıp iş ve alışveriş merkezi kuramadıkları su kemerinin altından geçip, Unkapanı’na doğru yürümek istedi ama henüz ilk adımlarını atmıştı ki kalbi yerinden çıkacakmış gibi atınca duraksadı.

Korkuyordu başına gelebilecek olası tersliklerden, korkuyordu kendi primini ödemeye niyetlenince alacağı hayır cevabından.

Gözünü alan Tanrı, huzur içinde yaşayabilmesine, ev sahibi olmasına, kurabileceği yuvada mutluluk içinde ölene dek yaşamasına müsaade eder miydi?

Geri dönüp birkaç adım attıktan sonra tekrar durdu.

Ne yapacaklar sana SSK’da, kafana odun mu vuracak yoksa falakaya mı yatıracaklar. Azami Vezneciler’deki polis örneği, yakandan tutup kapı dışarı edecekler.

Biraz soluklandı, kalp atışları normalleşince ilk adımlarıyla birlikTe, mezarlık önünden geçenler gibi bir türkü tutturdu.

Takalar geçiyor allı yeşilli, takalar geçiyor falanlı filanlı!

Türküyü de unutunca bilerek ve isteyerek yılbaşı gecesini aklına getirdi.

Yalnız kalır kalmaz Kartal ile giyinip çarşıya göz atmış ve kumar oynanan kahvehanelerden birine girip, papaz bastıya onar lira toka edip, kıçlarına baka baka tekrar evin yolunu tutmuşlar ardından da kalan içkinin dibini bulur bulmaz yatmaya karar vermişlerdi.

Sadece Kartal abi dur hemen yatma evden elektrik süpürgesini getireyim demiş ve süpürgeyi bıraktıktan sonra vedalaşıp yatmıştı.

Senenin ilk gününü de baş ağrısı, kuru bir boğaz ve günü tamamen temizlikle geçirmişti yani Nuray’ın dediği gibi batı cephesinde yeni bir şey yoktu

Parlayıp, yüzüne vuran güneşe kızdı, şimdi birkaç gün önceki yağmur olsa, kafasının içinde elli tilkiyi dolaştıracak zaman bulamadan SSK’nın binasına dalardı ama güneş mayışmasını sağlayınca, eli ayağına dolaşmıştı. 

Korna sesiyle irkilip duraksadı ve tam bulunduğu noktayı idrak edince de dondu kaldı. 

Düşünceler arasında şaşırıp, şuuraltı ışığa koşan kelebek ve diğer böcekler örneği bilinçsizce, gelip geçen araçların çıkardıkları sese doğru yönelmişti.

Bir kör için en tehlikeli an, kaldırımda dahi olsa herhangi bir sebepten dalıp gittiği andı.

Kaldırımı ortaladığında tüyleri diken diken olmuş, soğuk terler dökmeye de başlamıştı.

Meydanı boş bulduğunda, ölüm benim için kurtuluş martavalını sallasa da, bal gibi korkuyordu.

Yardım ister misiniz diye yaklaşan kişiye teşekkür ettikten sonra hedefine doğru adımladı.

Karşısına dikileceği kişinin tavrı bari insanca olsaydı.

Genç bir adamın yardımıyla binanın girişine geldiğinde, yüreği gümbür gümbür atıyor, geri dönmek için kafasında türlü türlü bahaneler uyduruyordu ama koluna giren kişi danışmanın önüne bırakınca artık kaçamayacağını anlayıp merhaba dedi.

“Buyur kardeşim, yardımcı olalım.”

Aman Yarabbim, şansım açık mı ne diye düşünüp sevinçle “Malulen emeklilik bölümüne gitmek istiyorum, tarif eder misiniz” dedi.

Adamın hangi tarafa döndüğünü göremese de sesini duydu “Süleyman hadi kardeşimi üçüncü katta ki Şehnaz Hanım’ın yanına götürüver.”

Koluna giren kişi hiç ses çıkartmadan önce asansöre ardından da odalardan birine soktuktan sonra, oturmasına yardım ederken Şehnaz Hanım arkadaşın derdi sizinleymiş gibi tuhaf bir laf edip ayrıldı.

“Buyrun arzunuz ne?”

Kadının sesi sert ama samimiymiş intibağını uyandırınca aynı içtenlikle, biraz da çekinerek söze başladı.

“Hanımefendi, eğer uygunsa gösterilip de ödenmeyen günlerimi kendim ödemek ve askerlik borçlanması için sizi rahatsız ettim.

Bu arada belki işe yarar umuduyla yanına aldığı heyet raporunu da uzattı.


( Sığırcık Kuşu-6 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 24.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu