SIĞIRCIK KUŞU

AYRIM-11

 

 

Mine kulağının dibine kadar eğilip fısıldadı “Osman bildiğin kadın hastalığı, bende ilk başladığı gün çok ağrılı olur.”

Hiç kurcalamadı, sadece kızın üzerinde ki kot pantolonun lacivert renginden memnundu. Ya beyaz olsaydı?

İki buçuk saatlik yolun henüz yarım saati dolmuş, Mine'nin inlemeleri biraz artmıştı.

Ne yapacağını bilmez halde oturduğu yerde kıpırdanıp dururken, kız başını omuzuna dayayınca, inene kadar heykel olmaya karar verdi.

Son yarım saatte ise, garip bir egoistçe duyguya kapılıp, yolculuğun bitmesini hiç istemedi. Mine birden elini tutmuş canı yandıkça sıkıp duruyor, refleks olarak karşılık verdikçe de kızı sahiplenme duygusu tüm benliğini kaplıyordu.

Araçdan iner innmez de taksi tutmayı teklif etti.

“Kaygılanma Osman, günümü bildiğimden tedbirliyim. Taksiye de verecek paramız yok, hadi yürüyelim.”

Bu sefer Mine girmişti koluna. Kızın evine değin neredeyse yapışık yürüdüler.  

Tam ayrılmaları gereken noktada “Mine, yarın işe çıkmayalım, sen güzelce dinlen” dedi ama hırsla başını kaldıran genç kız “Ne diyorsun Osman, yarın dört yüz kitap bırakacağız. Tedbirliyim dedim sana, ağrım da sabaha kadar geçer.”

Kızı omuzundan tutup kendine çevirdi ve tamamen içten gelen gülümseme ile sordu “Mine, şimdi seni şuracıkta sopalamamı istemiyorsan, kalpten cevap ver; yapabileceğim bir şey var mı, örneğin sana ekmek arası balık yaptırıp getireyim mi?”

“Hayır, sanki içimi kazıyorlar, bu halimle lokma ağzıma sokamam.

‘’Sen ne olur benim için ye. Seni böyle aç ve ağrılar içinde bırakıp gitmek, çok zoruma gidiyor Mine.”

“Osman, rutin bir kadın hastalığı büyütme, sen şimdi iskeleye in, canının çektiği gibi balık ekmek ye ve benden sana izin, çay bahçelerinden birine gidip birkaç bira iç ama azıtmadan, hadi güle güle.”

Hiç bırakmak istemese de kızın aniden dönüp, evinin cümle kapısına yürümesiyle, iskelenin yolunu tuttu.

Mine'nin oturrduğu apartmanın sokağının başına geldikleri andan itibaren üzerlerinden ayrılmayan bir çift gözün sahibi de peşine takıldı.

İskeleye ulaşacağı caddeye döndüğü sıra, peşindeki siyah pantolon, yeşil gömlekli, saçlarının tepesinin tamamı dökülmiş dam dazlak, orta boylı adam, cebinden çıkarttığı telefonuyla birisini aradı.

“Abi ben Samet, senin hafızın peşindeyim, boylu poslu ama belli ki itin biri, yapışık gibi yürüyorlardı, kendi gözlerimle gördüm, ne yapayım?”

Karşı taraftan gelen sesi bir süre dinleyen adam “Abi muhakkak yattığı yeri öğrenirim, sen endişelenme” dedi ve tekrar dinlemeye geçip sonunda “Abi dediğin gibi yapar, öyle kavga falan çıkartmadan hesap sorarım” sözleriyle konuşmayı bitirdi.

Takip edildiğinden habersiz, oturduğu bankta, yarım ekmek arası balığını yerken, sabah nane şekerinin ağızda oluşturduğu kokudan vazife çıkaran kızın akşam bira içmeye yollamasını hayretler içinde düşünüyordu.

Kadın denen milleti anlamak mümkün müydü?

Tarihin yazılmaya başladığı günden beri, kadın denen yaratılmışı kim anlayabilnişti ki kendi anlayacaktı; pis pis sırıtıp kalktı ve biten yemeğinin elinde kalan boş kağıdını çöpe atıp önceden mimlediği birahaneye uzadı.

Oturduğu masada önündeki biradan ilk yudumunu almış hemen karşı masadaki adamın hiçbir yerini seçemese de ışık yüzünden parlayan kafasını fark ederek, kel olduğuna kanaat getirmişti. Karşısındakinin dimdik yüzüne baktığını anlayamadığı için tekrar düşüncelerine dalıp gitmek üzereyken son defa adamın sipariş verirken, goril homurdanmasını andıran sesi dikkatini çekip, hafızasındaki yerini alsa da pek umursamadı. 

Oğuz'un yolladığı altı bin yedi yüz kitabın da sonu gelmek üzereydi.

Mine ile boşluklarda sohbet ettikleri sıra kız beş bin daha isteriz ama işin gidişatı çok önemli dediğinde biraz endişelenmişti ama ardından kız Osman henüz Ayvalık için program yapmadım, bilirsin assolistler en son çıkar sözleri içini ferahlatmıştı.

Konu asla para kazanma duygusu değil, içinde birtürlü anlam veremediği kaybetme  korkusuydu.

Arkadaşındaki pastel boya kalemlerini hatırladı. Keşke işler biraz ters gitse de, okullar açılana dek buralarda kalabilseydi.

Mine ile konuştukları sıra, kız valiliklere de başvuracağını söylemişti ama pek umutlu değildi. Sebebini de açıklamış Osman geçen sene bir vali yetmiş bin şiir kitabı alıp girişimde bulundu ama sonu hüsranla bitti, senin kitabın kahramanlık romanı olsa bile, karşı tarafa da hak vermek gerek, gene de deneyeceğim demişti.

Şu ana kadar hiçbir yayınevinin aramaması da şahsi hüsranıydı.

İkinci bardağını söylediği an, karşısındaki de söyledi.

Bu sefer adamın sesi iyice beynine yerleşti. Öylesine yerleşti ki, televizyonda oynayan bir gladyötör filminden gelen canhıraş feryatlar dahi geride kaldı.  

Ya Berna, şöyle davran böyle davran diye bir şey söylemediyse?

Ya Mine, tüm davranış biçimini başka nedenden değiştirdiyse?

Ya endişelerinden ötürü gem vurduğu duygulara, Mine gem vurmayı başaramadıysa veya lüzum görmediyse?

Henüz ikinci birada, boş hayallere kapıldığını düşünüp, irade yoluyla kafasının içindekileri değiştirmeye çalıştı ama ne mümkün.

Mine de kördü ama tek gözü ile normal insanlardan farksızdı; askere gidip keskin nişancı da olmayacağına göre problemi de yoktu.

O halde kendisi gibi birine niye aşık olsun ki?

Yok yok Mine son kitap siparişini verdiğinde, tüm kitapları ona bırakıp gidecekti.

Oğuz'un dediği gibi Nuray’a aşık olmaya çalışmış fakat esas gerçekler yüzüne tokat misali patlayıp, ağzının payını almıştı.

Tekrar aynı duruma düşmek istemiyordu ama gönlü buz tutmuş bayırda aşağı doğru kayan kızak gibi istemese de Mine'ye kayıp gitmekteydi.

Evet gerekirse, kitapları bırakıp kaçacaktı.

Üçüncü ve son bardağını söyledi.

Becerememişti, bu sefer de insanoğlunun yaptığı en büyük hataya düşüp, kendini kandırmaya çalışmış, başaramayınca aşık oluvermişti.

Tek yol vardı o da kaçmak; zaten erkekliğin onda dokuzu kaçmak, onda biri hiç gözükmemek değil miydi?

Kızın duyduğu acıdan ötürü biraz fazla yakınlaşması aşk olamazdı.

Üstelik üniversite terk ve normal yaşayabilecek kadar gören biri, kendine aşık olacaktı ha!

Bardağında kalanı fondipleyip kalktı.

Ana caddeyi geçip, gireceği sokağın da bulunduğu caddeye gelene kadar konu hiç aklından çıkmadı. Sokağını şaşırmamak için dikkat kesilip sonunda bahçe kapısını buldu ve girdi.

Ailelerin çay bahçelerinden dönüp, çocukların saklambaç oyununu bitirip evlerine girdikleri ve sabah işe kalkacakların çoktan yataklarına geçtiği saatti, tam anahtarını çıkartmış kapısını açacağı an, arkasından gelen sesi duyup döndü.

“Hafız, hele dur bir dakika, sana diyeceğim var.”

Sesi anında tanıdı, birahanedeki olası kel adamın sesiydi.

Acaba bir şey mi düşürmüştü de adam buraya kadar takip etmişti.

Elini arka cebine attı, cüzdanı yerindeydi, günün ana parası da Mine'de kalmıştı; peki kimdi bu adam?

“Buyur kardeş, isteğin mi var” dediği sıra adam da burnunun dibine gelmiş, ağzının kokusu duyuluyordu.

“Ulan lavuk, bizler namuslu insanlarız. Utanmıyor musun o kızla sokağın ortasında sarmaş dolaş, vıcık vıcık yürümeye?”

Gaspı, hatta içki masalarının kavga sebebi; bakışlardan gıcık kapmayı bile düşünebilirdi ama bu hiç aklına gelmezdi.

Tek kelime söylemeye fırsat bulamadan sağlı, sollu yediği iki tokat, elinde ne baston bıraktı ne de anahtar.

Şuuru değişti, aklında ne Mine kaldı ne de kitap.

Üçüncü tokatı yediği sıra boşa hamle yaptı.

Dördüncü tokat, korunmak amacıyla kaldırdığı koluna çarpınca, adamı yakaladı.

Şimdi birbirlerini yakalarından yakalamış çekiştiriyorlardı. Önce kendi tişörtü yırtıldı adamın ki yırtılınca galiz bir küfür duydu ama adam muhatabını sakatlığından ötürü hor görünce gerekli açığı verdiği için ellerini bırakmadan, önce kafayı yapıştırdı, ardından burnunun üzerine yumruğu yer yemez, dişlerini adamın omzuna geçirdi. 

Adam canhıraş bir feryatla bağırırken, burnundan akan kan ile geçirdiği dişlerin açtığı yaradan fışkıran kanın ılık ve o garip şekerimsi tadını duyunca, ısırmayı bırakıp adamı biraz uzaklaştırdı ama tam kafa atma mesafesi kadar.

Fakat hasmı gömleğinin tamamen parçalanması pahasına ikinci kafayı yemeden, sıkı bir silkinişle kurtuldu ve ana avrat küfür ederek kaçtı.

Eşiğe oturup biraz soluklandıktan sonra, emekleyerek bastonunu ve anahtarını bulup, içeri girdi.

Elindeki gömlek parçasını masaya bırakıp, kanı durdurmak için lavoboya gitti.

Çıkışta tekrar gelebileceğini düşünüp kapısını iyice kilitledi ve camları kapadı.

Kan içindeki giysisini çıkartıp, bilerek masa üzerine bıraktı.

Kız hastaydı, sadece yardım ediyordum demesine bile fırsat vermemişti deyyus.

Hala inanamıyordu, böylesine modern kasabada başına gelen işe.

Şerefsiz, aşırı dinci veya meczup olamazdı çünkü karşılıklı içmişlerdi, olsa olsa kendi oturduğu semtte çoktan tarih olmuş mahalle kabadayılığına özenmiş biriydi.

Değişmeyen tek şey ise, o gürültüye, hengameye karşı birinin dahi ne oluyor diye penceresini bile açmaya lüzum görmemesiydi.

İşin başka tarafı sokağın birinde kabadayı varken diğerinde pencere açacak adam yoktu. 

Elini yüzünü bir daha yıkadı, burnundaki kan pıhtısını da temizleyip, tekrar pencereyi açıp, atlet giyerek yattı ve uzun süre uyuyamadı.

Açık pencereden gelen serinlik ve dışarıdaki rüzgarın ağaçlar arasından geçerken meydana gelen hışırtıları dinleyip adam hakkında türlü türlü planlar türettiği sıra daldı gitti.

Taş masanın önünde durmuş, üzerindeki çeşitli silahlardan birini seçmeye hazırlandığı sıra, dışarıdan gelen uğultunun nedeni sıranın kendine gelmesinden ötürü yapılan tezahürattı.

Dışı bakır içi manda derisi kalkan ve çift ağızlı bir kılıç seçip, mağara ağzını andıran demir kapılı kapıdan, ağır adımlarla çıktı.

Aynı anda arenadaki tüm seyirciler ayağa kalkmış, yaşa yaşa diye bağırıyordu.

İmparatoriçenin tam karşısına dek yürüyüp, sağ elindeki kılıcı kaldırıp bağırdı, ‘’Senin için ölmeye geldim İmparatoriçem.’’

Genç kadın mermer tahtında kıpırdamadan yüzüne bakıyor hemen arkasında Beti, çayhanedeki Nuray ve bir de yüzü olmayan üç kadın hizmete amade bekliyordu.

Verdiği selam karşısında İmparatoriçe öne doğru eğildi ve tek gözünü kapatan bantı sıyırıp, kalbinin derinliklerine inen bakış fırlatırken de gülümsedi.

Uğultular arasında bu kız hala neden bant takıyor diye düşünmeye başlayamadan arkasından ‘’İmparatoriçem senin için ölmeye, bu namussuzu gömmeye geldik’’ sözlerini duyup arkasına döndü.

Şimdi arenanın ortasında ve tam karşısında dört kişi vardı.

Birinin yüzünü çok iyi hatırlıyordu ama diğer üçünün yüzü yoktu.   

Tahtından ayağa  kalkan İmparatoriçe bağırdı tek tek ve sırayla dövüşeceksiniz yoksa sizleri aslanlarıma ham yaptırırım dediğinde önce yüzü olan geldi.

Kılıcını savurmadan önce ilkin gözlerini almıştım şimdi canını alacağım diye bağıran adamın hamlesini kesip, kalkanını yüzüne vurdu ve toplanmasına meydan vermeden kılıcını gözüne batırdı.

Adam mızıkçılık yapma, ben sadece tokat vurdum derken de kılıcı tekrar kalktı ve indi; artık üç kişi vardı karşısında.

İkincisi tek kelime etmeden girişti, dakikalarca çarpıştılar. Ustaca kılıç kullanan adam kendinden öylesine emindi ki arada gülümsüyor ve ben senin gibilerini çok yola getirdim gibi  anlamsız laflar edip duruyordu.

Sonunda boşlıuğunu yakaladı ve salladığı kılıç hasmınınkini uzaklara fırlattı.

Şimdi öğrenciler, işçiler veya protestocular arasında  kalmış gibi açılmış ve inanamayan gözlerle bakıp dururken son defa ben sana kötülük değil de  iyilik yaptım dedi ve havaya kalkmış, inmekte olan kılıcı durdurdu.

Sen benim onurumu öldürdün, yaşamak istiyorsan burayı istediğim şekilde terk et.

Gülüşmeler arasında adamın arenayı emekleyerek terk edişini seyretti.

Üçüncünün elinde çatallı mızrak ve ağ vardı, yavaşça yaklaştığı sıra senin gibileri ben Şişli arenasında çok yakaladım dediği an ağını da savurdu.

Açılarak üzerine gelen ağdan son sürat yana kaçarak kurtulunca adam bu sefer de ağını savurmadan önce, ulan Allah zaten belanı vermiş, şimdi kalanını da benden bulacaksın dedi ve ağ gene havada uçtu.

Son sözler çok zoruna gitti, artık kendini ne ağ ne de çatallı mızrak durdurabilirdi.

Öylebir daldı ki işi bittiğinde adamın en büyük parçası içeride bulunan aslan yavrularını dahi doyurmazdı.

Kalan son kişi ile gırtlak gırtlağa geldiklerinde hasmı mahallenin namusu var ulan diye saldırdığı an, birden ayağa kalkan İmparatoriçe, önce dövüşmeyi durduruyorum diye bağırınca, hasmı anında kayboluverdi. Şaşkın şaşkın etrafına bakınırken İmparatoriçe, üçünün de yüzleri yok edilmiş kadınları arenanın ortasına getirtti ve Osman buraya gel dedikten sonra yaptığı el işaretiyle kafeslerinde bekleyen aç aslanları ortaya saldı.

Kadınların günahı yoktu ki, tahtında oturup anlaşılmaz bir kıskançlıkla bakan imparatoriçeye kötü bir bakış fırlatıp, kurtarma amacıyla arenaya geri döndüğünde kadınların bulunduğu arena denize dönüşmüş ve üç tane yakamoz suların üzerinde parlamaktaydı.  

Sabah giyinmiş, anlaşılmaz şekilde düzgün moraliyle oturduğu sandalyede bir türlü aklından çıkartamadığı geceyi düşünürken çalan kapıyı açtı.

“Osman günaydın, koliler hazır mı?”

Hayır derken, kızın girmesi için yana çekilip bekledi.

Mine biraz şaşırmış olarak içeri birkaç adım attıktan sonra, masa üzerindekileri görür görmez yaklaşıp emin olunca bağırdı “Osman bunlar da ne, gece başına bir şey mi geldi?”

Nazlanmanın, işi uzatmanın alemi yoktu ve herşeyi eksiksiz anlatıp sonunda senin sokağın kabadayısı  gece iş başındaydı sözleriyle bitirdi.

“Osman yanlışın olmasın, benim oturduğum yerde böyle terbiyesizlik yapacak kişi yok.”

“O halde ben yalan söylüyorum Mine.”

Genç kız, elindeki kanlı parçayı yerine bırakıp, geldi ve var gücüyle sarıldı.

Korkudan karşılık veremese de, vücuduna yapışan sert göğüsler, aklını başından almaya yetmişti ve ağlamaya başlayan kızı da teskin etmek kendine düşüyordu.

“Lütfen ağlama, önceden de söyledim, canımı yakıyorsun.”

Mine umursamadan bir süre ağladı ve sakinleşince yavaş yavaş kollarını gevşetip, geri çekildikten sonra sordu: “Osman fark edebildiğince şu hayvanı bana tarif edebilir misin?”

Sesinin öküz böğürmesine benzediğini, tıknaz ve büyük ihtimal kel biri olduğunu ve artık sağ omuzunda diş izi taşıdığını söyleyip son olarak da gömlek parçasının ona ait olduğunu  belirterek bitirdi.

Adamı kendince iyi tarif etmişti ama dinleyen Mine'nin suratındaki değişikliği fark edemedi.

“Sen kolileri hazırla ben de şunları çöpe atayım da kimse görmesin” diyen kız kanlı giysileri dikkatlice toplayıp dışarı çıktı. Dönünce de, Tarık amcanın yardımcısına haber verip, mallarını yüklediler.

Dört yüz kitabın parası, Mine'nin çantasında otobüse binmeye hazırlandıkları sıra genç kız: “Osman telefonunu verir misin, bir arkadaşım doğum yapacaktı merak ediyorum” dediğinde, hiç düşünmeden verdi.

Mine ise konuşmasını birkaç saat sonra yanındayım sözleriyle bitirip, aleti iade etti.

Yolculukları boyunca aynen gidişlerindeki gibi dönüşlerinde de neredeyse hiç konuşmamışlardı. Yalnız genç kız iki günün hesabını yaparak kendine ait olanı ayırdıktan sonra kalanı verdi ama bu otobüs içinde yapılan alışverişte ilkti.

Mine köy ortasında minibüsden inip, biraz yürüdü ve büyük bir binanın içine girdi.

 Küfeler dolusu zeytin çeşitleri ve tuz çuvallarını geçip arka taraftaki büronun kapısını açtı.

Kurdukları çilingir sofrasında ziftlenmekte olan dört adam kızı gördükleri an öylesine şaşırdılar ki biri elindeki rakı dolu çay bardağını düşürdü.

Diğeri de ayağa kalkıp “Emine kızım hoş geldin” diyebildi.

Konuşan adamın soluk alış verişi değişip, gözyaşı dökmeye başlayınca, masadaki üç kişi kalkıp kızın arkasından odayı terk etmeye yeltendiler ama dışarı çıkmaya çalışan son kişiyi yakalayan Mine “Hele sen dur Samet ağa” dediğinde, ortalığın karışacağı belliydi.

Genç kız, masanın dibine dek yürüyüp “Baba bu köpeğine, utanmadın mı o zavallıyı dövdürtmeye?” derken de Samet denen kişinin sağ omuzuna sertçe vurdu.

Adam acıyla bağırınca, çantasından çıkarttığı gömlek parçasını yüzüne savurup “Gömleğini unutmuşsun, geri dönünce babama köpek gibi ısırdı dedin mi” diye sordu.

Adam tek kelime etmeden, hayretler içinde yüzüne bakıp duruyor bu arada kaçmak için de fırsat kolluyordu ama fark eden kız, çantasından diğer kanlı gömleği de çıkartıp sallarken: “Beni iyi dinle Samet ağa, omuzunda diş yarası ve şu gömleğin üzerinde de  kanın var, ben istediğim takdirde seni otuz yıl içeri atarlar. Senin nasıl kindar ve sadist biri olduğunu cümle alem bilir. Eğer ısırdı diye intikam almaya yeltenirsen inan bana, polise gider seni ihbar eder üstelik makbuzu da gösterip, belediyeden aldığımız son kitap parasını da gasp ettiğini söylerim. Düşün hele sana mı inanırlar yoksa bana mı, Tarık amcaya da durumu bildirmedim, bir de Hasan ve diğerlerinin öğrendiğini düşün, Şimdi defol git, babamla konuşacaklarım var.”

Adam hala olanlara inanamıyor gibi sağına soluna bakınıp dururken patronuyla göz göze gelince “Recep bey, ben değildim” diyecek olduysa da karşısındaki adam “Defol git, ben sana kan mı dök dedim”  bağırtısının ardından kaçarcasına, büroyu terk etti.

Genç kız, kanlı gömleği tekrar çantasına tıkıştırıp, adamların boşalttığı güderi koltuklardan birine oturdu ve orta sehpa üzerindeki mezelerden bir parça ağzına atıp “Baba muhteşem finalinin sonuçları tatmin etmedi de şimdi başkalarını mı ava yollamaya başladın?”

Ayakta duran adam, engerek yılanının hamlesinden kurtulmak istermiş gibi arka tarafına doğru sıçrayıp bağırdı:  “Emine Allah'ını seversen yeter artık. Hangi baba isteyerek kendi evladını yaralar, neden kaza olduğunu yıllardır kabul etmiyorsun?”

Büronun içine kimse kasvetli bir yer diyemezdi. Karşılıklı geniş pencerelerin yanısıra,  duvarlarında  tablolar, büyük masanın arkasına isabet eden iki köşede bakımlı deve tabanı saksıları, tam karşıda ise minik sehpalara oturtulmuş harika bakır güğümlerle süslenmişti. Tavanda bile aşağı sarkan avize, bu odaya kadın eli değdi demekteydi.

Üzeri, düşürdükleri sigaraların yanıklarıyla kişiliğini kaybetmiş, makine halısını inceleyen genç kız: “Baba önce şu halını değiştir, burada da artık sigara içirtme. Bana gelince, haklısın kaza ve ben de buna inanıyorum ama derdimi bir türlü aynalara anlatamıyorum. Baba biliyor musun erkekler bana da laf atıyor, hani siz erkeklerin üff yavruya bak diye başladığınız laflar var ya iş de onlardan ama küçük bir ek yapıyorlar. Biri dediğim gibi başlıyor bitirdiğinde diğeri yatırır yatırmaz suratına çarşaf örtmen lazım diye bitiriyor.”

“Saçlarında tek siyah tel dahi bulunmayan adam hırsla ayağa fırladı. İki adımda kızın karşısındaki koltuğa geçip, yüksek sesle: “Kim o hayvanlar, söyle bana da hadlerini bildireyim köpeklerin.”

Mine yıllar önce düzenlediği büroyu tekrar gözden geçirdi. Tablolarımın tozunu daha sık aldırt dedikten sonra biraz daha mezelerden ağzına atıp yedi ve devam etti: “Baba, itini köpeğini elalemin üzerine salasın diye söylemedim. O dövdürtmeye çalıştığın adam yüzümü görünce, suratının aldığı hali bilsen, çocukcağızın kafasına tüfek dayayıp beni zorla onunla evlendirirdin.”

Adam afallamıştı ancak “Hani o kördü, kız yoksa ikiniz numara çekip etrafı mı   dolandırıyorsunuz?”

Genç kız, elindeki kavrulmuş et parçasını, aldığı tabağa fırlatıp; “Ah baba ah, körler ellerinin parmak uçlarıyla görür, elini yüzümde gezdirirken onu görseydin, itini asla üzerine  salmazdın. Anlatmak istediğim şu baba, Osman tam bir İstanbul fırlaması ama önce insan, seyyar satıcı, oturduğu yere kira vermemek için kapıcılık yapıyor. Adam kitap yazıyor ve aynı zamanda emekli. Anlayabildin mi baba, beş parmağında beş marifet. Bu adam kör ama benim acımı en iyi o anladı, buna damat meraklısı annem ve kazadan sonraki iki yıl içinde kafanı pamuk tarlasına çeviren sen de dahilsin.”

Sehpanın dibindeki rakı şişesinden bardağını dolduran adam, yudumunu alıp: “Kızım senin de beş parmağında beş marifet var. Önce ressamsın, harika pazarlama yapıyorsun, zeytinciliğine kimse laf edemez ve dekoratörsün, daha hünerlerini sayayım mı; bir de kindar olmasan. On gün kadar önce iyi satış neticesinde müşterilerimi Köse Selim'in balık lokantasına götürdüm. Hesap ödemeye kalktığımda, karısı senin kör bir gençle geldiğini söyleyince merak edip, Samet'ten işin aslını, astarını öğrenmesini istedim ama inan, biraz korkut dediysem de asla kan dök demedim. Hayvan herif bana sarmaş dolaş yürüdüğünüzü söyledi.”

“Hastaydım baba hasta, o zavallı da beni eve götürmeye çalışıyordu, anneme hastalığımı sorarsan sana izah eder. Sana kin besleseydim, işi örtbas etmez önce polise giderdim baba.” 

Mine, mobilyaların ve halının rengine tamamen uygun, babasının arkasındaki pencerenin sağ ve sol köşelerinde toplanmış kalın perdeye gözünü dikip, sigara dumanından değişmişi rengine oflayıp pofladığı sıra babası da kızının son cümlesindeki ince ayarı pekiştirmenin yollarını arıyordu.

Annene uğrayacak mısın gibi bir şeyler zırvaladığı takdirde kızın kalkıp gideceğine emin olduğundan konuyu ablalarından açmaya karar verip: “Hatice ve Zehra ile görüştün mü” diye sordu.

“Baba, şu perdeleri bir yıkattır, annem çeyiz düzeceğine biraz da seninle ilgilensin.”

Adamın aklına hemen koyunun sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş sözü gelince kızının yüzüne bakıp, acı acı gülümsedi.

“Emine benim soruma cevap vermedin.”

“Baba şu büroyu, ben nasıl bıraktıysam o hale getir.”

“Kız sen benden, bir şey mi saklıyorsun?”

“Benim alnım açık baba. Bu akşam ablalarımı arayacak ve sizlerin beğenmeyeceği, insan yerine dahi koymayacağı o köre aşık olduğumu söyleyeceğim, tabi o dangalak bunun henüz farkında değil ya her neyse, hepsi bu.”

 Bembeyaz saçların fırça gibi dikildiği sıra sahibi de aynı zamanda dondu kaldı, kalkıp eyvallah demeden kapıya doğru yürüyen kızını seyreden baba yalnız kalır kalmaz, yıllardan beri ilk defa içten gülümsedi.

Nereden aklına geldiyse, biriniz ressam diğeriniz yazar. Ulan sizden doğacak çocuk olsa olsa çizgi romancı olur be diye mırıldanıp, hemen sonra gülmeye başladı.

Güldü deliler gibi güldü, dakikalarca durmaksızın aksıra tıksıra güldü, gene ansızın durup, aynı tonda göz yaşlarına boğuldu.

Hafta sonu kitap götürecek yerleri yoktu. Parakendeye de çıkmayacakları için iki gün tatil yapacaktı. Nasıl değerlendireceğini düşünürken önce aklına eve gidip gelmek geldiyse de mesafeyi gözü yemediğinden vazgeçti, zaten günlerdir kıçı otobüs koltuklarına yapışmış gibiydi ama evini de özlemişti hani.

Duvar dibinde kalan son birkaç koliye kafası takılınca hüzünlendi, Ayvalık furyası biter bitmez zaten dönecek ve yalnızlığıyla başbaşa kalacaktı.

Henüz kaçma fikrinden de vazgeçmemişti fakat iyi bir bahane uydurması lazımdı çünkü Mine az çok tanıdığı kadarıyla taklaya gelecek birine pek benzemiyordu.

Öyle askerlik öncesi yıllarda işten kaytarmak istediği zaman,  akrabalarımdan biri vefat etti, cenazeye gidiyorum dümenine de yatamazdı.

En iyisi, haber geldi gitmediğim takdirde evden çıkartacaklar numarasıydı ama tehlikesi Mine Berna vesilesiyle gerçeği öğrendiğinde olacaklar hiç de hoş şeyler olmaz ve aralarındaki saygıyı bitirebilirdi. 

Saygı mı, daha önce aşk vardı be!

Bu sefer istemese, kuş beyniyle korunmaya çalışsa da gene sevmiş, gene aşık olmuştu.

Hem sevgisini belli etmeyecek hem de Mine'nin dostluğunu kaybetmeyecek, olacak iş miydi?

Kafasını kaldırıp, yaradanıyla konuşmak istedi; Ne günah işledim ben, hadi gözümü aldın, gönlüme niye bu sevgiyi tattırdın Yarabbim. Elin şerefsizinin yapmadığı kötülük yok, maşallah bayır turpu gibi sapasağlam, bir de beni düşürdüğün hale bak Yarabbim.’’

Masanın üzerindeki aletten gelen ses, girdiği dünyadan çıkartıp, telefonunu açmasına neden oldu ve ben Osman dediğinde karşıdan gelen ses, yeni bir dünyaya tekrar dalma sebebiydi.

“Osman, bu gün biraz kuduralım mı?”

“Anlamadım Mine nasıl kuduracağız?”

“Deniz kenarında, arkadaşımın çadırı var. Kamp içinde yiyecek derdi de yok, iki gün kalır döneriz.”

“Kitap işindeki gibi yarı yarıya olacaksa ben gelmem, tüm masraflar bana ait hem de üç öğün domates, peynir, bibersiz tarafından; kabül mü?”

Aman Yarabbim nasıl da güzel gülüyordu be.

“Öyle olsun yiğidim, ağanın eli tutulmaz.”

Mine'nin Ege aksanıyla söyledikleri daha da hoşuna gitti ve ardından kızın istediklerini telefonu kapadıktan sonra hazırlayıp bekledi.

Saldırıya uğrayalı tam on gün olmuş, geçen günler zarfında daha da yakınlaşmışlardı ama aşkdan sevgiden söz açmamaya fark ettiği kadarıyla kendi gibi Mine de itina gösteriyordu.

Bazen dalgınlaşıyor ama çoğunlukla otobüste tuttuğu eli yol boyunca bırakmasa da indikeri an fransızlaşıp, tanımazları oynuyordu.

Böyle davranmasının nedeni, aralarındaki samimiyetin ilerlemesi ve itimat da olabilirdi.

Kapı vurulduğunda, arpacı kumrusu gibi kurmayı bırakıp ayağa kalktı.

Kısa bir merhabalaşmanın takibinde, beyaz zambak rayihasının peşine düştü.  

Çadırın önüne geldiklerinde, genç kız Serap abla diye bağırınca içeriden çıkan kadın cırtlak bir ses ile kızı güzelce payladıktan sonra boynuna sarıldı.

“Abla tanıştırayım, ortağım Osman.”

Kadın ya çakma ya da gerçek sarışın veya kafasında bone taşıyor olmalıydı, sırıttı kel olamazdı ya!

 Hoş geldin kardeşim diyen kadının elini uzattığını tahmin ederek kendi de uzatıp, haklı da çıktı.

Tente altında yarım saat sürmeyen sohbetin bitiminde Serap; “Mine ben yarın akşam üstü gelirim” dediğinde, kaynar suların başından aşağı döküldüğünü hissetti; ne yapmaya çalışıyordu bu kız?

Kadın uzaklaşır uzaklaşmaz da sordu: “Neler oluyor Mine?”

Genç kızın fingirdediği sıra, tek gözünün parladığını fark edemese de “Sana itimadım sonsuz, tecavüz etmeyeceğine eminim” dokundurmasına uygun cevap vermesi lazımdı.

“Düşünmedim değil ama gelirken gazozuna atacağım hapı evde unuttum.”

Mine kikirderken, yaratanına; şu kızın gülüşünü eksik etme diye dua edip durdu.

Tek göz, denizde saatlerce yüzüp oynamalarına ve çocuklar gibi eğlenmelerine yetip artmıştı. Duşlarını alıp kamp sandelyelerine döndükleri sıra ikisinin de yürüyecek takati kalmamış birbirlerine bön bön bakıp duruyor veya bakmaya çalışıyorlardı.

“Osman, önümüzdeki hafta ablamlar gelecek. Senden de çok bahsettim, seninle de tanışmak istiyorlar. Son kitap satışına onlardan sonra çıksak, senin için problem olur mu?”

Şaşırdı ama kızın söylediğine değil de, bir anda  gözünün önünden geçen mazideki yaşadıklarına!

Niye tanışmak istiyorlardı ki?

Kör kalacağı kesinleşince, tüm ailesi ve birçok arkadaşındaki değişikliği nasıl unutabilirdi.

Mine'nin anlattıklarıyla, karşılaştıklarında kadınların hayallerinde yeşerttikleri kişiliğe uymaz ise ne olacak, ihtimal çok değişik ve kırmamaya özen göstererek çeşitli bahanelerle biblo gibi köşeye oturtulursa, onuru kırılmayacak mıydı?

Düşünülmesi dahi haysiyet kırıcı, başından geçen onlarca olay tekrar film şeridi gibi geçip gitti. 

Sabit kalan tek şey ise karşısındaki kızın karaltısıydı ve sonuçta tüm acılarını içine gömmek mecburiyetinde kalsa bile, Mine'yi üzmemesi gerekiyordu.

“Mine programı şimdiye kadar hep sen yaptın. İkisinin de başımın üzerinde yeri var, tanışmaktan şeref duyarım lakin lütfen beni bilhassa alışveriş sırasıında zor durumda bırakma. İstersen tanışma faslının bitiminde ben İstanbul’a döner hatta vereceğin son siparişi oradan yollarım, son posta da bence senin hakkın ve satışına hiç karışmak istemiyorum.”

Genç kız hiç düşünmeden “Sensiz tek bir kitap bile satmam, önce bunu aklından çıkart” dedi ve sustu.

Hem de öyle bir sustu ki, dakikalarca karşılarındaki denize boş gözlerle bakıp durdular.

Önlerinde  oynayan çocukları, gelip geçenleri fark edemeden, patlayan volkanlara püf diyemeden, bir bardak su dökemeden öylece kala kaldılar.

Çam devirdiğini aklından dahi geçirmiyordu. Söyledikleri tamamen Mine'nin lehine makul kelimelerdi. En azından iş hayatında her zaman karşısına çıkabilecek prim sistemine sokabilirdi ama bu surat niye?

“Osman sen aklını parayla mı bozdun?”

“Alakası yok Mine, ablaların asgari on günlüğüne gelecek. Hadi bir veya iki gün beni misafir ettiniz, koca kadınlar sıkılmayacaklar mı, memlekete özlemle gelmişler, hiç canları gezmek istemeyecek mi?”

“Senin kafandan geçenlerin tamamı halloldu Osman.”

Korktuğu başına gelmişti ama bir umut nasıl yani diye sordu.

“Osman ablamlar annem ve babam yüzünden asla buraya gelmez ve kimseye de gözükmezler. Onlar uçaktan İstanbul’da inecek ve Çanakkale güzergahından gelecekler, internet marifetiyle Gökçeada’da butik otellerden biriyle anlaştılar, senin anlayacağın biz onların yanına gideceğiz.”

“Yani bütün ödemeler şimdiden yapıldı mı?”

‘’Çarşamba gelip, Pazar günü feribotla dönecekler. Aynen tahmin ettiğin gibi, kalacağımız süre içindeki masraflar şimdiden ödendi. Yalnız ille de ağır abiyi oynayacağım diyorsan, ben bir gece dışarıda yemek ayarlar, parayı öderken de ebenin örekesini görürsün.”

 Önce sırıttı ardından yahu onlar misafir değil mi diyecek olduysa da vazgeçip, sandalyesini dağlara doğru çevirdi.

“Osman gelecek insanlar sadece benim canım, kanımdan olan kişiler. Böylesine tedirginliğe hiç gerek yok, inan ki ikisi de biraz kafadan çatlak ve insana insan olduğu için değer veren kişiliğe sahipler yani görücüye çıkmayacaksın.”

Beyninden vurulmuşçasına hafifçe sıçrayıp, tekrar yerine oturduğunda da, dondu kaldı.

Son tokatı yemiş, boyunun ölçüsü zaman kaybetmeksizin hatırlatılmıştı.

Ben büfeye kadar gidiyorum dedi ve kalkıp yürüdü.

Döndüğünde, buzlu kova içinde dört adet bira taşıyordu.

Kovayı masaya bıraktı ve içer misin, içebilir miyim demeye lüzum görmeden birini açtı.

“Osman, yanlış bir şey mi söyledim?”

Şimdi vereceği cevap, hayatının en önemli kilometre taşlarından birini teşkil edeceğini gayet iyi biliyordu.

İçinden her ne kadar, görücüye çıkmayacaksın kelimelerine uygun yanıt vermek geçse de, Mine'yi yaralandığı gibi yaralamak istemiyor ama o iki kelimelik cümleyi de bir türlü hazmedemediğinden, iki cami arasında kalmış beynamaz gibi sallanıp duruyordu; iyi ki şu biraları almıştı.

Okkalı bir yudumu gövdeye gönderdi ve “Mine asla kendine göre yanlış bir şey söylemedin, hadi söyledin diyelim. Ben haddimi bilirim, sen tasalanma.”

Mine ne mana çıkarırsa çıkartsın, umrunda bile değildi. Kendince kırmamıştı ya.

Genç kız ayağa kalkarken, masa üzerindeki kovayı da aldı ve içeri götürdü.

Döner dönmez de sandalyesini bacaklarına değecek kadar yanaştırıp, elindeki şişeyi de bir hamlede kaptıktan sonra: “Osman, lütfen yaptığım yanlışın ne olduğunu söyle” dedi ve şişeyi kafasına dikti.

Hayır hayır asla görücüye çıkma kelimelerini söyleyemezdi ama hareketlerine de bir anlam kazandırması gerekiyordu.

“Mine, aşamadığım bazı kaprislerimden sana bahsetmiştim, onlara yorsan olmaz mı?”

Şimdi üst baldırları birbirine değecek , bira kokan soluklarından yakındaki herhangi birinin nemalanıp, seahoş olacağı kadar yakındılar.   

Öylesine yakındılar ki kızın yüzünü, tentenin hemen altındaki aralıktan sızan günün son güneşinin doğru açıdan verdiği ışıkla neredeyse tam seçebiliyordu ama herkesin anladığı manadaki görüşle değil, gönül gözünün ta kendisiyle!

Yan çadırdaki genç baba, kucağındaki henüz ikişer adet alt üst dişi çıkmış oğlunun ağzına, yemesi umuduyla minicik köfte parçasını dikkatlice soktu ve heyecanla bebeğin yemesini seyre başladı fakat bebek kusunca bağırdı “Saadet, hemen peçete ver, sıpa gene kustu.”

Arka çadırdaki gençler yemek dönüşü vakit kaybetmeden teyplerini açıp, küçük boşlukta dansa başladı.

Biraz ilerideki çadırda ise, önce kocasını paylayan kadın hızını alamayıp orta sona gidecek kızının önüne üç parmak kalınlığındaki test kitabını fırlatıp yeterince eğlenmedin mi, hadi şu kitabından birkaç saat test çöz dediğinde, genç kız adayı önce annesinin duyabileceği tonda la havle çekti ve kafasını çevirip içinden sunturlu bir küfür savurdu.

Otlar arasında ateş böceklerinin uçuşup, ağaçlardaki cır cır böceklerinin koro halinde şamataya başladıkları sıra Mine karşısındaki adamın sert duruşundan, esasında neye bozulduğunu anlayıverdi.

Adamın biri büfeden, buzlu kova ve rakı isterken bir başkası da mangal yakmaya çalışıyordu.

Hemen önlerinde el ele tutuşan gençler koşarak denize girdikleri sıra “Osman görücüye çıkmak kelimelerine mi bozuldun” diye sordu.

Önemli değil yanıtından başka tek kelime etmemesi, haklılığının ispatı değil miydi?

Oğuz abi defalarca uyarmasına, dikkat et her lafının gizli manasını çözer demesine rağmen, gene de boşa düşmüş istemeden de olsa, sevdiği adamı kırıvermişti, çünkü yetişme tarzından ötürü karşısındaki adamı ablalarının isteği üzerine bir çeşit görücüye çıkartmayacak mıydı?

Kararmaya başlayan sulardan gelen çığlıklar, yanan mangalın kokusu ve tenine değen ten, artık duyu organlarını alakadar etmiyordu.

“Osman, yarın öbür gün ablamlar gelip gidecek. Son kitap satışından da sonra ayrılacağız. Esasında  şimdi söyleyeceklerimi seni yolcu edeceğim gün söylemem gerekirdi ama şartlar beni zorlayınca mecbur kaldım.”

Büfeye ait küçük bahçede okey oynayanlardan biri hırsla bağırdı “Ankara Çorum, tek taşa korum.”

Başka biri aynı tonda yanıtladı “mavi yediliyi, rüyanda görsen, hayra yorma.”

Tavlaya vurulan pulun sesi, bebeğin ağzı yüzü temizlenirken, yaygarayı koparması, gençlerin çığlıkları, başka bir dünyadan geliyordu. 

“Seni dinliyorum Mine.”

Gençlerden birinin fırlattığı deniz topu, yönünü şaşırıp masalarına kadar geldi.

Mine eğilip topu iade ettikten sonra içeri gidip, bira ile geri döndü ve boğulmak üzere olan adamın eline tutuşturdu.

“Osman evine ulaşıp, kendinle baş başa kalınca, hiç keşken olsun istemiyorum.” 

Hayal dahi etmediği şekilde kazanılan para, yaşadığı serüvenler ve kurduğu dostluklar.

Düşündüklerinden hiçbirinin keşkesi yoktu, olamazdı da.

Ancak ve ancak, seni seviyorum diyemeden, cesaret edemeden ayrılmanın keşkesi olabilirdi.

İçindeki kasırgayı bu şekilde ifade de edemezdi.

Ulan şimdi güreş tutuyor olsalar, arkadan dolanıp puan alabilirdi. Evet en iyisi çevreden dolaşmaktı. Nasıl diyebilirdi seni seviyorumu, söylemediğim takdirde keşkem bu olurdu diye.

“Mine, ben gittikten sonra senin keşken olacak mı?”

“Sen söylemediğin için, benim de keşkem olacak Osman.”

“Bende o keşkeyi söyleyecek maça yok mine, madem senin de keşken var önce sen söyle.”

“Hayır sen söyle.”

“Önce sen.”

‘’Osman sen erkeksin, bu iş sana düşüyor.”

Erkek mi, erkek ha!

Anlamıştı Mine ile kendi keşkesinin aynı doğrultuda olduğunu ama şu kavanoz dipli dünyada böyle durumlar yüzeye çıktığı an gözler devreye girer ve önce onlar konuşurdu.

Şu hale bak!

Yaratan, aşkını ifade etme şansını dahi elinden almış, şimdiye dek hiç aklına getirmediği şekilde yaralamıştı.

Evet yaralıydı, dilden daha önemli duyusu gözleriyle kendini ifade edemiyor, karşısındakine de o şansı tanımıyordu.

Dalabilseler birbirlerinin gözlerinden içeri, bakabilseler akıl almaz derinliklere, hissedebilseler kalplerindeki çırpınmayı, okuyabilseler dudakları oynamadığı halde seni seviyorum kelimelerini.

Ama cesaret gösterip o kelimeleri söylemeden öncesi bir sorumlulıuğu vardı.

Evet söyleyecekti seni sevdim diye. Söylemesi de gerekiyordu çünkü adada karşılaşacağı kardeşler kayıtsız şartsız bu ışığı görme arzusuyla geleceklerdi.    

Şuurunun altındaki kaçma planı kendiliğinden suya düştüğü sıra, çadırın içinden telefon sesi gelince fırladı.

“Alo Osman”

Arayan Oğuz’du ve arkadaşına alel acele merhaba dedi ve ekledi “Oğuz telefonu kapar kapamaz beş bin kitap daha sipariş ver. Şimdi matbaa açıktır, Salı gününe dek elimizde olsun” dedi.

Karşılığında helal olsun bravo veya benzer yanıt beklediği sıra tuhaf sessizliğe anlam veremezken Oğuz; ”Osman bugün, daha doğrusu bir saat kadar evvel Hilmi adında biri geldi ve seni sordu.”

İlk damlalar trampet çalmaya başladığı an, arkadaşı devam etti “Osman başın sağ olsun, baban bir hafta önce vefat etmiş.”

Artık trampet sesleri, kafasının içinde koro halinde uğulduyordu.

“Osman orda mısın?”

Cır cır böcekleri şarkılarına devam ettiği sıra, bebek yaygarayı kesmiş, çadırdaki kız havuz problemiyle uğraşıp dişlerini gıcırdatırken, denizden şen şakrak seslerin ardı arkası kesilmiyor, okey atan adamın kahkahasına tavlada mars yapan adamın ki karışıyordu.     

“Evet Oğuz buradayım.”

“Osman bilmen gerekir diye söylüyorum, baban ortada kalmamış ve gelen bu Hilmi denen adam ile mahalleli aynı gün cenazeyi kaldırmışlar. Tekrar başın sağolsun, çok üzgünüm çok.”

Burnuna iç çektiren mangal kokusu girerken “Allah hepsinden razı olsun” diyebildi.

Çevredeki tüm sesler anında yok olup kulaklarında trampet sesleri kesilmeksizin çaldığı sıra    “Osman iyi misin?”

Ses şekil değiştirip, gözlerinden akmaya başladı.

“Evet iyiyim, doktora git, adam gibi bir doktora git dedim ama bana acı patlıcana kırağı çalmaz dedi.”

“Hilmi denen adam söyledi, kurban bayramında uğramışın.”   

“Ben, bana can verenler kadar vefasız olamazdım birader.”

“Osman, tekrar başın sağ olsun.”

“Dostlar sağ olsun, sizler sağ olun kardeşim.”

Mine Oğuz’un söylediklerini duymadığından önce terbiye gereği fazla ilgilenmedi ama karşısındaki adamın son sözleri ve dikkatle yüzüne bakınca, yanağından inen yaşlar, olağanüstü durumla karşı karşıyasın diyordu.

“Osman ne var, bana söylemeyecek misin?”

 Oğuz; “Osman yanına geleyim mi, istersen şimdi yola çıkabilirim?” 

Genç kıza bir dakika ifade eden el işaretini yaptı ve “Gelmene lüzüm yok, zaten bu haberi bekliyor ve kendimi çoktan hazırlamıştım.”

Oğuz: “Tamam ben de öyle tahmin etmiştim ama bir konu daha var. Hilmi denen herif bir de tapu getirdi, arsa tapusu. Sen de görmüşün, gittiğin gecekondunun arsası babana aitmiş, adam gelirse ben çıkar giderim dedi.”

‘’Biraderim senden ricam şu, tapuda ki adrese git ve o adama istediği kadar oturabileceğini söyle, şimdilik arsaya marsaya ihtiyacım yok.”

Oğuz kapayıp, elindeki telefonu kucağına indirdiğinde “Mine böyle bir gecede seni üzmek istemezdim ama maalesef babam vefat etmiş” dedi ve avuçlarını yüzüne kapadı.  

Asla ağlamıyordu, belki de ağlayamıyordu sadece gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülürken adamın biri kendini yukarılara, trampet sesleri arasında fırlatıp duruyordu.

Bir çift el önce saçlarını okşadı ardından elinin tekini yakalayıp, avuçlarının arasına aldı.  

Genç kız “Osman başın sağ olsun, ne diyeceğimi bilemiyorum” derken ağlamaya da başladı.

“Lütfen ağlama Mine, çok rica ediyorum ağlama.”

Nasıl ağlamayayım, kader bizim mutlu olmamızı istemiyor. Osman tanıdık çok, istersen hemen vasıta bulurum, cenazeye yetişebilirsin.”

“Babam bir hafta önce ölmüş Mine, çok teşekkür ederim ama lüzumu yok, aynı gün toprağa verilmiş. Duyduysan telefondan da anlaşılıyordu, zaten bu haberi bekliyordum. Zamanlaması hem babam hem de benim açımdan çok kötü oldu. Sana keşkelerimi artık bu gün söyleyemem, inan ki gitmeden öğreneceksin.”

O an dağlara, toprağa bakamayacağını hissederek sandalyesini denize çevirdi.

Güneş ha battı ha batacak, koyu portakal rengine bürünmüş, kara gözlerinden ışık seçebilenin kamaşmasına neden olurken bir yerlere doğru gitmeye hazırlandı ama önce elindeki bira şişesini kıza uzattı.  

Yarım saat geçmeden de çadırın içindeki kampetlerine çekildiler.

Dışarıda kahkahaların, curcunanın bini bir paraya devam ederken, bağdaş kurup oturdukları yerde öylece, güneşin doğmasını beklediler.

Gecenin en karanlık anı, güneşin doğmadan önceki andır.

Mine’nin soluk alışlarından uyukladığını hissederek yavaşça ayağa kalktı ve denizin kıyı ile öpüştüğü noktaya gidip oturdu.

Artık tanrı ve yanına giden babası ile başbaşaydı, dalgaların kıyıya vurdukça çıkarttığı hışırtılarla, hıçkırıkları birbirine karışabilirdi.

Geri döndüğünde Mine’yi sandalyede bekler buldu.     

“Kusurıma bakma Mine, buna çok ihtiyacım vardı.”

Teselli edici sözler beklemiyordu ama kızın eline yapışması daha çok…

 Aman yarabbi, eller gözlerin yerini almıştı!

Sıcaktılar, akıl almaz derecede sıcak ve samimi. Aşk ile sıkarken, üzüntü ile titriyorlar, Mine’nin ellerinden tüm vücuduna akıl erdiremediği bir huzur yayılıyordu.

Deniz kenarına gayri ihtiyari başını çevirince, babasını mutluluklar dilercesine el salladığını gördü ve şaşkınlığı henüz geçmeden, o dev yapılı adam ilk ışıklarla kaybolup gitti.

Kendi beyninin uydurduğu hayal miydi, halüsinasyon muydu bilemezdi ama öylesine rahatlamıştı ki Mine’ye dönüp “Benim yüzümden sen de acılar içinde kaldın, yetmiyormuş gibi dünden beri de açsın, istersen getirdiklerimizi çıkart da kahvaltı yapalım” derken de kızım tuttuğu elini ters çevirip, iki eliyle birden yakalayıp usulca sıktı.

“Osman önce sen bana şunu söyle, yapabileceğim birşey var mı, örneğin çadırın sahibi Serap ablamı arayayım erken gelsin, burası artık bize göre değil. Eve gider acılarımızı orada gözlerden ırak yaşayabiliriz.”

“Kader bizi öyle bir zamanda yakaladı ki, senin de dediğin gibi mutluluğumuzu istemiyor olabilir ama haklısın mümkünse hemen buradan gidelim. Kahvaltıyı da evde yaparız.”

Saatin çok erken olmasının önemi yoktu. Masanın üzerindeki telefonu alan genç kız üst üste çaldırdıktan sonra açan kişiye durumu izah edip kapadı ve yavaşça yerinden kalkıp hazırlıklarını yapmaya başladı.

Yarım saat geçmedem kamp sınırına gelen araçtan inen kadın önce kendine sarılıp baş sağlığı diledi ardından Mine’ye sarıldı ve biraz zorla da olsa, arabasına bindirip, eve getirdi.

Mine sofrayı hazırladığı sıra, dalgın dalgın geçmişi düşünüyor, babasının kendini öldürecek kadar içmesine rağmen o arsayı nasıl elde tuttuğuna akıl erdiremiyordu.

Niceleri vardı tüm varidatını yitirip, sokaklarda yitip giden. Dadılarla büyüyüp, kimsesizler mezarlığına gömülen. Lüks arabalarla dolaşırken, bir şişe şarap uğruna sağa sola el açan. En tanınmış fakültelerde hocalık yaparken,Valide caminin avlusundaki eski mezar taşları üzerinde yaşayıp, yirmi beş kuruş karşılığında gelip geçen talabelerin problemlerini çözen. Daha hatırlayamadığı, bilmediği nicelerini bu alkol alıp götürmüştü. Tamamının sonu sefalet içinde geçmiş olmasına rağmen, peki bu arsa nasıl hala yerinde duruyordu?

Bazı duygular öne çıkıp neden olacak, yiyecek zaman bulamadı fikrini kafasına yerleştirmeye çalışsa da ansızın bayram günü, babası ile yaptığı konuşmayı hatırladı.

Kör kalacağını daha ilk günden bildiğini söylemişti.

Sonra ne demişti oğlum tıp ilerliyor, bakarsın bir gün gene top oynuyorsun.

En son aklından geçenlerin kanıtlanmasının imkanı yoktu ama!    

Babası ilerideki olasılıklar dahilinde, gözlerine yatırım yapmış olabilir miydi?

Ansızın içine öyle bir hüzün çöktü ki, ölüm acısından beter.

Mutfaktan sucuk kokusu gelince, kalkıp tazı gibi kokuyu takip ederek, mutfağı buldu.   

Mine’nin sırtı dönüktü ve burnunu çeke çeke ağlıyordu.

İlk şaşkınlığı atlatıp seslendi “Mine lütfen ağlama, kaç defadır söylüyorum, çok canımı acıtıyorsun.”

Karaltının geri döndüğünü olası şaşkınlıkla baktığını hissederek “Sucuk kokusunu takip ettim” dedi ve güldü.

Hiç umulmadık şekilde ok gibi fırlayıp sarılan kız, esasında kafasının içindeki tüm keşkeleri sildi süpürdü, sadece biraz zamana ihtiyaçları vardı.

Kahvaltı bittikten iki saat kadar geçmiş, karşılıklı koltuklarında kös kös oturdukları sıra, mutfaktaki telefon çaldı.

Koşan genç kız, geri döndüğünde “Osman, Tarık Amca ve hala gelecek, cenaze evi olarak bu ev seni üzmez sanırım çünkü sana sormadan ben burayı adres gösterdim.”

“Gereği yoktu Mine, babam vefat edeli bir hafta olmuş.”

“Ama herkes yeni öğreniyor Osman, burada adet böyledir, gene de sen bilirsin.”

Neyse ki kızın kırılmak üzere olduğunu çabuk fark ederek; “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, cenaze evi nedir büyük annemden bilirim, onca kargaşaya katlanacaksım, esas ben buna çok üzülüyorum.”

“Osman, eğer senin acına bir gün katlanamayacaksam, benim keşkem yok veya sunturlu yalan demektir. Şunu da söyleyeyim, Hasan ve eşi Nazlı da gelecekler ve köyde babanın yedi yemeğini vereceklermiş. Anladığımca bu işi Oğuz abi organize ediyor çünkü geldiklerinde senin parlamaman için beş yüz lira alacaklarmış, Tarık Amca yanında yoksa ben vereyim o bana sonra verir dedi. Osman acın büyük ama sevinmen de lazım, buranın insanı seni kabul etti. İnan, şu birkaç günde şahit olacaklarına çok şaşıracaksın.”

Genç kız, ayağa kalkıp telefonu salona çekeyim derken  bir başın sağ olsun sözleriyle geçiştireceklerine bunca işe kalkışan insanların, kendini kabul ettiklerine canı gönülden inandı.

Yarım saat geçmeden ikinci telefon kendine geldi, arayan Oğuz’du ve benzer şeyler söyleyip telefonu eşine verdi.

Berna hıçkırıklar içinde baş sağlığı dileyip, Mine’yi istediğinde telefonu uzattı.

Aralarındaki konuşmayı anlamamak için insanın mal olması gerekiyordu ve Mine defalarca söylediği sen meraklanma kelimelerini son defa söyleyip kapadığında ortalığa hüzündür çöktü; kim varsa ayaklanmıştı.

İkinci defa telefonu çalıp açınca sesi tanıyamadı.

Titrek sesin sahibi, oğlum ben Seyfullah Amcan dediğinde afalladı, yaşlı adamın taziyesini kabul ederken de gözyaşları tekrar inmeye başladı aynen Şake Teyze ve ardından kızının taziyeleri sırasında da devam etti yalnız son defa Beti’ye dostlar sağ olsun dedikten sonra tam kapatacağı sıra Mine’nin sertçe ben çay koymaya gidiyorum dediğinde kızın bozulduğunu fark ederek içten içten, delikanlılık kurallarına aykırı da olsa, aşıkların kurallarına uygun olmasından ötürü, sinsice sevindi.

Oğuz herkesi ayaklandırmış, üst üste gelen telefonlarla bir nebze acısını dindirmişti.

Önce Hasan ve eşi Nazlı ardından da Tarık amca ile hala geldiler.

Sonra, köydeki yedi yemeği dahil, tüm dini vecibeler ve gelenekler eksiksiz yerine getirildi.

Öyle ki geri dönüp, Mine’nin hazırladığı yatağa uzandığında, en küçük bir tepki veremedi.

Tarifi imkansız yorgundu ve gözlerini kapadığında babası karşısındaydı.

Tüm gece gezdiler, eğlendiler, top oynayıp birlikte maç seyrettiler. Nedense tek kelime konuşmadılar. Sadece tam ayrılacakları an babası Osman arsayı senin için aldım, ondan gelecek geliri içkiye yatırma bir de Hilmi’yi sokağa atma dedi ve gitti.

Gözlerini açtı ve karanlığın sessizliğini tüm yüreğinde hissedip ürperdi.

Kan ter içinde kalmıştı ama hafızasını zorlayınca kabus görmediğini de hatırladı. 

Sağ tarafında pencere, sol çapraz karşısında ise yattığı odanın giriş kapısı vardı ve bildiği kadarıyla açık bırakılmış, yatmadan önce de tuvalete nasıl gideceği tarif edilmişti.

Tam karşı odada Mine’nin yattığını biliyordu ve duyarım umuduyla dikkat kesilse de kızın soluk alışını duyamadı.

Canı sıkkın şekilde uyandığı için, yastığını duvara dayayıp oturdu, sabaha dek vakit geçirmenin yollarını ararken birden aklına sattığı kitabın devamının konusu geldi. Güneş ilk ışıklarını pencereden içeri saldığı sıra konu tamamen olgunlaşmış, girişgahı nasıl yazacağını ezberlemiş, unutmamak için sürekli tekrarlayıp durmaktaydı.

Öylesine dalmıştı ki, kapıda beliren sülieti fark edemedi ama “Osman rahatsız mısın” sorusuna dalgınlıkla “Kitabın adı Rodos’un fethi” yanıtını verdi.

Kahvaltı bitene kadar klişeleşmiş cümleler dışında fazla konuşmadılar.

Ancak keyif çaylarını yudumlamaya başladıkları sıra; “Mine kalem kağıt alıp söyleyeceklerimni yazar mısın” diye sordu.

Genç kız yazacağı şeyin mahiyetini anlayınca, küçük bir çığlığın nihayetinde, elinde kalem defterle geri döndü.

Sabahın ilk saatlerinden gölgeler ters tarafda uzayana kadar yazıldı çizildi, karalandı, tekrar yazıldı ama sonuçta öğle yemeğini unutsalar da, on sayfayı da bitirdiler.

“Osman bunları sana İstanbul’da Oğuz abi mi okuyacak?”

“Başka şansım yok Mine.”

“Osman ben defteri arkadaşıma götüreyim o da önce bilgisayara sonra da senin flaş belleğine aktarsa, işin daha kolay olmaz mı?”

“Harika olur” kelimeleriyle başladığı sıra çalan telefon, söyleyeceklerinin tamamını  söylemesini önledi.

Oğuz: “Osman nasılsın toparlanabildin mi?”  

“Evet birader gayet iyiyim hatta Mine ile sattığımız kitabın ikinci bölümünü yazmaya başladık.”

“Bu çok iyi oldu kardeşim, şu anda senin arsanın önündeyim, dediğin gibi Hilmi denen adama istediği kadar kalabileceğini söylemeye gelmiştim ama öğrenebildiğim kadarıyla Fahri abim her an karşıma çıkıyor diye mahalleliye dert yanıp, tası tarağı topladığı gibi memleketi Çorlu’ya gitmiş. Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi dinle buraya benim mütahit arkadaşlardan biriyle geldim, senin arsanın imarı olduğunu ve dört daire, iki dükkan veririm diyor, ne dersin?”

“Daha önümde yapmam gereken birçok yasal iş var birader.”

“Oğlum buraya elimizde kazma, kürek ile gelmedik.”

“Tüm yetki senin arkadaş, ben karışmıyorum.”

Biraz daha çeneleştikten sonra önce telefonu kapayıp arkadaşından, nihayetinde kızın tüm ısrarlarına rağmen evden ayrılıp, odasına döndü.

Yatağına uzanıp gözlerini tavana diktiğinde ilk aklına gelen Hilmi oldu.

Allah için gitmese sonuna kadar ses çıkartmayacaktı ama gitmişti.

Sonra gülümsedi ve ulan avuçla esrar içersen babamı da görürsün, Malazgirt savaşındaki dedeni bile görürsün mırıltısı arasında tekrar gülümsedi ama esrarkeşin kafası dumanlıyken, gördüğü halüsinasyonlardan peydahladığı paniği neşesini de geri getirmişti.    

Kalkıp oturdu, önceden verilen sözler münasebetiyle ertesi sabah işe çıkacaklarına göre, kendine ait sadece bu gecesi vardı. Traş ve diğer temizlik işlerini dönüşüne bırakıp, aceleyle dışarı çıktı, niyeti birkaç kadeh parlatmaktı; geçmişinden getirdiği adetlerine göre de böyle yapmalıydı.

Sahilde bildiği meyhaneye doğru ağır adımlarla yürüdüğü sıra bu sefer de ayağındaki körüklü çizmeye uygun pantolonu, beyaz gömlek, siyah yeleği ve traşlı somruk suratına tamamen yakışan, ak saçlarıyla dimdik yürüyen yaşlıca bir adam peşine takılmış, yirmi metre kadar geriden geldiği sıra ulan hergele on dakika geç çıkamaz mıydın diye söylenip duruyordu.

Henüz güneş yeni batmış ve meyhane yükünü daha almamıştı.  

Fark edebildiğince masalar boştu ve öndekilerden birini seçip oturdu ama daha garson başında bitmeden karşısına bir karaltı merhaba dedikten sonra izin almaya gerek duymadan yerleşti.

Henüz iki hafta önceki olay çok tazeydi, katlanmış bastonunun askı ipini bileğine geçirip, adamın hamlesini bekledi.

“Oğlum başın sağ olsun. O sidikli kaltak, seni doyurmadan mı yolladı. Farkında mısın bilmiyorum ama burası meyhane, lokanta değil.”

Adam başın sağ olsun dediğine göre kavgaya gelmemişti. Sidikli dediği kişi kesin Mine idi, böyle hitap edebildiğine göre çok yakından tanıyan biriydi ama kimdi?

“Dostlar sağ olsun birader. Buranın meyhane olduğunu biliyorum lakin beni sorgulamadan evvel kimliğini bağışlasan da iki ayağımı bir pabuca sokmasan olmaz mı?”

“Ben biraderin olacak yaşta değilim oğlum. Şimdi bana adam gibi burada konuşulacakların gene burada kalacağına dair söz verirsen, sana kimliğimi açıklarım, zaten eğer olanları anlatırsan o sidikli kim olduğumu anlar ya neyse. Söyle bakalım çeneni tutabilecek misin?”  

“Gerekirse benimle mezara kadar gider, endişelenme amca.”

Başlarına dikilen garson Recep Amca hoş geldin dediğinde adamın adını söylemesine gerek duymadan öğrendi. Kimdi bu kendisine danışmaya lüzum görmeden dünyanın siparişini veren adam?

“Rakı mı içiyoruz evlat?”

“Ben o niyetle gelmiştim amca.”

Garsona içki siparişini veren adama tüm dikkati ile bakıyor, kimliğini kafasında bulmaya çalışıyordu. Yanlarından geçen birkaç kişi de saygıyla adını hitap ederek selam verince, karşısındaki adamın ekabirlerden biri olduğuna kanaat getirdi ve az önceki saygısız davranışını düşünerek, daha dikkatli olmaya karar verdi.

“Meyhane pek yeri değil ama tekrar başın sağ olsun evlat.”

“Dostlar sağ olsun, sizler sağ olun efendim.”

“Adın Osman’dı değil mi?”

Bu adam yanına, herşeyi bilerek gelmişti ve anladığı kadarıyla dostluk kurmaya çalışıyordu. Kafasının içinde bazı ışıklar yanmaya başlasa da inanamadığından, tek sorun hala kendini tanıtmamasındaydı. Karşısındaki kişiyi evet anlamında başıyla onayladı. Bir an diklenmeyi aklından geçirse de terbiyesini bozmamaya tekrar karar verdi.       

“Oğlum bu memleketin en büyük sorunu, bilgi sahibi olmadan ve karşındakine önem vermeden, hakkında fikir sahibi olmaya kalkışmaktır. Maalesef ben de aynı hataya düşüp, gözlerinden ötürü sana önem vermedim, kusuruma bakma. Ben Emine’nin babasıyım.”

Öyle afalladı ki, aniden gelişen başka bir olay olmasa, her şeyi alt üst edebilirdi ve günler sonra kaderin kendisine yardımcı olduğuna tüm kalbiyle inanacaktı.

Ansızın “Recep Amcam, ver elini öpeyim” diye yanaşan genç, aklının başına gelmesini sağladı. Kısa süre içinde konuşmalar bitip, baş başa kaldıklarında artık adam gibi cevap verebilecek durumdaydı.  

“Geçmiş olsun efendim, Mine bana her şeyi kendi penceresinden de olsa anlattı fakat ben canı gönülden kaza diyorum.”

“Olan oldu artık oğlum, bundan sonra beni alakadar eden kızımın huzuru, mutluluğu. Zaten ben de onun için şimdi karşındayım.”

( Sığırcık Kuşu-11 başlıklı yazı osman--atatop tarafından 29.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu