SIĞIRCIK KUŞU
AYRIM-1
Sığırcık kuşu en bilinen yara taşıyan kuş cinsidir.
Hadi uzatmadan başlayalım.
İlk damla kapıya birkaç adım kala diğeri apartmanın cümle
kapısını açmak üzere kimse anahtarla uğraşmasın diye arkadan çıkartılan teli
yakalamak maksadıyla eğildiği sıra kafasına, içeri girerken de hala eğik
olduğundan, sağanak halinde başlayan yağmurun öncü salvoları kıçına ve sırtına
düştü. İçeri girip, başını göğe doğru çevirdiğinde, bardaktan boşanırcasına
yağmaya başladığı için, sağ elinin parmaklarını açıp baş parmağını burnuna
dayadıktan sonra nanik yaptı ve kapıyı tamamen kapamaya hazırlandı.
Henüz saat on sularında, kendine göre mesai saatinin ilk
dakikalarından itibaren tepesinden eksilmeyen bulutlar kah aralarında köşe
kapmaca oynamış kah arada gümbürdeyip bana bak ulan işini çabuk bitir yoksa
tepene binerim diye, malı bitene dek tehdit etmişti.
Hatta, arada üç aylık erkek çocuğunun pipisinden fışkırır
gibi ummadık zamanda yağmış, ne oluyor demesine fırsat vermeden de dinip,
kendisi ile matrak geçmişti.
Ama ne olursa olsun malını bitirmesine müsaade etse de
yaptığı tehdit, şantaj ve boşanırcasına inmesi yüzünden tam üç gündür işe
çıkamadığını bir şekilde hatırlamıştı.
Tüm gün boyu yukardakilerle verdiği kavga nedeniyle, Tanrı
ile arası bir türlü düzelmediğinden de emniyete girer girmez nanik yapmayı ihmal
etmedi fakat küçük omuz çantasının boş olduğunu hatırlayınca da mahsunlaşıp başını yukarı kaldırarak, özür dilercesine sırıttı.
Kapıyı iki parmak kalana dek kapadı ve uzun süre dışarıdan
gelen sesleri dinledi. Kar ve fırtına sezonu bitmesine bitmişti ama şu
yağmurlarda bir dinse çok iyi olacaktı.
Günlerin uzamasına rağmen ortalık çoktan kararmaya başlamış
olmalıydı.
Ağustos güneşinin o kör edici ışığı da olsa, kendi için fark
eden fazla bir şey de yoktu ya!
Sokağa giren arabanın sesini duyar duymaz kapıyı biraz daha
kapadı.
Yağmur başlayalı henüz on beş yirmi saniye geçmişti ama araç
önünden geçtiği sıra su sıçratacak kadar yağmış, asfalt sokak hemen üstüne
vazifeymiş gibi suyu tutuvermişti.
Yok yok yağmurun da hakkını vermek gerekiyordu.
İki haftadır bilhassa son üç gündür kendini de iyi terbiye
etmişti doğrusu.
Meyhanesi, birahanesi şöyle dursun, ancak rızkını
çıkarabilmişti.
Hadi canım sen de mırıltısı dudaklarından dökülürken de
hayıflandı. Adam gibi çalışmıyorum ki, açık hava da gün de azami üç bilemedin
taş çatlasın beş saat. Ne ev de bekleyenim ne de kolumdan çekip çekiştirenim
var.
Önce normal mesai saati kadar çalışsam diye aklından geçirdi
ardından kimin için düşüncesi galebe çalınca, kapıyı tamamen kapayıp geri
döndü.
Ayaklarını paspasa iyice silip, beş basamaktan oluşan ön
merdivene doğru uzunca bir adım attı.
İlk basamak; kimsenin bilmediği ama ailesi ve yakın
çevresinden öğrenip, sırıtarak anlattığı İlk basamak; doktorun, ebenin,
hemşirenin her neyse, avucuna düşüp kanlar içindeyken, kıçına vurulan bir
tokatla hoş bulduk dünya demesi.
Yoksa ne oluyor lan mı demişti; tekrar sırıttı.
Temizlenip ambalajlandıktan sonra anne denilen kutsal
varlığın göğsünde başlayan huzur dolu saatler ve birbirini takip eden günler,
aylar, yıllar.
Arada kıçına hafifçe bir tokat veya küçücük bir çimdik yese
de dev gibi birileri tarafından mıncıklanıp hırpalansa da, ekmek elden su gölden
neşe dolu geçen zaman.
Ne kadar zorlarsa zorlasın, tüm insanoğlu gibi kendinin de
sonradan öğrendiklerinden yarattığı hayaller dışında, hiçbir zaman hatırlayamayacağı
bebeklik yılları veya ilk basamak.
İkinci basamak; önlüğü giydirilip, boğazına da pranga gibi
beyaz yakanın takıldığı gün yetmiyormuşçasına sırtına yerleştirilen çanta, hiç
sevmediği okul günleri ve dış dünya ile başlayan arkadaşlığı.
Asmaya su inene dek hırsla devam edilen eğitim. Ardından
daha bir, iki yıl önce beraber oynadığı ama adam yerine koymadığı sokak ve
okuldan arkadaşı kızlara çok değişik gözle bakması bu ara da onların da başka
gözle baktığını fark edemeyecek kadar enayi oluşu.
İlk flört, aman Yarabbim nasıl bir gündü o!
Herhalde birbirlerine klark çekmeye başlamalarının seneyi
devriyesi tamamlanmıştı.
Arka sokakta oturan ve fincan gibi yeşil gözleri olan Rum
kızıydı.
O yıl orta okulu
bitirmiş ve tatil başladığından beri, mahallenin fırlamalarından biri minik
kağıtlar götürüp getirmeye başlamıştı, tabi asgari dondurma karşılığında
yapıyordu bu kıyağı. Sadece ufaklığa para yetiştiremediğinden kıza buluşmayı
teklif etmiş bu arada sayısız yazışmaların nihayetinde, Bebek Parkı’nda
buluşmak üzere sözleşip plan bile yapabilmişlerdi.
Şimdi yerinde yeller esen, Bebek Belediye Gazinosu’nun
geçmişte hemen hemen tam sahne arkasına isabet eden asırlık çınar ağacının
dibinde buluşacaklar bu arada Oğuz, Mısır Konsolosluğu’nun köşesinde, Mustafa
ise muhallebici tarafında erketeye yatıp, geleni geçeni kollayacaklardı.
Düşünmüş, taşınmış kız geldiğinde ikram edebilmek için bir
külah da ay çekirdeğini cebine yerleştirmişti.
Eleni de kimse fark etmesin diye, iki duraklık mesafeyi
otobüs ile aşıp gelecekti.
Sonunda durağın arkasında ama parkın içinde ki dev
kuşkonmazların arasından silueti gözüktüğü an, aklı başından gitti.
Sandal kızaklarından on metre kadar uzakta ve çınar ağacının
denize bakan tarafındaki bankta oturuyordu.
Küçük çocuklar annelerinin gözetiminde sığ sularda çığlıklar
atarak oynuyor, tüm dikkatini vermiş aralarında tanıdık sima olup olmadığını
bilmem kaçıncıya kontrol ediyordu.
Kafasını çevirdiğinde görmüştü Eleni’yi, acemi dedektifler
gibi, sağına soluna bakarak yürürken.
Kendinde çoktan şafak atmıştı ama kızında o meşhur fincan
gözleri, şehir hatları vapurlarının projektörlerine dönüşmüştü.
Kulaklarında çocukların çığlıkları, tepesindeki ağacın
yaprakları arasından geçen rüzgârın meydana getirdiği ıslık benzeri ve tüm dış
dünya ile bağlantısı tamamen kafasının içinden silinip gitmiş işin kötüsü
günlerce söylemek üzere tasarladığı kelimelerden de eser kalmamıştı.
Eleni, yanına gelip oturana dek ayağa kalkacak nezaketi
düşünememişti ama kızın merhaba diyen içten sesini duyunca da kırk yıllık kaşar
zamparalar gibi hafif inik kaşları, kıstığı gözleriyle tebessüm eden dudaklarını
aktör Yılmaz Güney misali fazla aralamadan alçak bir tonda yanıtlamayı becermişti.
Vallahi de billahi de Eleni kendisinden asgari dört gömlek
daha cesurdu ama üzerine nereden bulduysa gelin pulları serpiştirip,
yıldızlarla bezenmiş uzay boşluğuna benzettiği zifir karası saçlarını savurup ‘’vre
benimle oynama, alacaksın beni değil mi’’ sözlerini duyduğu an, kaçacak delik
aramış, birkaç dakika sonra kendine geldiğinde ancak yanıt olarak cebindeki
çekirdek külahını çıkartmayı akıl edebilmişti.
Beyaz gömlek, yanından siyah şeritler sarkan beyaz etek ve
beyaz terlikleri vardı. Vücuduna ait olmayan tek siyah yer ise çöp gibi ince
bacaklarının bitimindeki aşil tendonlarıydı ayaklarını yıkamayı unutup aşk
peşine düşmüştü. Tabi kendi ayaklarındaki çoraplar dört günlüktü ve alimallah
ayakkabılarını bir çıkartsa, çevre kimyasal savaş başladı sanırdı ya, her neyse.
Agop’un kazı gibi, tek kelime konuşmadan çekirdekleri yiyip
ayrılmışlardı, aman Yarabbim ne aşk!
Tekrar görüşememişler zaten Eleni kısa zaman sonra ailesi
ile birlikte Yunanistan’a gitmiş ve hatıralarında ilk sırayı kapıvermiş ve hiç
unutmamıştı o kirli topukları.
Hayır hayır işin aslı o denli ucuz değildi ve asla
unutamayacağı bir şey daha vardı!
O gece karası saçlarına serpiştirilmiş gelin pulları kısa
zaman içinde, aynı gecenin o yok edici karanlığında, deniz üzerinde oynaşan
yakamozlara dönüşmüştü ve biliyordu ki ölene dek yakamozlar kafasının
bir yerlerinde oynaşıp duracaklardı.
Çingene hesabı, on dört buçuk yaşındaki bir erkek ile on üç
yaşındaki bir kızın aşkından, ilk bakışta tebessümden öte başka şey beklenemezdi
ama öylesine saf öylesine temizdi ki; şimdiye kadar hiçbir yazarın, romancının,
gene şair ve senaristin akıl edemediği, olası töreler nedeniyle savsaklamayı
yeğ tuttuğu bu konu hiçbir zaman ciddiye alınmayıp alay edilse de hem kendi
için ve emindi ki hem de Eleni için kutsaldı ve mezara kadar da öyle kalacaktı.
Merdivenin ikinci basamağı, tüm yaşayanlar gibi kendisinin
de devamlı ilklerin meydana geldiği basamaktı.
İlk sigara, ilk şarap yudumu veya olumlu gözle bakıldığında
ilk futbol lisansı.
Kandilli tarafındaki benzerine kalın kablolarla bağlanmış
yüksek gerilim direğinin dibinde biri görecek korkusuyla yakılan sigaranın
ciğer yakan dumanı. En yakın ev ses duyulmayacak kadar uzakta olsa, boğulmayı
göze alıp, kısık kısık öksürmeler.
Ya ilk kendi semtlerinde maçaları yemediğinden, sadece
özenti olarak başka semt meyhanesine dadanma!
Ya ilk kerhaneye gidiş, hepsi ayrı hikaye.
Lise hayatı ile kahvehane hayatı, aşağı yukarı aynı günlere
rast geliyordu.
Kahvehaneye takıldığını öğrenen babası, gözlerine dimdik
bakıp ses çıkartmasa da annesinin ortalığı tozu dumana katması unutulur gibi
değildi ama tüm arkadaşları gidiyordu ve gitmeye de devam edecekti.
İlk zamanlar oyun kağıdı verilmediğinden sadece çay içip
geyik takılırlar arada gözlerini oynayanlara kaydırıp, bir şeyler kapmaya
çalışırlardı.
Oyun tavlanın arkasındaki dama ile başlamış sonra tavla gene
ters çevrilip mars, hapis gibi oyunlara dönüşmüştü.
İnsan kişiliğinin oturmasında, çevre çok büyük yer işgal
ediyordu ve tüm arkadaşları gibi, çenesi düşük, geyiği seven ve yaşı gereği
gözü kara biri olup çıkmıştı.
Oğuz ile birlikte aynı okula gitseler de biri torna tesviye
biri de makine kalıpçılığı bölümüne devam ediyordu.
Okulun yolladığı ilk staj da kazandığı ilk para, avucuna
konduğu an, küçük dağları kendi yaratmış gibiydi.
Ve o ilk alın teri ile kazandığı para, kalan okul hayatı
dahil tüm yaşamını etkileyecekti.
O günler de tam bilincinde olmasa bile duyduğu öz güvenin
değişikliklere sebep olduğunun farkındaydı bu da şimdilik kafiydi.
Öylesine yeterliydi ki lise sonda anne ve babası boşanmaya
karar verdikleri sıra, bağırmış çağırmış, kendini yerden yere atıp okulu
bırakırım, kaçar giderim ve intihar ederim sözlerini kullanarak tehdit dahi
etmesine rağmen başaramayınca, duyduğu özgüven ile ne yaparsanız yapın diyerek
kapıyı vurduğu gibi evden çıkıp gitmiş ve büyük annesi ile oturmaya başlamış
diğerleri ise boşanıp İstanbul’un birbirine zıt bölgelerine taşınarak semtten
defolup gitmişlerdi.
Birkaç aylık tarifi imkansız sıkıntının bitiminde,
üniversite hayalleri kurmaya hakkı dahi olmadığını bilerek, cepte diploma iş
hayatına başlar başlamaz, onlarca yüzlerce kilo ağırlığındaki çelik parçalarına
milim milim şekil verirken içindeki kini nefreti ve tüm öfkesini olumlu yönde
işine aksettirince, patronlarının el bebeği göz bebeği oluvermişti tabii
bir yere kadar!
O yıllarda bir ilk daha vardı, lanet olasıca bir ilk.
Makine kalıpçılığının yanı sıra fabrikalardan gelen kırık
bozuk veya herhangi nedenden deforme olan parçaların aynısını tekrar yapıp
yolluyorlardı ve öfkesi dinmesine rağmen, yeni bir hırs edinmişti, büyük
annesinin dişlerini yaptıracaktı.
Kadıncağızın yemek yediği sıra ağzının şekilden şekle
girmesini seyretmek çok hoşuna gitse de çektiği ızdırabı bilecek yaştaydı ve
diş için önce patronundan avans istemiş, kırk dereden su getirilince para
biriktirmeye başlamıştı.
Askerliğine üç ay kala para neredeyse hazırdı ve o gün
müjdeyi verecekti.
Sokağa girdiği an kendisini gören kalabalık içinden çıkan
yaşlıca bir kadın, boynuna sarılıp feryat etmeye başladığında her şeyi, büyük
annesinin vefat ettiğini anlayıvermişti.
Gariptir ki o tek kuruş geliri olmayan kadın, askerliği
süresince ihtiyacı olabilecek cep harçlığını canıyla ödeyerek, çekip gitmişti.
Yarısı ikinci diğer yarısı da üçüncü basamağa ait askerlik.
Mesleği ile özleştirdiği ağır kademeci hayalleri suya düşüp
piyade olmuş, sabahları mıntıka temizliğinde izmarit toplayıp, eğitim saatleri
dışında da genelde ot yolup vakit geçirse de aşağı yukarı her gün oynanan futbol
bir nebze olsun askerliğini kolaylaştırmıştı lakin teskeresine iki ay gibi kısa
süre kalmışken çok sert gelen topa vurduğu kafa iki hafta boyunca baş ağrısına
sebep olmuş üstüne üstlük ağrıları diner dinmez gene bir maç sırasında çelme
taktı diye karşı tarafta oynayan bir astsubay avuçlarının içi ile iki kulağına
ve aynı anda tüm gücüyle artarda defalarca vurunca tekrarlayan baş ağrıları ve
haftası dolmadan ilk epilepsi nöbeti viziteye çıkmasına, doktorun teşhisi ise
üçüncü basamağa basmasına neden olmuştu.
Asteğmen doktor gülerek ne demişti?
Aslanım, bir şeyin yok, senin hastalığın tezkere hastalığı…
Doktor doktor gel de gör ne hastalığıymış doktor, gel de
gör!
Üçüncü basamak, beş basamaklı merdivende insen de çıksan da
tam ortası.
Kim olursa olsun, hayatı tamamen değiştiren basamak.
Mutlulukların, güzelliklerin, acıların ve trajedilerin
yaşandığı basamak.
Mercimek kadar beyin taşısa da yapılan edilenler karşısında,
kimin hangi çuvalın pirinci olduğunu hemen öğreten basamak.
Soğuk iliklerine kadar işlediği sıra, açlığı, yüzlerce kişi
arasında kimsesizliği, sokağın ortasında kalma korkusunu vakit kaybetmeden
hatırlatan basamak.
Yaratan, ölümü gösterip sıtmaya razı olmasını mı sağlamıştı?
Evet ölüm ameliyat olmadığı takdirde kesindi ama karşılık
olarak sıtma gösterilmemiş hatta epilepsiden, baş ağrısı, kıç ağrısından da
eser kalmamıştı yani hayatını kurtaran doktorların da hakkını vermek
gerekiyordu ama bir şekilde de diri diri mezara gömülmüştü.
Üstüne üstlük, eskisinden de iyi olacaksın gibi beyaz
yalanlarla kandırılmıştı.
Peki gerçek tokat gibi yüzüne vurulsa gene de ameliyat
olur muydu, işte buna dürüstçe kendi de karar veremiyordu.
Ulan gene de hayat güzeldi be!
Önemli olan dik durabilmek, ruhunu satmadan vereceği mücadelede
hayatını sürdürebilmekti ve buna da herhalde özgüven deniliyordu.
Kafatasının altında oluşan, büyüdükçe beynine
baskı yapan tümör alınmış, Oğuz’un koluna yapışık hastaneden taburcu olduğu
sıra, şaşkınlığı had safhaya ulaşmıştı. Döner sermayeye ameliyat ücreti babası
tarafından ödenmesine rağmen çıkışta kimseler yoktu hatta tüm süreç boyunca
gelen giden de olmamıştı.
Semtte kalan tek akrabanın evine gidip anne veya babasının
almaya geleceğini söylemişlerdi ama kimse gelmemiş, akrabasının da suratından
düşenin bin parçaya bölündüğünü fark ettiğinde ben parkta bekleyeceğim diyerek
evden ayrılmıştı; çıkış o çıkış.
Günlerce beklemişti yarı aç yarı tok, günlerce dolaşmıştı
ağır aksak adımlarla hoca gibi sarılı kafasıyla, orada burada!
Parkta otururken öğrenmişti annesinin altı çocuklu bir
adamla evlendiğini ve adamın kendisini istemediğini.
Maşallah park, haber toplama ve dağıtım merkezi gibi
çalışıyordu.
Gene aynı bankta öğrenmişti babasının güya kahredip işten
ayrılarak emekliliğini istediğini ve Avcılar tarafında sonradan adresini
öğreneceği bir gecekonduya taşındığını.
İşte bu dördüncü basamağı, ayağının altında hissettiği ilk
anlardı.
Beşinci basamak yarındı ve olasılıkları düşünmek dahi
istemiyordu.
Ayağının altına gelen ne idüğü belirsiz küçük kabartılar
moralini daha da bozmaya yetti. İki adımlık, şimdi fark edemese de önceki
yıllardan edindiği tecrübe ile beyaz zemin üzerine minik siyah taşlarla
süslenerek, hani gök beyaz yıldızlar siyah olsa benzeşir umudu ile imal edilmiş
karo düzlüğü geçerken aynı kabartılar, gece veya sabah erkenden üç katında
süpürülmesi gerektiğini kafasına çivi gibi soktu.
Aşağı inen on dokuz basamakta artık dikkat edilmesi gereken
tek şey vardı, onuncu basamak.
İnsen de çıksan da tam ortadaki basamak, her zaman yaptığını
tekrarlayıp onuncu basamakta durdu ve asker gibi topuklarını birleştirdi ve
önce sol elindeki poşetleri sağ eline alıp kıçını kaşıdı ardından basamakları döner
şekilde imal edilmiş merdiven basamağının en dar noktasına ön dişleri ile
dilinin arasından ıslık çalarcasına tükürüp, totemini de yaptı.
Soğuk bir kış günü okul sonrası treleybüsten inip buz gibi
yağan sulu kar altında postu kahvehaneye zor atmış, tam ortada yanan kömür
sobasının yakınlarında okey oynayanların dibine sinmişti.
Amacı biraz ısınmak biraz da oynanan oyundan feyz almaktı,
hepsi o.
Masadakilerin üçü arkadaşı, koltuk altına oturduğu ise,
birkaç ay önce endamını görmeye başladığı, semte yeni taşınan İrfan adında
şaşkalozun tekiydi öyle ki; Karda kışta kıyamette, kaban altına yelek ve
kolları dirseğe kadar sıvalı, üst iki düğmesi sürekli açık frenk gömleği ile
dolaşan, olur olmaz yerde sağa sola terslenen, ince uzun, görülebilen tüm
kemikleri meydanda, eskilerin deyimi ile ağzının kokusu Bağdat’tan gelen,
ihtimal askerliğini yeni bitirmiş olmasına rağmen saçları bariz şekilde
dökülmüş, ağır abi havalarına meraklı deyyusun biriydi.
Aralarında tek sandalye olmakla birlikte aynı istikamette
oturuyorlardı.
Oyunu parasına değil fakat masa altında açık büfe, bir kasa
küçük birasına oynuyorlardı ve herkes kendi hesabına çalışıyordu, yani eşli
değildi.
Bir an gözü bu kabadayı bozuntusunun ıstakasına kaydı ve tek
taşa okey atacağını fark etti ama İrfan okeye dönerken tam karşısındaki oyunu
bitirince, ıstakasına öyle vurdu ki taşın biri karşı masaya fırladı bu arada
kabadayı sol tarafında ki küllüğü sağ tarafına geçirdi.
Kaçırdığı fırsata rağmen, süzme salağa gayet iyi taş
geliyordu ama bir de yanlış oynamasa.
Dikkat kesilmiş masayı seyrederken, adama gene gayet iyi taş
gelmiş, dağıtım bittiği an elden iki taşa kalmıştı ama strateji hatası nedeni
ile oyunu başkası bitirince, hafifçe ayağa kalkıp kıçını kaşıdı ardından da
ayak değiştirdi.
Üçüncü el göz göze geldiler ve birader hadi bir ayak
değiştir dediğinde ses çıkartmadan yaptı.
Birkaç el sonra neredeyse aşağıdaki bira kasasını kimin
ödeyeceği belli olmuşken tekrar döndü ve ulan şuradan biraz uzaklaş, uğursuzluk
getiriyorsun dediğinde dayanamayıp sen önce oynamayı öğren dedi.
Kabadayının bir kasa bira parasından kurtulabilmesi için
asgari üç el üst üste okey atması gerekiyordu ve son dağıtılan taşlar
dizildiğinde eli buna çok müsaitti.
Söylediği söze yanıt vermeyen kabadayı, elinin güzelliği
karşısında sırıtıp duruyordu, iki okey de dağıtımdan ıstakasındaydı ve diğer
taşlarda çok müsaitti ama bu sefer de elini bozup, çifte giderek hem çift hem
de okey atmaya kalkışınca, koltuk üzerindeki bitiverdi.
Istakasını devirip kendine döndü ve uğursuz piç, sen demin
ne dedin derken aynı anda da elinin tersiyle, ağzının tam ortasına tokadı
indirdi ve film koptu.
Kelimenin tam anlamıyla uçarak yerleştirmişti kafayı ve
birlikte masanın altına inmişlerdi.
Tüm arkadaşları ve Hüseyin amcanın çabaları ile
ayrıldıklarında kabadayı da ağız burun kalmamış, korku dolu gözlerle bakarken
ağzından tekrar piç kelimesini kaçırmıştı ama bu sefer kahvedekiler ayırmadan
önce kendine biraz zaman tanıdı ve salağı bir daha semtte dahi gören olmadı.
Anımsamasının nedeni kavga değildi.
İrfan’ın ağzı burnu kan içinde çekip gitmesinden sonra
kalanlar önce yaptığı totemler yüzünden zavallı ile alay etmişler fakat zaman
zarfında sanki adamın bedduası tutmuşçasına şaka ile başlayan totem hikayesi
tamamına bulaşmıştı işte şimdi onun için onuncu basamakta tüm işlerinin hayırlı
gitmesi, biraz da kendisi ile matrak geçmek üzere totem yapıyordu.
Hatıratında o karlı kış günü, eğdiği başını umutsuzca sallayarak
aşağı indi.
Apartman temizlenmeli, şifahi de olsa antlaşması buydu;
kendi kendine yaşlı mahalle karıları gibi söylenip, anahtarını çıkartmaya çabalarken
kapısının önüne de geldi.
Kapı henüz dört parmak açılmadan burnuna gelen keskin
rutubet kokusu, her zaman olduğu gibi, tekrar mırıltılar halinde söylenmesini
sağladı.
Ardına dek açılan kapının havalandırmayı hızlandırmasıyla
hemen içeri kısa bir adım atıp, sağ ayağının burnuyla halıyı buldu, yarım sağa
dönüp ayakkabılarını çıkarttı ve aynı noktada bekleyen terliklerini giydi.
Elindeki poşetleri masaya, omuz çantası ve katladığı
bastonunu sedire bırakırken ulan pas pas var, neden ayakkabılarınızı silmeden
çörekleneceğiniz yere çıkar da bana eziyet edersiniz düşüncelerini nankörlük
etme, yaptığın iş günde yarım saati geçmez sözleri takip etti.
Mart ayının yirmi yedisiydi, hava soğuktu, doğum günüydü ama
önce pencereyi açması gerekiyordu.
Kaldırım ile aynı hizada başlayan pencereyi açtı, odayı
kendi haline bırakıp, dar koridordaki sağlı sollu odunlukların arasından geçip,
odasının tam karşısına isabet eden mutfak kapısını açarak girdi, aynı rayihanın
içine!
Girişten, sol tarafında karşı duvara kadar, ortasında
lavabosuyla mutfak tezgahı gene tam karşıda tepede iki küçük pencere ve
tezgahın karşısında ise, üstünde dolabı altında mini tezgahıyla tüplü ocağı,
kapıdan girer girmez de sağ taraf da buzdolabı fotoğrafı tamamlıyordu.
Elindeki poşetlerden birini itina ile açıp, rakı şişesini
çıkarttı ve iki sene önce dört nolu dairenin yeni buzdolabı aldığında, eskiciye
vermektense kendisine hediye ettikleri dolaba yerleştirdi.
Ekmeği de karınca fare ve diğer haşerattan korunmak
amacıyla, tavandan sarkıttığı torbaya koyup, kalan iki poşete yöneldi.
Artık burnu rutubet kokusuna alıştığı için rahat
davranmaktaydı ve tezgah altından çıkardığı kevgiri lavaboya bıraktıktan sonra
leğene de pirinç döküm, seksenlik prostatlı herifin şeyinden daha fazla akıtmayan
sarı musluğunu açarak su doldurup, tezgahın yanına yerleştirdi.
Açtığı eski gazetenin üzerine, balık poşetini bırakıp, diğer
poşetteki kıvırcık salatayı çıkartarak, yaprak yaprak kopartıp, tamamını su
dolu leğenin içine attı ve balığın başına geçti.
Poşeti gazetenin üzerine boca ederken, günün bereketli
geçtiğini düşünüyor, evden çıktığı andan itibaren, şansının nasıl da açık
olduğunu hesaplıyordu.
Belediye otobüsünün şoförü, bilet atmasını istemediğinde
günün iyi geçeceğini zaten anlamış, Beşiktaş’ta inmeden önce eline aldığı
iğnelerini gören birkaç yolcu satın alarak bunu perçinlemişler ve inip, Ihlamur
yolundan Mecidiyeköy’e varana dek malının çoğunu satmıştı.
Kısa sürede malını bitirip, Tahtakale’nin yolunu tutmuş ve
ertesi günün ham maddesini de alıp, semte dönmüştü.
İşte şimdi ayıkladığı her kreçanın ve dolaptaki rakının
değeri, doğum günü olmasından değil de rızkının açık olmasından ötürüydü.
Asla her gün böyle olmaz, sağ ayağı ile evden çıksa da eline
ilk malı aldığında ihlas okusa da, totemin kralını yapsa da öyle günler olurdu
ki karnını zor doyururdu. Hele bugün yağmur üç, dört saat önce başlasa, şimdi
kahvehanenin birinde zaman geçirebilmek uğruna ne taklalar atıyordu.
Öyle ya, otobüsten iner inmez daha tam yerini algılayamadan
“Osman, gel ulan harika kreça var” diye bağıran, balıkçı ve çocukluk arkadaşı
Metin’in yanına gittiğinde, torba dolusu kreçayı yarı zorla ama gayet makul fiyata
alınca, aklına rakı ve otobüste aralarında konuşan birkaç yolcunun doğum
gününden bahsetmesi, yıllardır unuttuğu kendinin de ağaç kovuğundan çıkmadığına
göre bir doğum günü olduğunu hatta o günün bugüne rast geldiğini birden
hatırlayıvermişti.
Kumru, güvercin boku kokusundan geçilmeyen minik arka
bahçeye bakan küçük pencereye başını çevirince, kedi girmemesi için
yerleştirilen tel kafesin ardında, nafakasını bekleyen tekirin miyavlama ve
sanki kim olduğunu biliyormuş gibi çıkarttığı sesleri bir süre dinledikten sonra
hayvanın duyabileceği bir tonda “bekle ulan ayıklamam bitsin, nafakan hazır” diye
seslendi.
Şimdi sinsi sinsi gülüyor, yarım saat önceki konuşmayı
tekrar aklından geçiriyordu. Metin’in balıkları uzatırken “ulan bunlar çok
küçük, sen kızartamazsın, buğulama yap” sözlerini gülümseyerek karşılamış ve
“ulan sen benim balık kızartma üzerine ne kariyer sahibi olduğumu bilsen, bana
balık kızartma lokantası açar, zengin olurdun” demiş arkadaşının aval aval
baktığı sıra fazla konuşup icatlarını kimseye öğretmeye niyetli olmadığından
hemen sıvışmıştı.
Ayıkladığı balığı lavabodaki kevgirin içine fırlatıp bir başkasını
eline aldığı sıra tekirin miyavlamasını duyunca dayanamayıp, birikmiş organ ve
kafaları avuçladığı gibi, uzanarak tel kafesi aralayıp pencereden hedef ayırt
etmeksizin attı.
Dışarıda bir anda oluşan curcunaya dayanamayıp pencereyi de
kapadığı an aklına yarın Şehzadebaşı Vezneciler’e gideyim düşüncesini getirse
de vazgeçti; üniversite tatile girmeden veya hafta sonları dışında oraya
gitmeye yeminliydi.
Ayıklama işi bittiği sıra, ziyadesi ile gürültü yapan,
birbirine saldıran kedilerin kavgasına kızdığı için kalan artıkları çöpe atıp,
yıkama işini bitirdi ve ocağın bulunduğu tezgaha geçip hemen yanına serdiği
gazetenin üzerine un dökerek çöp şişleri almak için tepesindeki dolaba doğru
uzadı.
Bir seferinde un yerine alçı döktüğü için hem arkadaşı
Oğuz’u hatırladı hem de yaptığı duble salaklığı.
Şimdi kendi icadıyla baş başaydı. Çöp şişlere balıkları
diziyor böylece kızartırken çevirme ve toplama sırasında tek tek on beş kere de
yapacağı işi tek kereye indirgiyordu.
Hem çevirmesi hem toplaması öylesine basitleşmişti ki, şu
minicik istavritler dahi çocuk oyuncağı gibi geliyordu.
İçten gelen eziklikle kedilerin verdikleri pay kapma
kavgasını düşündü ve Metin’in de kendisinden az para aldığını hesaba katınca,
çöpe attığı artıkları çıkartıp tamamını camdan fırlattı.
Ellerini yıkarken tekrar aklına Oğuz geldi.
İrili ufaklı trajediler üst üste geldiği ve düştüğü gayya
kuyusundan çıkmanın yollarını arayıp bir türlü bulamaz, martılardan, parkta
oynayan bebelerden dahi medet umup, cinnet kapısının önünde dans ettiği
günlerin birinde sadece vakit geçirebilmek amacıyla yanına gittiği arkadaşı
hadi seni kendin pişir kendin ye kebapçısına götüreyim demiş ve orada çöp şişe
balık geçirebileceğini düşünüp denemeye karar vermiş ve kömür olmuş veya bir
yanı pişmemiş balık yemekten de kurtulmuştu.
Esasında bu çöp şiş hikayesi, tek başına da
başarabileceğinin, kendine olan inancının başlangıç noktasıydı ve gene o günden
kısa süre sonra artık çalışmak istediğini arkadaşına anlatınca, işportacılık
yapmasına karar vermiş ve doğruca Aksaray’ın yolunu tutup Oğuz’un bu işlerde
uzman olan arkadaşı Efe’ye ısmarladıkları birkaç şişe biranın karşılığı zanaati
kapmışlardı.
Gerçi süreç içinde, çöpe balık takıldığını defalarca fark
etmişti ama kendi için kendi icadıydı ya, önemli olan buydu.
Bir çöp on beş balık almış ve altı çöple dizme işini
bitirmişti.
Tavadaki yağın ısınıp ısınmadığını anlamak için, bir pinçik
unu tavaya üfeledi.
Duyduğu cızırtı ile iki çöp şişi tavaya bırakıp, sesli
saatinin düğmesine bastı ve dinledi.
Balığın bir yüzü beş dakika kalacaktı. Zamanı değerlendirmek
için, hızla odaya gidip, sedirin altına uzattığı elini çıkardığında, tuttuğu
elektrik sobasını ayağa dikip, tekrar sürünerek sedirin altına girdi ve fişi
kaçak elektrik kullandığı gizli prize yerleştirdi.
Üç adet bin vatlık çubukları olan sobanın ısıtıcılarından
ikisini yaktı ve kafasını yukarı kaldırıp, parasını Vezneciler’deki polisten
kessinler mırıltısının ardından az önce açtığı pencereyi de kapayıp hızla
mutfağa gitti.
Saatini kontrol etti ve kalan dört dakikasını salata
yıkamakla geçirip, maşa marifetiyle balıkları çevirdi.
Şimdi yeni başlayan beş dakikası vardı.
Aceleyle salata tabağını ve destek tahtasını alıp,
avuçladığı yaprakları tabak içine oturtulmuş tahtanın üzerinde doğramaya
başladı.
İlk balıklar çıkıp ikinci posta çevrildiği sıra doğrama
işini bitirdi ve ikinci postayı çıkartıp kalanları atarken salata da hazırdı.
Son postanın son yüzü kızarırken sofrayı kurup, rakı ve
bardakları da masaya götürdü.
Altı şiş balık çok fazlaydı ve üçünü mutfakta soğumaya
bırakıp, odasına döndü.
Eskiden yazlık
sinemalarda veya çay bahçelerinde kullanılan Çayaneci Güngör ağabeyinin
verdiği tahta iskemlesini altına çekip oturduğu sıra birden aklına gelen dürtü
ile, yatağının altındaki radyo teypini de çıkartarak, normal prize taktı ve
içine de bir kaset koymakla birlikte önce radyosunu açıp, akşam haberlerini
dinlemeye hazırlandı.
Küçük ekran televizyonu da vardı ama nedense radyodan daha
fazla zevk alıyordu.
İlk lokmalar, ilk yudumlar derken doğum günü olduğunu
hatırlayınca, kadehini kaldırıp lanet olsun doğduğun güne ama ne yapalım ancak
öldüğümüzde badem gözlü olacak ve o güne dek sürüneceğiz, hadi şerefe
mırıltısıyla, çay bardağı kadehini bir dikişte bitirdi.
Babasının elinden tutarak yürüdüğü yaşlarda çok etkilendiği
olay, şoförler kahvehanesinde zoraki otururken tanıdığı yanık Süreyya lakaplı
semt delikanlısının geçmişiydi.
Adamın yüzü Sarıyer, Çayırbaşındaki kibrit fabrikasında
çalıştığı sıra, çıkan yangın nedeniyle korkunç yanmıştı.
İlk gördüğü gün çocuk aklı babası dahil, prafa oynayan
adamlara annesinden böyle mi doğdu diye sorunca, yangında bu hale geldiği çocuk
aklına uygun biçimde izah edilmiş bir de ocak arkasına götürülüp, yanmadan önce
Süreyya’nın kartpostal ebadında fotoğrafı gösterilmişti.
Üzerinde oduncu gömleği, kot pantolon ve topuklarına bastığı
ayakkabılarıyla hemen kahve dışında bekleyen adamla fotoğrafını gördüğü kişi
aynı kişi olamazdı.
Biri korku filmlerinde makyajcıların dahi akıl edemeyeceği
bir yüze sahipti diğeri ise zamanın en meşhur sinema veya gazino sanatçılarının
dahi ilk görüşte aşık olacağı bir yüze.
Böylesine zıt, böylesine çocuk aklının izah edemeyeceği bir
durum.
Sonraki yıllarda çözmüştü Süreyya ağabeyi.
Sabahtan akşama değin, kahvehanenin Kaptan Resturant’a bakan
köşesinde dikilir, iki bina arasındaki onbeş metrelik minik sokakta arada volta
atardı.
Semt kadınlarından veya yaşı büyük kızlarından biri önünden
geçmeye kalkışırsa ki; bundan doğalı da yoktu, hemen yüzünü deniz tarafına
çevirip fransız olur bunu bilen kadın ve kızlar onu uzaktan, köşesinde
dikildiğini fark ettiklerinde yön değiştirirlerdi.
Küçük büyük ayırt etmeksizin tüm semt adamlarına selam verip
alır, saygılı davranır, güneş batana dek içindeki acıyı bir şekilde kimseye
yansıtmazdı.
Gelip geçen araçların içindekiler fal taşı gibi açılmış
gözleriyle baktıkları sıra ya kafasını çevirir ya da tebessüm edecek kadar
kendini de aşmıştı.
Emekli miydi, geliri nereden gelirdi, hiçbir zaman
öğrenememişti ama kesin bildiği asla kimseden yardım almayıp, dimdik ayakta
durmasıydı.
Babasını öğle yemeğine çağırmaya gittiği bir tatil günü
şöyle dediğine kulak misafiri olmuştu:
‘’Ben bu Arnavutköy’ün üzerine gelebilecek tüm
uğursuzluklarını, cayır cayır yanarak ödedim. Allah sakatlık acısını başkasına
tattırmasın.’’
Sence öyle mi oldu dersin Süreyya abi?
Hava karardıktan sonra nasılsa o minik sokak kendince
hareketlenir ve Süreyya abi gece bastığında fena sarhoş olurdu.
Ve evine gidene kadar kimse dokunmazdı.
Yol boyunca serserilik mi yapar, öf len öf mü çeker yoksa
hançeresini yırtarcasına nara mı atardı; asla.
Bağırırdı, sadece içinden geldiği gibi bağırırdı
Nara değil, öf ülen öf hiç değil, sanki kafese kapatılmış
Bengal kaplanı, tanrı mengenesine sıkıştırılmış ruh gibi bağırırdı.
Dökerdi akşama dek oynamak zorunda olduğu rolün birikimini
sokaklara.
Bazen aşırı sarhoş olduğunda çok samimi ve kadim arkadaşları
eve götürür döndüklerinde anlatırlardı, ağlamadığı halde, gözlerinden oluk gibi
yaşlar aktığını.
Bağırmasını ilk duyanlar böğürtü sansa da dikkatle
dinlediklerinde içten gelen bir yalvarış bir isyan olduğunu anlarlar, evlerinin
önünden geçtiği sıra duydularsa, erkekler başını öne eğer, kadınların çoğundan
iki damla yaş dökülürdü.
Ve Allah günün birinde yalvarmalarını kabul etti ve bir daha
kimse köşede durduğunu görmedi, sesini de duymadı.
Süreyya ağabeynin tek eksiği, ödediği vebalin belki kendi
ailesinden birilerine yarasa da semti kapsamamasıydı.
Bu sefer hüzün alkolden değil, maziden gelmişti.
İbrahim’i pek sevmez kolay kolay dinlemez hatta bugüne dek para
verip tek kasedini de almamıştı.
Esasında müziği de pek sevmez, muhtarın oğlunun dediği gibi
müzik kulağının olmadığının da farkındaydı.
Askerden önce Oğuz’un elinde gitar, muhtarın oğlu Özden’in
elinde bağlama, şaraplarını alır, ver elini Arnavutköy Bebek arasındaki piknik alanı
Setler. Biri hafif müzik takılırken, genel de Erol Büyükburç parçalarını
çalmaya çalışır diğeri de Orhan baba takılırdı.
Kafalar ne kadar dumanlanırsa dumanlansın asla kendisine
şarkı söyletmezler, tadımızı kaçırma diye defalarca uyarırlardı.
Sonuçta, makine kalıpçılığına ne kadar yeteneği varsa,
müziğe de o denli yoktu.
Zaman içinde bu konuda devamlı dışlandığı için zaten sevemediği
müzikten fazlasıyla soğumuştu ama ‘’Akdeniz Akşamları’’ adındaki parça öyle
etkilerdi ki başkasının yorumu yavan gelir, dinlemeye bile tenezzül etmezdi.
O parçayı İbrahim’den dinlerken, göz yaşlarına boğulurdu.
Hikayesi de bir başka tesadüftü ve yeni dünyasındaki ilk
yıllara dayanıyordu.
Malını erken bitirdiği bir yaz günü semtin yerlileri
tarafından, çarşı denen ana caddesinde ilerlerken kaset ve plak satan arkadaşı
Cumhur içeri sohbet ve çay içmeye davet edince, içeri girip havadan sudan
konuşmaya başlamışlardı.
Sohbetin bir yerinde gelen müşteri bu parçayı istemiş ama
almadan önce bir kere dinlemeyi de teklif etmişti.
Kulaklarına dolan ilk tınıların ardından vakit
kaybetmeksizin bir yerlere uzayıp gitmiş, bazen dağlarda dolaşmış bazen sahilde
dudaklarında hayde vira naraları gözlerinde martılar, ağ çekmiş bazen de
ayağındaki şalvarı, beyaz gömlek üzerine giydiği siyah cepkeni ve kürek
kemiklerine dek inen gece karası saçlarını savururken hayallerine sığmayacak
kadar güzelleşen kızın, gözlerini delercesine diktiği sıra yaptığı dans gelmiş
arada futbol oynayıp, geceleri yakamozları seyretmişti.
Şimdi tam teferruata giremese de şarkı bitene kadar gidip
dolaştığı yerlerin sayısı anlatılamayacak kadar çoktu.
Kasetin ön ve arka yüzünü aynı parça ile, arkadaşına özel
doldurtmuş, dinlemeye usanmadığı parça, zaman zarfında her kulağına gelmeye
başladığında, vakit kaybetmeksizin bir yerlere gider ardından da ağlamaya
başlar, kaderine ettiği küfürlerle sonlanırdı.
Niye ben?
Niye ben?
Niye ben!
Radyoda haberler bitmek üzereydi henüz kaseti başlatmadan
gözyaşları bugün klasik düzeni reddederek, kuyruklarda bekleyenlerin hakkını
çalmaya kalkan uyanıklar gibi öne geçip, duygu sağanağına yakalanmadan sadece
niye benin aklına gelmesiyle yağmaya başladı.
Niye ben?
Niye sen sorusunu, başta ailesi dahil kimsenin sormadığı ve
ancak kendi kendine de yanıtlayamadığı niye ben sorusunun cevabı yoktu.
Diğerinin ise vardı ve iş saatlerinde defalarca duymuş,
bilhassa canım çok da genç, Allah iyi ki bizim başımıza vermedi sözleri her
kulağına geldiğinde ilk zamanlar küfür ile karşılık verse de süreç içinde
alışıp, güler geçer olmuştu.
Niye ben
kelimelerinin çözümünü henüz bulamamanın acısını ilk günlerde ziyadesiyle
yaşadığından, bugünlerde pek ehemmiyet vermese de içki masasının ilk misafiri
hep o kelimelerdi.
Alışkanlıktan olsa gerek, sedirin tam karşısına isabet eden
yatağına, ayak ucundaki çeyiz sandığına ve sandığın üzerindeki yatak yorgan
dengine, boş gözlerle baktı.
Otuziki yaşındaydı ve tam sekiz senedir kördü. Kimilerine
göre âmâ, kimilerine göre hefiz (hafız), itilip kakılmasında hiç mahsur
olmayan, esasında birilerinin cennetten konak veya villa ayırtabilmesi için
dilenmesi gereken, hatta hatta!
Hayır hayır Veznecilerde polisin yaptığı bambaşka bir şeydi
ve asla kimse o davranışı hak etmezdi.
Hırsla radyoyu kapayıp, boşalan kadehini doldurdu.
İlk çöpteki balıklar bitip ikinci şişi sıyırdı ve çakırkeyf
de olduğunu hissetti.
Yanan elektrik sobasına dönüp, ben hırsız değilim, bu hale
düşürenler utansın diye, biraz da alkolün etkisiyle bağırdı.
Tabi ya, ilaçla tedavi edilip hiç kusur kalmadan
atlatabileceği hastalığın geç teşhis edilmesiyle, kör oluvermişti; kimin
umurundaydı?
Başını kaldırıp benim umurumda diye tekrar inledi.
Pencerenin altına isabet eden toplama üç minik etajerin
bulunduğu tarafa başını çevirip, dikkatle bakar gibi yaptı. Yerdeki halı ilk
eve taşındığı günlerde bir arkadaşı tarafından getirilmiş bordo ağırlıklı
geometrik desenli bir makine halısıydı ve odayı tamamen kaplaması çok işine
yaramış, kendine ait ev sahibi olmanın hazzını o halıyla tatmaya başlamıştı.
İşiz güçsüz, yarı aç yarı tok, miskin miskin çocuk parkında
intihar etmeyi tasarladığı o ilk günlerden birinde oturduğu banka gelip seni ve
aileni çok eskiden tanırım diye söze başlayan Seyfullah amca o gün, şimdi
yaşadığı evi ve şartları söyleyince, her ne kadar attan düşüp eşeğe binmeye
benzetse de gebermeyi beceremediği takdirde dondurucu soğuklarda dışarıda
kalmaktan ve utanç verici bir şekilde yaşamaktan kurtulabileceğini düşünüp
hemen kabullenmişti.
Kendi ve Oğuz’un babasının kahvede prafa arkadaşıydı, yaşlı
adam.
Dört çocuğuna da üniversiteyi bitirtmiş ikisi Ankara’da
bakanlıklarda iş bulmuş diğer ikisi de Kanada’ya yerleşmişlerdi.
Şimdi apartmandan gelen kira geliri ile yaşıyor, kendisine
çok fazla gelen bu gelirin büyük bölümünü de Ankara’dakilerin kıçına
tepiştiriyordu.
Hatta köydeki tarlasıyla birlikte iki dairesini satıp Ankara’dakilere
birer daire dahi almıştı.
On yıl önce eşini kaybeden bu yaşlı adamın çocukken her yıl
genelde yaz ortasında kışın yakmaya aldığı odunlarını taşır ve odunluğa
karısının tam istediği gibi istifler bazen de sobaya sığmayacak kadar iri
olanlarını yarar, verdiği iki buçuk lirayla da gidip muhallebi yerdi.
Şimdi sahile yakın bir sokakta, ahşap bir evde tek başına
oturuyor gene kendi deyimiyle musalla taşına yatacağı günü bekliyordu.
Allah gecinden versin amcacığım, sana bir şey olursa benim
de bu evde sonum olur diye mırıldanıp elini kadehine götürdü.
Yudumunu aldı ve su içen tavuk misali başını yukarı kaldırıp
bağırdı: “Ulan bakın bakın da utanın elin adamı dört çocuğuna da üniversite
bitirtiyor. Ya siz; tek çocuğunuzu okutamayacak kadar kendi derdinize düştünüz
ve benim kaderimi değiştirdiniz. Halbuki üniversiteyi bitirebilseydim o astsubay
rütbemden ötürü bana öyle vuramayacaktı.
Hadi gene de tümör oluştu diyelim, gittiğim doktorlar mühendis
olmamdan yani seviyeme saygı duyup itina gösterecek ve teşhisi zamanında koyup
kurtulacaktım ama siz beni bu hale sadece kendi hayatınızı yaşamak için
soktunuz. Ulan madem beceremeyecektiniz niye beni peydahladınız?”
Niye ben?
Niye mi sen, gözlerini kaybettiğin güne kadar karşılaştığın
hiçbir köre niye sen diye sordun mu hıyar?
İlk sara (epilepsi) nöbetini, tezkeresine iki aydan daha
kısa süre kala eğitim alanında geçirip, apar topar revire götürüldüğünde,
doktorun teşhisi oğlun sana tezkere hastalığı bulaşmış gibi anlaşılmaz
kelimeler olunca pek de önem vermemişti ama sonraki sivil doktorlar sorunu ya
midesinde aramış ya da asabi olmakla teşhis koyup, bir şekilde başlarından
savmışlardı.
Eğer o günlerde ülkedeki insana verilen değerin cebindeki
tomarla veya seviye ile ölçüldüğünü bilebilseydi, şimdi kör değildi ve bundan
da emindi.
Yatağının bulunduğu tarafa dönünce ilk beş doktorla
karşılaştı!
Beşi de sağ ellerinin işaret parmaklarını suratına doğru
uzatmış gülerek hep bir ağızdan tabiî ki sen, başka kim olacaktı diye
bağrışmaya başladıklarında, silkinip kabustan kurtuldu.
Durup dururken gardrobu olmadığını hatırlayınca gülümsedi,
hiç de önemi yoktu ve kapı arkasındaki çiviler yetiyordu.
Hastane sonrası düştüğü boşluk, ailenin, başlarına kalacak
korkusuyla, bin bir dereden su getirerek, yalan yanlış kerameti kendinden menkul
teşhislerle reddi ve geçen acı dolu günlerin getirdiği umutsuzluk.
İki günden fazla, ağzına lokma koymadığı günler, karnın tok
mu diye sormadan, kıyak yapıyorum, teselli ediyorum derdiyle aç karna
ısmarlanıp içilen içkiler.
İyilik yaptığını sanıp, akıllarınca cebine para koyup,
onurunu kıran arkadaşlar ve zaman içinde tamamının ortadan kayboluşları.
Sonunda gerçek ama sayıca az birkaç dost ve çöp şişlerin
getirdiği güven.
Almanya’dan yollanan teyp ise, yeni bir kilometre taşı olup,
şiir yazmasını daha doğrusu bestelenir umuduyla kasede okumasını sağlamış ve
içine yaşama hırsı katmıştı ama hiçbir şiirinden de kazanç sağlayamayınca işi
romana dökmeye karar verip, on yedi kasetten oluşan romanını bitirmişti.
Kafasındaki teori, evlenecek doğan çocuğu büyüyüp okuma
yazmayı becerdiğinde, kasetlerdekini çocuğu kanalıyla yazıya döküp, yayın
evlerine götürecekti.
Bu ilhamı da Nasrettin Hoca’nın alacaklısına elindeki
tohumları gösterip bak bunları ekecek çıkan çalılıklardan geçen koyunların
takılan yünlerini toplayacak ip yapıp satacak ve sana borcumu ödeyeceğim
dediğinde gülen adama; peşin parayı görünce nasıl da gülersin fıkrasından
esinlenmişti.
Evlenip yuva kurma ümitlerini de kısa zamanda yitirip,
ikinci romanı kasete okumaktan vaz geçmişti.
Rakısını yudumlarken cam dibinden geçen ayak sesini tanıdı.
Hemen üzerindeki dairede oturan bankacı kadına ait ayak
sesleriydi. Aynı saatlerde çelik topuklu iskarpinleriyle geçer ve sanki inat
yaparcasına tam cam önündeyken ayaklarını yere vururdu. Tabi aynı anda da öyle
küfürler yerdi ki duysa, ihtimal yüzünün kızarıklığının geçmesi asgari iki
saatten fazla sürerdi.
Doğum günü olmasından ötürü küfür etmedi.
Az sonra ayak sesleri kendi merdivenlerinde yankılanınca,
apar topar toplanıp, kadının rakıyı görmemesi için sanki tesadüfmüş gibi kapıyı
açtı.
“Merhaba Nihal Hanım nasılsın, odun almaya mı geldin, bırak
ben taşıyayım.”
Rakı kokusunu fark etmemesi için başını öne eğerek
konuşmuştu ama kadının tazıdan farkı yoktu.
“Vallahi hayranım sana benim geldiğimi nasıl bildin, afiyet
olsun Osman, bugün doğum günüm, pasta alırken beğendiğim parça biraz büyük
olunca, birden aklıma sen geldin ve Osman ile paylaşırız diye düşündüm.”
Oğuz birkaç kez rastlaştığı bu kadını, melek gibi yüzü var
ama seksen kilodan bir gram eksikse, iskelenin önüne gider boynuma taktığım
araba lastiği ile saatlerce gelen geçeni seyrederim demişti.
Tek başına doğum günü kutlamayacak kadar güzeldi, öyleyse
problem kilolarında mıydı?
Bazı geceler, mutfağının tam üzerine isabet eden yatak
odasından gelen hıçkırıklarını duyar, bazen de duvarlara savrulan losyon
şişelerinin patlamalarını dinlerdi.
Yaratan, harika yüz güzelliği vermişti ama kıymetini
bilemediğinden, homini gırtlak takılınca, triplere girmiş olmalıydı.
Kişiye göre değişse de kendi acılarıyla boy ölçüşemeyecek
kadar problemleri olan bir kadındı.
Saniye kaybetmedi ve arka cebinden çıkarttığı cüzdanındaki
kimliği gösterdiğinde kadın afalladı.
Aynı gün ve yılda doğduklarından, bu tesadüf o an bir
kaynaşmaya neden oldu.
“Senin de doğum günün kutlu olsun Osman, hayatımdaki en
mutlu ve ilk tesadüf. Demek rakı içerek kutluyorsun, bana da bir kadehin var
mı?”
İçeri davet etmekten başka yapabileceği şey yoktu ve “Şeref
verirsiniz” derken yana çekildi.
Nihal, değirmen taşına benzeyen kıçını sandalyeye
yerleştirmeye çalışırken, mutfaktan kadeh ve kalan balıkları getirdi.
“Osman ben birşey yemem, hiç kendini yorma. Sadece sana bir kadehlik arkadaşlık
edeceğim.”
Tanrım, ne güzel de kokuyor diye içinden geçirdiği sıra bu
sözler anında haddini bildirdi.
“Nihal Hanım sizi temin ederim tertemizdir.”
“Osman daha yerleşmeden kalbimi kırma, aklımdan bile
geçmedi.”
Bal gibi geçmişti, öyle olmasaydı bu yanıtı da veremez, aval
aval yüzüne baka kalırdı.
Özür dilemesi gerekmiyordu “Siz yanlış anladınız, dışarıdan
almadım, kendim pişirdim” tarakasıyla hemen geçiştirdi.
Bir çay bardağı rakıya aynı oranda pasta, hepsi bu.
Kadının arkasından kapıyı kapar kapamaz, demek seçtiğin
parça kilolarınla ters düşünce aklına geldim ha!
İçinden gelen
nankörlük etme sözleri, kapının önünde duraksamasına neden oldu ama biraz
minnet duymam gerekse de geliş nedeni sadece pastanın büyük oluşun,
şahsiyetimle ilgisi bulunmadığı için minnet duymama gerek yok, nankörlük de
etmiyorum düşüncesiyle rahatlayıp, yerine oturdu.
Tamamı azami beş dakikadan ibaret dostluk.
Neymiş efendim nasıl kör olmuşum, açılma şansım var mıymış,
ailem yardım ediyormuymuş.
Hiç değişmeyen, kendi ruhlarını tatmin etmek için yöneltilen
soruların ardından ay benim başıma gelseydi dayanamazdım sözleriyle, niye sen; kelimelerinin
tam manasıyla izahı.
Kızmıyordu alışmış, ülkenin yetiştirdiği insan kalıbından
öte geçemeyenlerin, toplumsal davranış biçimiydi ve daha ötesini beklemek saflıktan
başka birşey olamazdı.
Sekiz senede belki yüzlerce defa karşılaştığı olayın üzerine
fazla düşmeden, kendi dünyasına dalıp gitmek istedi ama getirdiği tabağa elini
atıp, tek balık yemediğini fark eder etmez, tekrar kendi kendine söylendi.
Niçin böylesine acımasızca duyulan güvensizlik ve karşı
tarafı hiç hesaba katmadan, kırılır mı üzülür mü muhasebesini yapmadan vurulan
kördür pistir damgası.
Halbuki, eve girdiği andan itibaren ellerini toplam altı
defa yıkamıştı ve bunun Nihal karısıyla hiç ilişkisi yoktu.
Gerçekten kör olması geçmiş hayatında yaşadığı düzeni baştan
sona değiştirmiş, bilhassa temizliğe, saç sakal ve giyimine azami önem verir
olmuştu ve davranışı zaman içinde yakından tanıyanların tamamının dikkatini
çekmişti ama birebirde karşılaştıklarında hiç de faydası yoktu.
Zaten eve kolay kolay da kimseyi çağırmaz, Oğuz’dan başkası
yaptığı yemeği pek yemezdi ve umurunda da değildi.
Kaseti harekete geçiren düğmeye basıp, Akdeniz Akşamları’nı
dinlemeye hazırlandı.
Müzik duyulduğu sıra, canının sigara çektiğini fark edip,
ulan bırakalı sekiz sene oldu hala içimden seni atamadım, ne belaymışsın, seni
icat eden mezarında dönme dolap olsun derken kasetteki ilk kelimeler de
başladı.
Duygu yoğunluğu vücudunu sarmadan son defa sigarayı
otlakçılık yapıp onurunu ayak altına almaktansa bıraktığını hatırlayıp, bir yerlere
uzadı.
Askerden sonra ilk yıllık iznini aldığı gün, maaşına ve izin
parasına bakarak, Akdeniz sahillerine gitmeye karar verip, ince hesapları da
boş vererek, yolculuğa hazırlandı.
On beş işgünü tutan izninin tamamını sahillerde geçirecek,
kumsallarda yatacak, parasının idare ettiği yere kadar yiyip içecekti.
Son sara nöbetini iki hafta önce geçirdiğine ve ortalama iki
ayda bir geldiğine göre de tehlike yoktu. Yalnız gittiği son doktor otobüse
yetişmek için dahi koşma, tek başına denize girme, bir karış su da dahi
boğulabilirsin uyarısını yapmış ama adamın dikkatini çekmeye çalıştığı noktayı,
nöbet aralıklarını hesaba katıp, kâale dahi almamıştı.
Arada televizyondan izleyip hayallerini kurduğu küçük
kasabaya vardığında herşey bambaşkaydı.
Otele, pansiyona gerek yoktu ve tüm boylu boyunca uzanmış
sahil kendini bekliyordu.
Çorap, don dahi koymadığı küçük çantasında yedek pantolon,
dört tişort ve çakısı da olan tirpişondan başka birşey yoktu. Hep mayo giymeyi
tasarladığından başka giysiye lüzum görmemişti.
Çantayı askerdeki ekmek torbası gibi kıçına gelecek şekilde
asıp, kasabanın sokaklarını arşınlamaya başladı.
Ne de olsa İstanbul çocuğuyuz, ilk günden sağı solu
öğrenmeden, parayı savurmanın alemi yok felsefesiyle domates, ekmek ve peynir
aldı ve karnını doyurup sahile uzadı.
Alabildiğine sahilde, bir noktayı kendine kod yapıp denize
girdi.
Saatlerce çocuklar gibi oynayıp yüzdükten sonra, belediye
duşunda yıkanıp, akşam neler yapabileceğini tasarlamak üzere ileride gördüğü
çay bahçesinin yolunu tuttu.
Henüz oturmuş, masaya sigarasını atmıştı ki “Hoş geldiniz,
ne arzu edersiniz?”
Sesin geldiği yöne dönünce, aklı başından gitti.
Parmak arası terlik, siyah şalvar ve beyaz gömleğinin
üzerine geçirdiği cepkeniyle karşısında tam bir dünya güzeli durmaktaydı.
Uzun dalgalı saçları, genişçe alnının bitimindeki yay misali
kaşlarının hemen altında, ok gibi fırlamış kirpiklerinin arasından bakan
kapkara gözleriyle duran kıza binlerce yıl süren zaman içinde cevap veremedi.
“İsterseniz biraz sonra geleyim.”
Kız bunları söylerken hala minik elmacık kemiklerini, düzgün
burnunun hemen altındaki kalın dudaklarını ve küçük çenesinin yüzüne nasıl da
uyum sağladığını hesaplamaya çalışıyordu.
Bu durumda, çay kurtarmayacağına göre “Varsa ve zahmet
olmazsa, bir bira rica edeceğim” derken sesini ayarlamaya çalıştıysa da, kızın
gülümsemesinden boru gibi çıktığını anlayınca, devirdiği çam sebebiyle biraz
utandı.
Masaya getirdiği birayı açan kız “Çantanız ayak dibinde,
yatacak yer ayarladınız mı, isterseniz size birkaç pansiyonun adresini
verebilirim”
Kıza öküzün mezbahada bıçağa baktığı gibi bakmayı kesip “Herşeyim
hazır, zahmet etmeyin” derken biraz toparlanabildi.
İçerideki çay ocağının arkasından, kalın bir erkek sesi ‘’Nuray
kızım tostlar hazır’’ diye bağırınca, adını da öğrendi.
İkinci birayı, Nuray Hanım kelimeleriyle istedi.
Bu arada çayhane yükünü almış, kız fazla ilgilenemez
olduğundan, ikinci biranın bitiminde hesap isteyince Nuray kırgın bir ses
tonuyla hesap alırken çayhanemizi beğenmediniz mi diye sitemde bulunmayı ihmal
etmeyince on beş gün buradayım yanıtıyla kızın tekrar gülümsemesini sağladı ama
kendi bin beter durumda.
Kasabanın içindeki bakkalın birinden aldığı köpek öldüren
şarabına tirpişonu saplarken, ulan askerde her ne kadar sabahları izmarit
toplayıp, öğlenden sonra yol kenarında ot yolsak da en azından yön bulmayı
öğrettiler diye düşünürken, sabah gölgesinde kalkacağı çalılığın dibindeydi.
Biten kaseti çevirip dublesini de tazeleyip yudumladı,
ağzına attığı kreçayı çiğnediği sıra hayat yolunda tam gaz tüm bedenimle
giderken gene duygularım ters yöne yola çıktı, şu hale bak ulan!
Girdiği yoğunluk bir türlü önleyemediği ve önlemek de
istemediği bir durumdu.
Kaseti faliyete geçirip, kulağına gelen müziğin beynine
dağılmasına müsaade etmeden önce yaşadığı hayatı atlı arabaların tekerleğine
benzetti.
Tabi ya, tıpkısının aynısıydı!
Araba hızla ileri doğru giderken tekerlekler de aynı
istikamete döner ama tekerin çemberini mile bağlayan çubuklar bir göz
aldatmasıyla, geriye dönüyormuş intibağını verirdi.
Akdeniz akşamları tekerin çubuklarını ters yöne çeviriyordu.
İşte birkaç dublenin ardından yaşadığı sadece bundan ibaretti.
Aynaya bakabildiği günleri hatırladı!
Esmerdi, uzun boylu sayılabilirdi ve mesleğinin getirisi
geniş omuzluydu.
Kaşının gözünün artık değeri yoktu, hatırlamak dahi
istemedi.
Amatör kümede futbol oynamış olması şimdi sadece
işportacılık yapmasında işe yaramıştı.
Işığı dahi seçemeyen bir gözünün, yuvasından kaydığını da
biliyordu.
Diğer gözü ışık seçebildiğinden tam yerindeydi ama yollarda
baston yardımı olmadan tek adım atamıyordu.
Yüzde doksan beş kör de olsa tıbben ışık seçen göz öyle
işlere yarıyordu ki birden panikledi, karartı şekilnde gördüğü direkler,
araçlar ve nice engeller.
Vezneciler’deki polisin öyle davranmasına da gerek yoktu,
soran olursa; her neyse diye aklından çıkarttı.
Bir arkadaşı yıllar sonra bana bak sen zamanında çok kızın
kalbini yaktın da Allah seni böyle yaptı yorumunu hatırlayınca pis pis sırıttı.
Gerçekten de öyleydi ama hiçbir kızın kanına girmediğinden
şimdi vicdanı gayet rahat yaşayabiliyordu.
Sabah kurumuş bir gırtlak ve mide yangısıyla uyanıp,
üzerindeki kumu toprağı silkeledi ve caminin yolunu tuttu.
Tuvalet ihtiyacını karşılayıp, elini yüzünü de yıkadıktan
sonra çarşıya yöneldi.
Akşamki şarap ve bira, midesinin boş olmasına rağmen,
kahvaltıya müsade etmediğinden bulduğu ilk çorbacıya daldı.
Elinde kaşık, aklında Nuray.
Garip olan asker sonrası Nuray ruhunu harekete geçirip
kalbini ısıtan ve hiçbir hazırlığı olmamasına rağmen aşkı düşündüren kişi
olmasıydı.
Tabi biraz da sara nöbetlerinin etkisi vardı ama doktorlar
asabi olmasına bağlayıp, zamanla geçer dememişler miydi?
Yani hastalığını öne sürüp, hayatını karartmaya gerek yoktu.
Akşama değin, orası senin burası benim dolaştı, kısa motor
gezintisine katılıp, diğer müşterilerle birlikte bağırdı çağırdı.
Mesele çayhaneye gideceği zamanı tam ayarlayabilmekti ve
gece çay ocağından gelen ses hiç de öyle ufak tefek birininkine benzemiyordu.
Aklından hiç art düşünce geçirmemesine rağmen, yanlış
atabileceği bir adım, hiç umulmadık dertlere neden olabilirdi.
Çayhaneden adımını atar atmaz, boş masalardan birine
yönelirken kızla burun buruna geldi ve bayram sabahı uyandığında baş ucunda
bayramlıklarını görmüş çocuklar gibi sevindi.
“İyi akşamlar Nuray Hanım, gene bira rica edeceğim. Pardon
çereziniz var mı?”
Çerez yalnızca lafı uzatmak için söylediği sözlerdi ve
cevabı da ona göre olmalıydı nitekim “Annem yeni fıstık kavurdu, taze kabak
çekirdeği de var” dediğinde rotanın doğru yolda olduğunu saptadı.
Kısa süre sonra, mutluluğun zirvesine tırmandığını hissetti.
Öylesine mutlu, öylesine mutluydu ki soğan koklatın, kolonya
getirin, başını çarpacak tutun, yumruklarını açıp, bilekleriyle şakaklarını
ovalayın, doktor yok mu, biri ambulans çağırsın bağırışmaları arasında genç bir
kızın hıçkırıklarını duyamadı.
Boş gözlerle tavandaki cam karpuza baktığı an, yanına gelen
kişinin Nuray olmadığını görünce çayhanede değil de kasabanın sağlık ocağında,
sedyede yattığını anladı.
Ölmek, o gün gerçekten ölmek istemiş, görünüşte aşağı yukarı
aynı yaşlarda belki birkaç yaş kendinden büyük doktor geçmiş olsun Osman,
şansın varmış ki nöbetin denizde gelmemiş. Şimdi huzur içinde uyu, kimliğin
paran ve diğer eşyaların benim emanetimde endişelenme, sabah tatiline devam
edebilirsin. Hadi yarın tekrar görüşürüz” demiş ve kötü kaderiyle baş başa
bırakıp gitmişti.
Sabah hırsız gibi kaçtığı kasabayı ve Nuray’ı asla ve asla
unutamayacaktı.
Avucunun içindeki çay bardağını var gücüyle sıkmaya
çalıştığı an diğer eliyle teybi kapadı. Artık Akdeniz akşamlarına da tahammül
edemeyeceğini biliyordu.
Doğum günüm olduğunu bilse Oğuz mutlaka gelirdi ama hıyar
herifin kendi doğum gününden haberi yokki benimkinden olsun düşüncesiyle
sırıttı.
Sonunda Nuray’ı hatırlamanın faturasını çeşmeleri açarak
ödedi.
Ertesi gün işini bitirip evin yolunu neşe içinde tutup
mahalleye girdiği an kapı önündeki iri karaltıyı fark edince duraksadı.
Aynı anda da binayı sabahın altısında süpürüp yıkadığını
hatırlayınca, mosmor olup kaderine söylendi.
Sirke satan suratıyla binaya girmeye çalıştığı sıra koluna
yapışan bir el “Aman dikkat et peşimden gel” diyerek, sürüklemeden içeri soktu.
Odasına girdiğinde hala verdiği emeğin heba olduğunu
düşünüp, kocakarılar gibi sızlanıyordu ama birden duraksayıp, yardım edeni
hesap dışı bıraktı.