Ozan Ay’ın deyişleri bitince, bahadırlar tekrar tekrar durumu konuşup danışıyorlardı.
Onbaşı Günbudun olup biteni anlatıyordu.
Keşif için gelen 500 kişilik Oğuz öncü kuvveti pusuya düşürüldük.
Karşımıza 5 bin kişilik büyük bir Gürcü tugay çıkmıştı.
Hiçbir Oğuz cenkten yılmaz, teslim olmazdı elbette.
Fakat dar boğazların olduğu dağlık bir bölgede, süvari olmanın işe yaramaz olduğu bir anda düşman belirmişti karşılarında.
Oğuzlar yaman okçulardı, nitekim kalabalık düşmanlara karşı eşkin atları ve okçuluktaki üstünlükleri ile kolay kolay yenik düşmezlerdi. Bu dağlık bölge, hele de o dar boğazlar çok yaman olmuştu ne yazıkki.
Başbuğ Selçuk beğ değil miydi ki at üstünde son sürat giderken 4 yana ok atmayı hergün durmadan talim ettiren!
At üstündeyken ok menziline girinceye kadar son sürat yağı üstüne at tepilir, sonra Selçuk beğ’in talimlerinde belledikleri şekilde her atışta 3 ok birden gezlenirdi. 3 oktan fazla gezleyip isabet kaydedebilen Oğuz yoktu.
Zaten 3 ok birden gezleyip, herbirinin ayrı hedefi vurması, pek yaman bir işti. Kişioğlu bundan fazlasını nasıl başarabilirdi ki! Bundan fazlasına ulular Kam’lar karışırdı galiba ancak...
Bundan birkaç yıl önce Doğu Kağanlığından elçiler geldiğinde, hani Kül Bilge Kadır Han torunu olan Satuk Buğra Han’ın torunu, Ali Arslan Kara Tonga Han’a ihtilal girişiminde bulunulmuştu, bu ihtilal denemesi püskürtülünce, Ali Arslan Kara Tonga Han tahttan indirilmediğini bildirmek için Kağan’ın elçileri Cend’e geldiğinde, o güne değin görülmemiş büyük şölenler dört yanda yapılırken, bizim Yınal Yabgu önünde Selçuk beğ az kalsın nişancılık atışmasında Doğu’dan gelen elçilik bahadırlarına yenilecekken üstünlüğü 5 ok’u aynı anda gezleyip fırlatarak kazanmıştı. Gezlediği 5 ok dahi birteki şaşmadan hedefleri bulmuştu.
Gören gözler buna inanamamıştı. Bu sayede Karahanlı Kağan’ı Ali Arslan Kara Tonga Han indinde Yınal Yabgu ve tüm Oğuz Yabgu’luğuna bağlı Oğuz’ların yüzünü ak ettiydi.
Selçuk beğ pek yaman bir bahadırdı, ki onda kutlu atalar ruhunun izleri herdaim görülebiliyordu. Onun ünü ulu atalardan Kül Tigin ile Kür Şad ile birlikte anılıyordu.
Korkut Ata onun Tanrıkut Oğuz Mete Han’dan tüm izleri taşıdığını söylerdi, bunu tüm Oğuzlar duymuştu. Oğuz’lar içinde Selçuk beğ’den daha güçlü, daha yaman, O’nunla boy ölçüşebilecek bir dengi yoktu.
Selçuk beğ’in kılıcı da özeldi, 7 defa su verilmiş, 3 ayrı demirci ile örste dövülmüş, bugün onu gören demircilerin bile imrendiği müthiş bir kılıcı vardı. Başka kılıçlardan yarı yarıya daha hafif denilebilecek bu kılıcın kakması türlü parlak küçük taşlarla süslü, bu kakmanın yana açılır olduğu bir küçük çengelli sürgüsü ve altında bir mühür olduğu bilinir, kılıç en uca doğru iki ayrı tarafa da bakan çift başlı bir kartal tamgası ile bezenmis, şeklen ise hafif burmadır bitim ucuna doğru.
Selçuk beğ bu kılıçla demire vursa kesmekte, kayaya vursa yarmakta, taşları parçalayabilmekte, yağıların kellesini tek birseferde gövdesinden ayırabilmekteydi. Kül Tigin'in diyen var, Bumin Kağan'dan kalma diyen de var.
Bu kılıcın sırrını yalnızca Korkut Ata bilir, bilir bilmeye de, kim sorsa anlatılmaz oğul derdi, bilgi çağında gerek.
Evet Korkut Ata hangi bilgiyi saklamak gerekse böyle derdi, bilgi çağında gerek.
Çağında bellenen bilgi erdirir, erken bilgi kişiye baş verdirir....
Sır demek odur ki saklanır, sırlar saklı yürek paklanır, kişioğlu böyle aklanır, derdi...

Selçuk beğ Kınık obasında türlü işler yapar, yaptırır kimsenin usu ermezdi.
Bir işhane yaptırdı, ki orada esir alınan Çiğil bahadırlarından, Karluk ve Türgiş bahadırlarından çeşitli ustaları çalıştırır. Çalıştırır çalıştırmaya da, bunlar esir midir değil midir belli değil. Diğer Oğuz kişilerinden farkları yoktur obada. Bir yol varıp sordulardı da bunu vakti zamanında, onlar esir de olsa Türk’tür der, Türk esir olmaz demişti.
Yaman kişiydi bu Selçuk beg, Türk hiç esir olur muydu!
Olmazdı elbet, uçmağa varır da, Od Tamu’ya girer de yine esir olmazdı.
Selçuk beğ pusat ustalarına ve demircilere özel ilgi gösterir, onların rahat çalışması için imkan sağlardı.
Hele bir işhane daha kurdu ki, orda sadece ok yapılır.
Selçuk beğ vesiledir ki tüm Yabgu’luk pusata doyuyor.
Yine onun kurduğu sistemdir ki, bu pusat işhaneleri soğuk aylarda bile gece gündüz çalışıyor, ustaları 2 gruba ayırdı ve durmaksızın aralıksız pusat yapılıyor. Demirciler gece örste demir dövmüyorlar ama, kılıç kını süslemeleri, okların tamgaları, yayların kiriş ayarları , sadak yazmaları, ok çentilmesi gibi türlü işler geceleri de devam ediyor.
Hazar El’den Kıpçak Tatar’lar gelmişti pusat alışverişi teklif etmişti de en çok itiraz eden Selçuk beğ olmuştu.
Pusat Oğuz’un şerefidir, şeref ne alınır ne verilir, değiş tokuş edilemez demişti.
Oğuz’un elindeki en kıymetli değeridir, şerefi şanı derdi Selçuk beğ. Pusat sahip bulana kadar kız gibidir der o hep.
Sahibini bulduktan sonra yar olur, yaren olur der hep. Selçuk beğ Kam mıdır Ozan mıdır nice kutlu kişidir ki, hem çok yahşi sözler eder, hem de Oğuz’un gözlerini sulandırır.
Söz deme de, ok atmada, kılıç vuruşturmada, at binmede hep o herkesi yenmiştir.
Tanrı onu övmüş, Oğuz onu sevmiştir...


İşte bu 5 bin askerli Gürcü kuvvetleri pusuya düşürdüğünde atların da fazla iş göremez olduğu dar boğazda dahi Selçuk begden belledikleri 3 ok atma tekniğiyle nice düşmanın pis canını Od Tamu’ya yollamayı bilmişlerdi.
Oğuz’un bahadırları pek yamandı. Oklayarak avladıkları düşmanları bozduktan sonra, katı kılıç vakti geldiğinde ölümlerle eğlenir gibi saldırırlardı. Oğuzlar ölüme atılırken türlü naralar atarlardı.
Yabgu aşkına, Temir Yalığ aşkına, Selçuk beğ’in aşkına, Oğuz aşkına ve böylece birbirlerine güç ve moral olurlardı.
Kişioğlu cenk ederken herşeyi unuturdu, nice can alınır, can verilirdi bu Türk’ün Türesiydi.
Köktanrı böyle buyurmuştu, Oğuz’a duyurmuştu.
Onbaşı Günbudun hiç unutamayacağı o anları tekrar tekrar anlatırken, gözleri nemlendi.
Kendi yüzbaşısı olan Alp Tunga zayıf kalan bir kanada yardım etmek için ölüm dalışı yapıyor, bunu o hengamede birtek Onbaşı Günbudun görebiliyordu.
Alp Tunga o an sanki bir insan değildi, o Oğuz’ların Tanrısal bir gücüydü o an.
Karşısında 50 kişilik mızraklı büyük kalkanları ile duran miğferli haçlı Gürcülere atılırken, artık ölümden kurtuluş olmadığını bilen bu yüce Oğuz kişi, o an nasıl bir nara atıyordu. Onbaşı Günbudun onu görüyor, duyuyor ve yıllarca buyruğunda olduğu yüzbaşı Alp Tunga’ya yardıma yetişirmiyim ümidiyle daha hızlı kılıç vuruşturuyordu.
Alp Tunga Oğuzların dillerinde mesel olan en ulu narayı atıyordu ölüme koşarken.
Ta ki tuluy ta ki muran, kün tuğ bolgıl kök kurıkan.... Kökbörü bolsun uran.....
Kökbörü bolsun Uran...
(işte Irmak işte Deniz, Gün(yer) Tuğ, Gök kurgan (mekan, otağ) olsun.... Yol gösteren Bozkurt olsun... Yol Gösteren Bozkurt olsun...)
Onbaşı Günbudun’un gözleri nemli değildi, artık yaşlar istemdışı boşanıyordu iyiden iyiye...
Yırtınıyor, didiniyor, vuruşuyor fakat ilerleyemiyordu.... yağı sağlam hat kurmuştu...
Alp Tunga 50 kişilik haçlı Gürcülere vardığında, ilk yağıya kılıcı öyle bir vurmuştu ki, yarı insan boyundaki haç resimli kalkanı olduğu gibi ikiye ayrılmıştı ortadan, aynı anda boynuna gelen bu kılıç vuruşuyla bu haçlı Gürcü’nün pis canı Od Tamu’ya yollanmıştı.
Birini daha yere serdi, birini daha yere serdi Alp Tunga’yı durduramıyorlardı ve fakat sonrasında etrafını saran kalabalık haçlı Gürcü’lerden seçemez olmuştu durumu, her ne olursa olsun Alp Tunga yaman iş etmiş, haçlı Gürcü ordusuyla tek başına savaşan bir ordu gibiydi, işte Oğuz gücü bu yeni illerde kendini gösteriyordu...
Alp Tunga o an sanki Kül Tigin dirilmiş gelmiş onun postuna girmiş ve bu vuruşan ölüme meydan okuyan oymuş gibiydi...
Etrafını saran Gürcü’lerle son ölüm vuruşmasını yaparken, kurtuluşun imkansız olduğu bu döğüşte, ne kadar haçlı Gürcü’yü pis canından ayırırsam yeğdir der gibi, pes etmiyordu.
Onbaşı Günbudun durumu seçemese de kulaklarında hala yüzbaşı Alp Tunga’nın sesi yankılanıyor, Onbaşı bu sesi duydukça kendinde kuvvet buluyordu.
Kökbörü bolsun uran...Kökbörü bolsun Uran... Kökbörü bolsun Uran... naraları haçlı Gürcü’leri de delirtiyordu.
Köktanrı Oğuz Budun’un bu yaman vuruş kırışını seyrediyor, Oğuz budunla övünüyor olmalıydı.
Çok yaman geçen bu cenk ne zaman bitmişti, Onbaşı Günbudun bunu görememişti.
Kendine geldiğinde etrafta cansız yatan bedenlerden başka kimse yoktu.
Boynuna aldığı sert bir darbe ile bayılmıştı, haçlı Gürcü’ler onu öldü sanmış olmalıydılar ki, üstünde hiçbir ağır yarası yoktu.
Onbaşı Günbudun yerde yatanlar arasında canlı kalan var mı diye bakması gerektiğini biliyor ve fakat kendine gelmekte zorlanıyordu. Kalkmaya çalıştı fakat olmadı. Bir süre ayılmış bir vaziyette de olsa, kalkmadan yerde yatmaya devam etti. Ne kadar geçti ki sonra zor da olsa kalkmayı başarmıştı.
Sonra ilk iş olarak Yüzbaşısı Alp Tunga’yı aradı gözleri. Onu bulduğunda gözleri tekrar nemlendi.
Yüzbaşı Alp Tunga’nın çelik gövdesi delik deşik olmuştu. Bedeninde yara almamış hiçbir yer kalmamıştı sanki.
Onlarca ölümcül yaralar almış olan Yüzbaşı Alp Tunga kişioğlunun yapabileceğinden çok daha fazlasını yapmıştı.
Dilinden bir defa daha aynı nara sözleri çıktı, Kökbörü bolsıngıl Uran...dedi...
Kökbörü bolsun uran...
Onbaşı Günbudun yerde yatan Oğuzları saymaya karar verdi. Önce gözleri 5 tane yüzbaşıyı aradı.
Yazık hepsi de Uçmağa varmıştı. Kendinden hariç 49 tane daha onbaşıları birer birer aradı buldu, hepsi uçmağa varmışlardı. 500 kişiden tek kendinin kaldığını anladı. 5 yüzbaşı, 49 onbaşı, 445 tane Oğuz bahadırının hepsi de uçmağa varmışlardı. Gözlerinden birkaç damla daha yaş aktı. Dişlerini sıktı, başını eğdi.
Sonra başını kaldırdı göğe, "Tanrım, Köktanrım" hıçkırmaya başladı, Onbaşı Günbudun için için ağlıyordu.
Kişioğlu bunca yoldasını, soydaşını, kardaşını kaybeder de nasıl ağlamazdı.
Kendi niye yaşıyordu ki, halbuki tüm bahadırlar kadar canla başla döğüşmüş, nice haçlı Gürcü’yü tatlı canından etmişti. Fakat işte Köktanrı kendi canını bağışlamıştı, bundan bir vazife çıkardı, bunun bir hikmeti vardı mutlaka.
Ne kadar süre baygın yattığını tam kestiremiyordu, galiba yarım 1 tüm günü bulmuştu, çünkü güneşe bakılırsa vakit pusuya düştükleri dünki vakitle aynı gibiydi.
Neden kurtulduğunu anlayamıyor fakat bir görev yapması gerektiğini hissediyordu. Dar boğazın az ilerisinde bulunan kayaların çıkıntı yaptığı yerde bir in gördü, burası hayvanlara belki de kimbilir yolculara da sığınma yeri olabilecek bir yerdi. Mağaranın giriş kısmı uçuruma bakan tarafta olduğu için, burayı ne herkes biliyordur, biliyorsa da girmeye cesaret etmiyordur. Kapkaranlık görünüyor dedi. bıçağını çekip yavaşça içeriye süzüldü, hiçbirşey görünmüyordu. Sonra tekrar çıkmaya karar verdi, çünkü usuna gelen düşünce doğruydu.
Güneş yükselmeye başlamış, vakit öğle oluyordu. Güneş batımına yakın bu mağaranın girişine vuracak ve içerisini en azından girişteki önemli bir kısmı aydınlatacaktı.
O halde daha çok vakti vardı. Bütün cansız Oğuz bedenlerini mağaranın girişine yakın yere teker teker taşıdı.
Çok yorulmuş karnı da acıkmıştı. Az soluklandıktan sonra sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi.
beride bir ağaca doğru yürüdü. Av yapacaktı niyeti buydu. Sonra kuş sesi gibi kısık kısık sesler duydu ağaçtan geliyordu. Bu ihtiyar ağaç nimeti içinde saklarmış dedi, bir an gülümsedi.
Sık dallarından arasından iyice başını uzatıp seğirtince, büyük bir kuş yuvası olduğunu anladı.
Yayını elinden bıraktı, bir sıçrayışta tutunduğu iri bir dalın üstüne çıkması çok kısa bir lahzada gerçekleşti.
Oradan diğer dala geçti ve yuvaya doğru sessizce yaklaştı. Gördüklerine çok şaşırdı, bu bir keklik yuvası idi, içinde yavruları cıvıl cıvıldı. Bir an düşündü, başını kaşır gibi hareket yaptı. Yok olmaz dedi kendi kendine, ben bunu yapamam, yavrular var, buna Köktanrı öfkelenir. Ağaçtan inmeye karar verdi, o arada kulağına bir at kişnemesi geldi.
Pusuya düşürüldüklerinde başıboş birşekilde oraya buraya dağılan atlar, uzun saatler geçmiş olsa da çok uzaklaşmazlardı elbette. Atlar Oğuz bahadırlarının can yoldaşları idi.
Sonra kendi atını bulmak için, herzaman kendi atı Deli Kız’ı çağırdığı şekilde ıslık çaldı.
Bir, derken birdaha, sonra birdaha aynı ıslığı çaldıktan sonra evet Deli Kız’ın kişnemesini duydu, sadık dostu buyruğa itaat eden bir bahadır gibi dörtnala geliyordu.
Acunda suan için tüm yoldaşlarını cenkte kaybeden bu Oğuz bahadırının yıllardır en sadık dostu olan Deli Kız’ından başkası kalmamıştı. Derin bir iç çekti, Köktanrı bilir dedi, 3 defa yineledi bunu.
Karnını doyurmalıydı, 3 gündür yemek yememiş gibi açtı, bir an kendi kendine acaba ben bir gün mü bayıldım, yoksa birkaç gün mü dedi!
Sonra kendi düşüncesine gülümsedi, sadece 1 gün bayılmıştı.
Birden fazla gün olsa bunu meydanda yatan cansız bedenlerden anlaması gerekirdi.
Yavaş yavaş yürürken gözüne haçlı Gürcü askerleri arasında bir heybe gibi torbaya benzer birşey ilişti.
Meraklı gözlerle bu torbaya doğru ilerledi, evet yanılmamıştı. Bu torbada yemişler vardı.
Beklemedi, yemişlerden yemeye başladı. Karnını doyurunca daha önce cansız bedenleri taşıdığı mağara girişine yakın yere doğru, tüm pusatları teker teker topladı.
Haçlı Gürcülerin puşatlarını da topladı. Güneş kıvama gelmiş, vakit hayli ilerlemişti.
Mağaranın ağzına yaklaştı, içeri bakınca vuran güneş ışığıyla içerisi seçilir hale gelmişti.
Ne kadar geniş bir mağara dedi içinden. Vakit kaybetmeye gelmezdi, hazır içerisi seçiliyorken, Oğuz bahadırlarını birer birer mağaradan içeri taşıdı. Yoldaşlarını öylece orada bırakamazdı.
Mağaranın karanlık olan derinine çok fazla ilerlemedi, göz alabildiğine 70-80 adım kadar aralıktan daha fazla derinine girmedi. Oğuz bahadırlarını bu can yoldaşlarını büyük bir saygıyla sıralar halinde dizdi. Mağaranın ön tarafına ise önce haçlılardan topladığı, sonra da kendi yoldaşlarının puşatlarını koydu.
Gün ola harman ola dedi.
Kendi kendine verdiği bu vazifeler bitince, biraz uzanıp dinlenmeye çekildi.
Uyandığında hala geceydi, belki 5 belki 8 saat uyumuştu, fakat hala sabah olmamıştı ki hava karanlıktı.
Deli Kız’ı ıslıkla çağırdı, pusatlarını kuşandığı gibi atına atlayıp oradan uzaklaştı.
Yabancı kimselerle karşılaşmak istemiyordu. Son hayatta kalan kendisi olduğu için, öyle ya tüm olup biteni anlatacak birisi lazımdı. Madem cenkte ölmemişti, hayatta kalmalıydı. Sonra ertesi günü ve ondan sonraki gün, kimselerle karşılaşmadan, ara ara yer değiştirerek, bu yad ellerde dolandı. Buralar insanın çok az, hayvanın çok olduğu, ovaların vadilerin dağların birbirine girdiği bir us ermez diyardı.
Sonrası zaten malum, kendilerinin arkasından gelen yedek kuvvetlerin hayatta kalan 90 bahadırı ile karşılaşmıştı.
Yüzbaşı Börükan tüm olup biteni dinledikten sonra, derin bir iç çekti.
Köktanrı bilir dedi, bu sözü 3 defa yineledi.
Bu gece burada konaklayacaklar, ertesi günü yine mecbur geçmek zorunda oldukları 2 dağdan birine doğru yöneleceklerdi. Birinci dağ yolu, Onbaşı Günbudun’un ve yoldaşlarının pusuya düşürüldükleri boğazdı.
Diğer dağ yolu ise daha geniş ağızlı bir boğaz olmak suretiyle, Yüzbaşı Börükan ve yoldaşlarının haçlı Gürcüler'le vuruştukları yoldu. Yüzbaşı Börükan buraya daha önce de bir yol gelmişti. Oğuzlar buraları nicedir zaman zaman keşifler yaparak, bilgi toplayarak gözlemliyorlardı.
Haçlı Gürcüler bu iki boğazdan başka geçit olmadığını bildikleri için, kurdukları pusular olağandı.
Yağının kalabalık olduğu bir anda yakalanmaları ise, haçlı Gürcülerin istihbaratı yahutta kendilerinin talihsizliğiydi.
91 Oğuz bahadırı dönüşümlü olarak uyudular, tetikte olmaları gerekti.
Haçlı Gürcü’lerin heran başka bir pusu veya saldırısına maruz kalabilirlerdi.
Son derece dikkatli olmaları gerekiyordu bu yad ellerde...
( Selçukluların Doğuşu - 3. Bölüm başlıklı yazı Alp.Aldatmaz tarafından 1.10.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu