‘’Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim.
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde
bir avuç düş
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım-
benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik
adına,
ben geçtim…’’(Ş. Erbaş)
Bildiklerimle avuttum iç sesimi vakti zamanında henüz
hidayete ermediğim, rehavet tohumları atılmışken içime.
Gün geldi soyundum yeni hayallere; gün geldi savurdum
nidalarımı belki de bir çözelti ya da çörek otuydum yandığı kadar rahlem
yağmalandığı kadar kalbim yandan çarklı o alaycı gülüşlerin de hedefinde iken.
Heder oldum sonra.
Öncemse bir minval dahi değildi.
Sonramsa ıstırap umudun dizlerinin çözüldüğü dizelerimin de
yanıp küle döndüğü.
Külliyemde saklı yüzlerce belki binlerce kitap ama dedim ki:
Külliyen yalan.
Yaza yaza mest olduğum zamanlara ermemişken ben ki bir kitap
kurdu kemirdiği kadar gözlerim, s/onsuzluğun ufkunda saklı kitapların ruhunu.
Aşkın da hümayunu.
Aşkın tanrıçası.
Sözcüklerim inişli
çıkışlı tıpkı açacakken aşkın goncası.
Nemrut idi kimi
insan her biri Nemrut dağında çöreklenen.
Nemrut idi çoğu
insan K/af dağında şiir dilenen.
Dilemması ve de
şiirlerin asla da okumayacağıma emin olduğum şairler ve şiir kitapları oysaki
hayatın bahşettiği iken gözümü diktiğim yarınların delişmen ç/ağrısı.
Gözümün de nuru
iken sevdiklerim.
Bense nazenin bir
tanrıça:
Hem çocuk hem şair
ruhlu ve yazdığım ilk şiir semada gezinen ayın ölçümü aşkın radarı yalnızlığın
b/ölücü gücü halen de saf halen de çocuk ve yalnızlığın kabrine boylu boyunca
uzandığım.
Tünediğim iken aşk.
Umutla sırdaş.
Tükettiğim iken
nefesim boş yere ya da dolu dolu göğün çırpınışında evrene yağan dolunun
olduğum yere mıhladığı ve içim kazınırken arakladığım bir somun ekmek bazen
somurttuğum bazen soyutlandığım bazense hüznümün semirdiği.
Aklıma mukayyet
olma ile iştigal:
Eh, mademki serde
vardı sırlarım mademki serilmiştim bir ağacın dibine solan dalımın solan
yapraklarımın ardı ardına çürüttüğü kalbimi çökerttiği omuzumu paye vermediğim
kadar da ruhumda sıkışıp kalmış sözcüklere ve yakıcı gülüşlere.
Umut iken tekkem ve
de dibi delik teknemi.
Ulak bildiğimse
coşkuyla okuduğum kitapların ana yurduna iniş yapıp da yalın ayak koştuğum
duyguların ve yazarların ferinde saklı ilhamın sözüm ona esen rüzgârın da
koşulsuz ıslığı iken ve ıskaladığım mutluluk ve ıslandığım ahmakıslatan ve işte
ilhamın ani iniş yaptığı gecenin karanlığında ise haneme ve yüreğime güneş gibi
doğan.
Geçkin iken
nazlarım.
Geçimsiz iken
varlığım.
Geniş değil daracık
bir dehlizde sıkışıp kaldığım oysaki bu dünyadan ben henüz geçmemiştim.
Bir diyez.
Bir hicaz.
Bir de niyaz.
Ekin tarlam
mevsimlerden hazan ve aylardan Ekim oysaki rüştümü çoktan ispatlamışken kemale
erdiğime de kani ve beynimdeki bilgiyi ruhumdaki gizi yüreğimde saklı sevgiyi kâfi
bildiğim.
Kafiyeler ısrarlar
göz kırpan.
İmgeler Sümen altı.
Kalemse izdiham
öncesi dürtüklerken yüreğimi:
Maneviyatımla dolu
acımla haşır neşir.
Hüzün bahçemde açan
gonca güller ve nefsimi terbiye etmekle iştigal nefessiz kaldığım günleri dahi
mumla ararken dibime verdiğim ışık da yetmezken ve işte pencereme sadece bana
doğan güneş oysaki bu dünyadan ben ve de defalarca geçmemiş miydim?
Özgün ve özgür ve
öznel bir arayış öznemle sakit ve rivayet o ki: mutluluk bir şehir efsanesi idi
ta ki kalemim teşrif edip de iç dünyamı teftişe çıkıp da kalemin, yaz emrine
riayet etmenin verdiği coşku ve huzur ile olan ilk tanışıklığım…
‘’Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum.’’(Alıntı)
Çökkün dizlerim ve çöken avurtlarım, ayırdına varamadığım bir
duygu seli.
Öncemdeki mevcudiyetim önsezilerimin emrindeyim…
Ölümsüzlüğe konuşlu oysaki ölmek idi tek isteğim ve bunu dahi
başaramamışken ve işte önümde ansızın beliren ve uzayan o yol ve öykündüğüm tek
insan dahi yok iken ömrü hayatımda ve işte ölümcül güdülerin baskın çıktığı:
Bir şartname.
Bir akit.
Bir ferman…
Doyumsuz kalemime d/okunmak adına ve okuduklarım benim için
adeta bir pusula ta ki içimde infilak etti edecek iken, yaz emrinin buyruğunda
saklı yeni hayatımı ve yenidünyamı da bahşetmişken ulu Huda…
Kimseler görsün görmesin yeter ki okunsun yazdıklarım ve işte
şimdi sahiden de bu dünyadan ben sadece ben geçtim ve geçecektim de ne de olsa
ne uluyan köpeği duyuyordum ne de ünlenen sesini hayatın ve ruhumla bedenimle
ve yüreğimle kanat açtığım yeni hayatımın ölümsüz olma koşuluna da şerh
düşmüşken bir batında doğan umuda ve kalemime…