Olanlara anlam vermek asla mümkün
değildi. Zamanın da Tanrı’nın da unuttuğu kinle yoldaşlığına çanak tutan bir
muharebenin tek tanığı idi genç adam.
Ahkâm kesenlerin soytarısıydı da aynı
zamanda.
Kanı yerde kalmış kim ise belki de
tek tanık yine oydu.
Ölümün provasını yapan meleklerin ve
cenazelerin kaldırılmadığı cami mi kalmıştı şehrin genelinde?
Şehir, şehirliğinden utanıyordu ve
ölüler kanla yıkanmış bedenlerinden çıkmamaya yeminli bu leke ile öldüklerine
nasıl da pişmandı.
Zaman teğet geçmişti madem yaşama
sevincini.
Yaşam denen mücadelenin kepenkleri
mademki inmişti bir kez.
Bir kez olacaktı, diye çıkmıştı yola
ve birlerden uzanmıştı onlarca ölünün telaffuz edildiği mertebeye.
Şehrin kuytularında idi öncesinde ikametgâhı
sonrası meçhuldü ona göre aslında öncesi de pek bir mahremdi ve öfkeli
kimliğine değil ona kirleten şehre sunuyordu taziyelerini.
Seneler var ki ailesini görmemişti
sözüm ona; ekmek parası için düşmüştü yollara ve gezmişti milim milim şehri.
Öncesinde annesinin bozdurduğu
altınlardan düşen payına ne ise pek geçim sıkıntısı geçeceğini düşünmemişti ve
tedbiri elden bırakmıştı başlarda.
Hazır dağa nasıl dayanırdı şehrin
yükü altında ezilen bu genç irisi delikanlının da aklı gitmişti hani deyim
yerindeyse.
Kaldığı otelde yattığı on gün için
yüklü bir para ödemişti sonra terk etmişti kaldığı oteli.
Hava sıcaktı ne de olsa ve illa ki
yatardı açık mekanda bulduğu artık bir bank mı olurdu yoksa bir ağaç dibi mi…
Üç beş gün geçmişti böyle.
Halinden memnun değildi ama alışkındı
açık havada yatmaya en çok köyündeki evinin damında ne güzel ferahlığın
içimiyle kapardı gözlerini ve bebekler gibi uyurdu ve nasıl da güvende olduğunu
hiç anlamamıştı ta ki büyük şehre yolu düşene kadar.
Göğün mimarı siyahı yok saydı üç beş
gece ve onu ısıran hangi börtü böcekse adeta okşadı her birini.
Belli ki; büyük şehir aşkı onu
büyülemişti.
Derken hava bozmaya yüz tuttu ve
istikamet neresi bu sefer, diye sorgulamaya başladı kendini.
İnsanların elinde gördüğü teknolojik
oyuncaklar kim bilir ne işe yarıyordu?
Bir gün simit aldığı tezgâhın sahibi
simitçiyi görüntülü konuşurken görünce nasıl da şaşırmıştı. Sahi, bunlara neden
vakıf değildi en azından köyünün insanı neden mahrumdu tüm bu oyuncaklardan?
Adama sordu.
‘’Abi, nasıl edinirim o
elindekinden?’’
Gülmüştü simitçi hem de gevrek gevrek
tıpkı sattığı simitler gibi.
‘’Beş bini geçmez kardeşim. Hatta
varsa sende bu kadar para, ver bana da satayım oyuncağımı. Ben bir sonraki
modeli almak için sipariş verdim bile. Olmadı dörde anlaşırız. Ama illa ki
peşin olacak ödemen. Para peşin hem ne demişler…’’
Lafını kesti Salih.
‘’Aklımı peynir ekmekle yemedim.
Nereden bende o para? Hele bir iş bulayım bir de kalacak bir yer ilk iş
uğrayacağım sana.’’
Zaten o telefona sahip olsa bile
köyden kimi arayacaktı ki üstelik görüntülü?’’
Simitçiye sinir olmuştu.
Bir daha simit yersem ne olayım?’’
Söylenirken düşünüyordu da bir
yandan. Acaba bir dükkâna işe mi girseydi? Hani getir götür işlerini yapardı ve
taşınacak ne varsa taşırdı. Ne de olsa taşı sıksa suyunu çıkarırdı.
Aklına düştü ansızın Gizem Kız.
Yavuklusu, gözünün nuru.
‘’Ben de mektup yazarım göz bebeğime.
Sonra da o yanıt yazar sonra da anama yazarım üç beş satır. Bir de mektubun
içine üç beş kuruş koydum mu. Telefonu da sonra düşünürüm. Şimdi sırası mı?’’
Kendi kendine söylenirken hiç de
farkında değildi etrafındakilerin ve peşine takılan adamın.
O yürüyordu ve adam peşinden
geliyordu.
Duruyordu dinlenmek adına ve…
Derken dönüverdi birden bire.
‘’Hemşerim, ne istiyorsun benden?
Deminden beri ihtimal vermedim ama sen resmen peşimdesin. Hadi, söyle derdin
ne? Hırsızsan söyleyeyim yanlış adresim. Cebimde kala kala bir yüz lira kaldı.
Onu da hiç belli olmaz yol parası yapar köyüme geri dönerim. Hadi, uza bakim.’’
Bayağı sert bir mizaçla deklaresini vermişti
işte hem de kendinden hiç beklemediği bir çeviklikle ve de cesaretle.
Demek ki; o da kısa sürede şehre ve
şehir insanına benzemeye başlamıştı hatta benzemişti.
‘’Yanlış anladın kardeş. Ben sadece sana
yardım etmek adına arkandan geldim ve ancak fırsat buldum seninle konuşmak
adına. Ben Uzungiller’den Şemsettin. Kısaca Şemo derler bana. Senin adın ne bu
arada?’’
Adam bir anda girmişti konuya iyi de
ne istiyordu ki bu adam üstelik tanımaz etmezdi hele ki yabancılara hiç güven
olmazdı.
Yine de:
‘’Memnun oldum. Ben de İsmail. Kısaca
İso derler bana. Söyle derdini arkadaş sonra da git yoluna.’’
Adam ballandıra ballandıra konuşmaya
başladı ve alttan girip üstten çıkıyordu nerede ise.
‘’Sende gençliğimi gördüm İso bu
yüzden yardım etmek istiyorum. İyi bir insana benziyorsun ve sana iş imkânı
sağlayacağım elbette beğenirsen yoksa bir an durmam çeker giderim.’’
İş aradığı çok mu belli oluyordu
üstelik durduk yere kim kime iş verirdi ki?
Hikâyesi böyle başlamıştı İso’nun ve
sonunda ikna oldu.
İşin mahiyetini fazla anlatmamıştı
adam lakin teklif ettikleri para çok yüksekti. Bu güne kadar bir kez dahi bir
arada görmediği bir meblağ üstelik taş atıp da kolumu yorulacaktı?
Belli adreslere gidecek ve saygın iş
insanlarına hizmet edecekti günü birlik.
Getir götür ne ise artık.
Belli ki bir türlü kat hizmetlisi ya
da servis elemanı gibi üstelik tüm müşteriler yabancı kökenli idi ve genelde
Avrupa’dan Türkiye’ye iş bağlamak ve tatil yapmak amacıyla gelen zengin
varlıklı insanlardan oluşuyordu.
Tek anlamadığı şuydu ki; her bir iş
insanı sadece erkekti ve erkek hizmetli istiyordu belli ki onlar da tutucuydu
ve muhafazakâr kimliklerine uygun hizmet bekliyorlardı hemcinslerinden.
Düşünme payı vardı aslında bu işi
kabul edip etmeme konusunda yalnız kaybedeceği vakit de yoktu.
Peki, nerede kalacaktı bu işi kabul
ettikten sonra?
Merak etmemesini söyledi Şemo.
‘’Orasını hiç merak etme. Yeter ki;
sen, he, de. Gerisi kolay. Hele ki senden memnun kaldılar mı bir de bakmışsın
ki sürekli elamanı olacaksın hizmet verdiğin neresi ve kim ise.’’
Düşünmesine bile gerek yoktu işte. Ne
güzel altın yumurtlayan tavuktu denk geldiği. Boşuna demiyorlardı büyük şehrin
taşı toprağı altın.
İşin mahiyeti kurcalamamıştı bile
kafasına. Nasıl ki; köye ziyarete gelen muteber konuklar eşrafın da yardımıyla
nasıl da rahat ettirilirdi hatta yeri geldi mi köylü alırdı evinin başköşesine
gelen misafiri ve bir dediğini iki etmezdi.
İşe başlamadan evvel bir çeki düzen
vermesi gerekiyordu öncelikle giyimine ve saçına başına hatta kokusuna kadar.
Biraz ters gelse de kabul etti denenleri bir anda.
O da şehir insanı idi artık üstelik
akıllı cihazlardan bir düzine alıp köyüne gönderecekti ilk iş.
Kalacağı yer de temin edilecekti
madem geriye ne kalıyordu?
Çalış ve bileğinin hakkıyla kazan
ekmek paranı.
***
Detaylara girmemişlerdi ilk gün.
Kapısına gittiği yabancı konuk onu güler
yüzle karşıladı.
Çat pat Türkçe biliyordu zaten
İso’nun çeviri yapması gerekmiyordu sadece yap, denileni yapmak.
Yapmak zor olmayacaktı elbette. Ne
ise gereken artık; gerek odanın temizliği gerekse getir götür işleri artık ne
ise elbette gıkı çıkmayacaktı adamlar durduk yerde bu kadar parayı neden
versinler ki?
Kaldığı binada yabancı adamın bir kat
daha vardı yine kendisi gibi yurt dışından gelen bir kadının da konuk edildiği
ve o kadının hizmetlisi yine bir kadındı.
Bunları görmek çok mutlu etmişti İso’yu.
Nasıl da muhafazakâr insanlardı bunlar böyle üstelik ecnebi olmalarına rağmen.
Ortalığı toparlarken adam her
hareketini dikkatle takip ediyordu derken sokuldu yanına İso’nun:
‘’Yorgunsun.’’
Sahi yorgun muydu?
Gülümsedi delikanlı:
‘’No, no.’’
Adam ısrar etti:
‘’Yes, yes.’’
Ve ağzına kadar dolu bardağı uzattı
delikanlıya.
‘’İç.’’
Tereddütsüz içti İso. Ne kadar
insancıl olduğunu düşünüyordu adamın hem de nasıl nazik. Elini tuttu derken
İso’nun:
‘’Gel benimle.’’
Gülümsedi İso.
‘’Tabii. Neresi ise gösterin pırıl
pırıl yapayım.’’
‘’Sensin pırıl pırıl olan ve de çok
parlak. Gidelim.’’
***
Sonrası zaten kâbusun ta kendisiydi.
Temizlenmesi gereken bir daire vardı
oysaki hayal ettiği ve nasıl da canhıraş bir telaşla başlamıştı işe. Altı üstü
temizlik ve hizmet ve…
Kabullenmesi imkânsızdı zaten bunu
Şemo’ya nasıl söylerdi? Ötesinde köyüne hangi yüzle giderdi?
Hayatında hiç içki içmemiş biri
üstelik içine katılan…
Neler oluyordu böyle? Nasıl düşmüştü
bu adi tuzağa?
İnanmak zorundaydı madem insanlara bu
muydu karşılığı?
Belki de bir kerelik olan bu olayı
önemsemeyip köyünün yolunu tutmalıydı yine de emin olamıyordu ne kendinden ne
de İsmail’den ve adamlarından.
Zar tutan bir kumarbazdı madem hayat…
hayır, hayatın suçu yoktu aslında şehrin de.
Arkası gelecek miydi peki?
Elbette hayır.
Yine de içtiği çok lezzetliydi ve
içine konulan ne ise.
Sahi, bir kereden bir şey çıkmazdı madem…
bir ikinciyi denemekten ne çıkardı?
Üstelik hatırlamıyordu detayları
zaten merak da etmiyordu.
Bir an aklına geldi muhtarın ona
söyledikleri. Adamın saçları değirmende ağarmamıştaydı da nasıl göz ardı
etmişti nasihatlerini?
Akla gelmezdi böylesi.
Başına gelene acaba ne diyorlardı
halk dilinde?
Aynaları oldum olası sevmezdi ama
bunu görmek için aynaya bakmak da gerekmiyordu ki.
Arkası geldi zaten.
Anası hep demez miydi:’’Alışmış
kudurmuştan beterdir.’’
***
Cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu
ve her nedense hepsi yabancı ve itibarlı iş adamlarıydı ve her nedense hepsi
öldürülmeden evvel hadım edilmişti.
Bir derken iki hani neredeyse adı
uğursuz şehre çıkmıştı çileli İstanbul’un.
Üstelik katil geride tek ipucu
bırakmıyordu.
Temiz ve bakımlı nice iş insanı lakin
hepsi kanla yıkanmıştı adeta evet, kendi kanlarıyla ve geride kalan şu cümle
her cinayetin ardından:
‘’Alışmaya gör.’’
***
Şehir ilk ışıklarına uyandı ölümün ve
günün.
Ölümcül bir güdüyü tasnifleyen iblis
mademki kötülüğe şerh düşmüştü yoldan çıkan herkes illa ki karşılığını
bulacaktı cehaletinin ve haris ruhunun.
Avrupa yakasının en yüksek binasında bir
silah sesi duyuldu ama akıbetinin ne olduğunu kimse bilmedi bu
cinayetin/intiharın çünkü ceset imha edilmişti ve polis asla bulamadı sebebini
de sorumlusunu da lakin olaydan sonra işlenen o hadım edilmiş cesetlerin ayyuka
çıktığı cinayetlerin de ardı arkası kesildi.
Ve temiz bir başlangıç yaptı şehir
yeni güne ve yeni geleceğe yine kucağında beslediği kötülükten medet umup bir
gün her şahikanın çiçek açacağı ve hiçbir çiçeğin de solmayacağı inancı ile.
İsmail’in adını ise kimse anmadı
köyünde ne de olsa çoktan fotoğrafları ulaşmıştı köy muhtarının eline.
Anası ise kendini aynı gün avludaki
çınara astı geride kalan sadece üç beş resmin yırtıldığı ve yakıldığı için de
tek bir şahidin dahi olmadığı ve anılmadığı ismi ile İsmail’in.