
Bir aldatı.
Yoksa bir alıntı mı?
Seyrüseferinde sözcüklerin göğe demir
atan Hümayun.
Serzeniş ikliminde seken hacizli
imgeler bazense tepetaklak olmuş muğlak bir çığlığın perde arkasında uçuşan
tülleri ruhun.
‘’Bir insanın hayatındaki en özlü
şeyin delirmek olduğunu fark ettim.’’(Didem Madak)
Ve öznem…
Savruk iklimin nidalarında sürünen o
sessizlik.
Gün geçmeye g/örsün nasıl da
sonlanıyor saltanatı hayatın hele ki bir enkaza da dönüştü mü taht, bahtın
kırılan kiremitlerinden her yana tozlar saçılıyor.
Saç saça baş başa imgeler bir tümsek
bir yamaç bir hengâme…
Arazi olmuş dürtüler ve yalınayak
b/asıyorum yere nerede saklı isem rüzgarın, üşü, dediği nerede yoksam var
olmanın külfeti yığılı iken yüreğimin küfesinde ansızın peyda olan hüzünler.
Metruk heceler saklı otağımda.
Metruk haneler sapağı; ayın şavkı
vuruyor üstüme şevk ile yaşarken şirk koşanlarsa Rabbine ve işte bir sirk
cambazı gibi yürüyorum üstüne asıldığım ipin her miliminde boyut atlıyorum
çünkü ben kuram dışı bir sevdayım nasıl da ıslak nasıl da ürkek nasıl da
titrek…
Lakin.
Ansızın ve de:
Gaipten gelen bir güç ile örtünüp
gaipten gelen coşkuma da nazlanmadan niyazlar biriktiriyorum hüzün dolu küfemin
her zerresine serili hayaller ve dualar ve düşler seriyorum.
Seviyorum.
Umarsızca.
Seviyorum.
Delicesine.
Üşüyorum.
Oysaki mevsimlerden yaz.
Soluyorum.
Yüzüme eşlik eden kazayağı acılar.
S/üzülüyorum:
Nasıl da nasıl da yakınım ölüme.
Sorguladığım kadar kendimi
sorgulansam ne ki?
Ve o ince çizgide yürüyorum:
Hani normal ve anormal arasına bağdaş
kurmuş o ince çizgi…
Tüten dumana b/akıyorum da.
Turuncu güneş ise göz kırpıyor.
İçime yağan kar erimiyor.
Titriyorum bu sefer balta girmemiş
duygularıma revnak acılar ekleniyor açısı olmayan bir üçgen bir yamuk:
Aslında zirvesindeyim zırvalığın.
Zıvanadan çıkıp da varamadığım huzur
varamadığım kendim.
Ben sair imgeyim sair kent sair
zincir…
Aşkın nakkaşı ve na’şıyım dünümün gün
ise ölgün yarınlar muğlak ve devinen hislerim belki de ben bir karabatağım:
Görünmez.
Serin.
Serkeş.
Sızılı.
Akışkan.
Ağdalı.
Ne ergen ne yetişkin hali hazırda bir
çocuk.
Nidalarım var ama kısık sesli.
Sessizliğim ise kulakları çınlatan.
Sağır Sultan vermediğim selamı alıyor
oysaki benim s/ağır olan hali hazırda ağdalı bir duyguya tercümanlık etsin diye
kalem ve kale alınmadığım kadar etkinim ve erişilmez belki de evrim geçiren bir
mamutum ya da dinozor.
Uyruğum yok uluyorum.
Ulak bildiğim kalemle restleşip…
Çengeline takılıyorum sürtük bulutun.
Şehir vapuru beni çağırıyor bu sefer bir
martı olup konuyorum güvertesine Paşabahçe vapurunun ve seyyah kanatlarımla
şehre akıyorum varamadığım kadar her iki yakasına da yakarıyorum kaptana ve
dümen kırılıyor boynum kıldan ince ve işte uçuyorum delicesine delirticisine.
Şekil değiştiriyorum yorgun ufkun
karma bulutun kancık yalnızlığın Muradiye’si mutlak ve muğlak kaygıların da
arifesi.
Seviyorum de delirmeyi inceldiği
yerden kopuyor mantığım neye mazhar ise akıl çekmecem ve neye mahal verse de
alt bilincim kurmaca aşklara öykünüyorum: hani romanlarda yaşanan o deli
aşklara ve çöle düşüp bir çöl çiçeğine dönüşüp bazense dağları deliyorum.
Delirmek ne güzel ve düşünmemek ve
acı çekmemek ve pişman olmamak ve aklıma bir soru takılıyor:
Deliler âşık olup sever mi?
Elbet delicesine sevdiklerindendir de
delirdikleri nokta nasıl ki iki yakası bir araya gelmez âşıkların ve de şehri
İstanbul gibi insanı delirten kalabalığı ve trafiği ve o küçücük coğrafyada
barındırdığı onlarca milyon insan.
Bir kesit ise eğer ki aşk.
Bir de kasıt varsa severken.
Ve insan kendini unuturken her
sevdiğinde ek olarak delirip kocaman bir deliğe de kapılıp karanlığı içine
çekerken ve ansızın doğan güneşe meczup bir sevda ile asılıp da ışırken evrende
hele ki deliren insandan ve de delicesine sevenden en ufak zarar gelmezken elbette
tek zararı kendine ve kalemim kulakların zarını patlatırcasına sev ve yaz, diye
emredip emre amade bir delinin de günlüğünde saklı iken tüm gerçekler ve evrene
taş çıkartan zekâsı ve aklı…