Hikâyenin özeti:

Mehmet çok yoğundur, iki arkadaşının işini de yapmaktadır. Öğle paydosunda biraz dinlenebilmek için kaylûle yapmak ister.

 Kaylûlede ilk önce tozpembe bir rüyaya dalar. Gökte aradığı bir güzel karşısında durmakta, onunla konuşmakta ve gülümsemektedir. Hatta Mehmete çok beğendiğini bile söyler. Mehmet, yıldırım aşkına tutulmuştur. Ancak ufacık bir sorun vardır: Çarpıldığı prenses yıllar önce ölmüş biridir…

 Mehmet’in kara sevdası, çok acı bir kâbusa dönüşmüştür...

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Kaylule

 

Mehmet sabah erkenden uyanıp hemen kalkmıştı. Ne başı ağrıyordu ne de fena halde uykusu vardı. Halbuki çoğu sabah yataktan kalkmakta zorlanırdı, en çok baş ağrısından muzdaripti. Vücudunda o kadar hantallık olurdu ki, yerinden kalkmak istemezdi. Çoğu zaman birkaç dakika daha dinleneyim diye tekrar yatar, ama en az yarım saat sonra uyanabilirdi. Belki yarım saat fazladan uyumuş olurdu ama bu uyku ne baş ağrısını giderirdi ne de yorgunluğunu. Bazen birkaç dakikalık uyku yüzünden sabah namazını kılamamış olurdu, kendini çok suçlu hissederdi.

Birkaç dakika fazla uykuda kaldığında bazen o kadar çok rüya görürdü ki, erken kalkmadığına bin pişman olurdu. Nerede görmeyi istemediği biri varsa, sanki gelip rüyasında onu rahatsız ederdi. Bazen birkaç saat boyunca olumsuz rüyanın etkisinde kalır, unutmaya çalıştığı olayları veya kişileri tekrar tekrar hatırlayıp rahatsız olurdu. Mazideki olayları veya kişileri görmesine anlam verebiliyordu; şuur altına yerleşmiş olanlar ara sıra bir şekilde rüyalarına girebiliyordu. Ancak bazen anlam veremediği, sanki bir işaretmiş gibi gördüğü rüyalar da olurdu. Bu tür rüyaların anlamını rüya tabirlerinden arardı. Bir rüya hakkında en az on farklı, bazen de zıt anlamlar olurdu.

 

Bunlar haricinde güzel rüyalar da görürdü elbet. Her halükarda, çok açık ve net gördüğü rüyaların etkisinde kalabiliyordu. En çok hoşuna giden rüyalar ise dini motifli olanlardı. Bazen rüyasında o kadar güzel, içten ve özenle ezan okurdu ki, gerçek hayatta da öylesine ezan okumayı ne kadar isterdi ama maalesef.

Sabah namazını kılmak için camiye gitmeyi düşündü ama cemaate yetişebilmek için anca 5 veya 10 dakikası vardı. Hazırlanıncaya kadar en az 20 dakika geçerdi, yaşlandıkça hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç hissediyordu.

Namazı kılıp tesbihatı da yaptı, mesainin başlamasına daha 2 saat vardı. İnternete girip ilk önce günlük takip ettiği yazarların makalelerini okudu. Bazı yazarlar sayesinde dünyada veya Türkiye’de gözden kaçan gelişmelerden haberdar olabiliyordu. Gerçi haberdar olması hiçbir şey değiştirmiyordu ama en azından önüne sunulan haberlere daha farklı bir şekilde bakabiliyordu. Her habere inanmıyordu, şüpheciydi. Medyanın bazı çevreler tarafından nasıl kullanılabildiğini yıllar önce fark etmişti.

Daha sonra günlük haberlere göz attı, iç açıcı hiçbir şey göremedi. Her yerde savaş, her yerde kan, her yerde fitne fesat vardı. Dünya belki de bu güne kadar bu çapta huzursuzluğa şahit olmamıştı. Rahatsız olduğu, açık ve net derebeyliği yapılabilirken kimsenin umurunda olmuyordu. "Bana dokunmaya yılan çok yaşasın!" fikrini galiba herkes benimsemişti. Sanal âlemden çıkıp gerçek hayata döndü.

 

Kahvaltı yapmak için mutfağa gitti. Aslında kahvaltı yapma gibi alışkanlığı yoktu, vakti geçsin diye bir şeyler hazırlayıp atıştıracaktı. Mehmet en çok yemek yerken acele ederdi, sanki arkasından atlı bir ordu varmış gibiydi. Neden alel acele yemek yediğini kendi de halen anlamış değildi, bu huyundan rahatsız olmasına rağmen bir türlü bırakamamıştı. Bir şeyler içerken de aceleciydi.

“Mehmet, yangından mal kaçırır gibi çay içiyorsun. Acelen ne, tadını çıkararak içsen olmaz mı?” diye çok defa espriye maruz kalmıştı.

Standart cevabı: “Bardakta duracağına midemde dursun, bir işe yarasın!”

Bazen çok üzerine gelenler olurdu, sinirlenip: “Karışmayın bana!” diye terslerdi.

Mesaiye bir saat kalmıştı. Çantasını alıp dışarı çıktı. Çalıştığı şirket, bisikletle 1 saatlik mesafedeydi ama araba ile 15 dakika bile sürmezdi. Yaşadığı şehrin nüfusu bir milyon bile yoktu ama trafik, beş veya on milyon nüfusa sahip metropoller gibi yoğun olabiliyordu. Daha sokağa çıkarken trafik sıkışıklığına yakalanırdı. Ya yol tamiri, ya trafik kazası veya çok yavaş sürme sevdalısının biri yüzünden akıcı bir şekilde araba süremezdi. En çok yol tamiri yüzünden trafikte yoğunluk yaşanırdı, aylarca süren çalışma bittikten çok geçmeden aynı yol tekrar tamir edilirdi. Tamiri ne kadar zor yollar varmış memlekette!

Sadece yoğunluk değildi muzdarip olduğu, kamyonet gibi koca koca arabalar, kuralları hiçe sayıp önüne atlayabiliyorlardı. Sanki araba büyük olunca trafik kuralları geçerli olmuyordu ya da hazır ol vaziyetine geçip görgüsüzlere: “Buyurun!” denmeliydi. Korna çaldığında ise el kol hareketi yapıp: “Ne olmuş yani?” dercesine tepki gösteriyorlardı.

Trafik yoğunluğundan, magandalardan bıkmıştı artık, bisiklete binip keyfince işine giderdi. Hatta en kötü hava şartlarında bile bisikleti tercih ederdi.

Özellikle ilkbaharda bisikletle işe gitmenin zevki başkaydı, tadına doyum olmazdı. Park yollarını tercih edip doğadan olabildiğince istifade ederdi. Doğanın uyanmasına, rengarenk boyanmasına, kuşların, çeşit çeşit böceklerin yeniden hayat kurmalarına günlük olarak şahit olurdu. Bunun yanı sıra, sabahın erken saatinde yürüyüş yapanları, koşu yapanları veya kendisi gibi bisiklet sürenleri görmek ona ekstra enerji verirdi. Temiz hava iş yerine varana kadar fena halde acıktırırdı, iş yerinde yaptığı ilk şey çantasındaki azığı yemek olurdu…

Üç yıl önceye kadar normal bir bisiklete binerdi. Diz ağrısı kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Bir saat sonra dizleri hafif hafiften sızlardı. Aşınmanın daha fazla ilerlememesi için elektrikli bisiklet almıştı. Asgari güçle pedalı çevirmesi yetiyordu. Saatte 20 km’lik hızı tercih ederdi. Daha hızlı gitmesi bazen tehlikeli olabiliyordu, park yollarından giderken önüne aniden köpek veya başka bir hayvan çıkabiliyordu. Bisikleti anında durdurabilmesi gerekiyordu. Daha fazla bir hızda ani fren yapma sonucu kendini yerde bulabilirdi. Hiç acelesi yoktu, yavaş yavaş giderdi.

Bu sabah yine erkenden bisikletine binip yola koyuldu. Mevsimlerden sonbahar da olsa doğayla iç içe olmak her zaman güzeldi.

Mehmet sonbaharı hüzün, ayrılık olarak algılardı. Yıllar önce doğadaki canlıların da sonbaharda ne kadar hüzünlenmiş olduklarını gözlemlemişti. Her gün yemek paydosunda bir ağaçlıktaki göletin yanındaki bankta oturup dinlenirdi. Kuşların cıvıltısı, koşuşturmaları, sudaki kaz, ördek veya başka kuşların heyecanlarını seyretmek çok hoşuna giderdi. Bütün yaz boyunca yemek paydoslarını parktaki rengârenk, çeşit çeşit kuşları, kazları, ördekleri, kelebekleri, arıları seyrederek geçirmişti. Sonbaharın güneşli bir günüydü, yine aynı yere gidip oturmuştu. Bir şeylerin eksik olduğunu hissetmişti ve çevreye iyice bakındı. Gördüğü manzarayı iliklerine kadar hissetti; park olabildiğince sessizdi çünkü çoğu kuş, ördek ve kaz çeşidi parkta yoktu. Geride kalanların ise boynu bükülmüş, sanki gidenlere üzgün bir halde kımıldamadan suyun kenarında durduklarını görmüştü...

Evet, mevsimlerden yine bir sonbahardı ve havalar soğumuştu. Ayrıca, meyvelerden sonra yapraklar da ağaçlara veda edip kendilerini yere bırakmışlardı. Çoğunluğu hemen ağacın dibindeydi, sanki ağaçtan ayrı kalmak istemiyorlardı. Bir kısmı ise rüzgarla beraber uzaklara gitmişlerdi. Belediye elemanları sabahın erken saatinde yollara saçılmış sarı sarı yaprakları temizlemekle meşguldü.

 

Mehmet, dışarıda olmanın zevkini yaşayarak trafiğin yoğunluğundan etkilenmeden yavaş yavaş işine gitti.

 

Bisikletle bile gitse, trafiğin yoğunluğunu fark edebiliyordu. Her taraftan vızır vızır kamyon, kamyonet, minibüsler hızla gelip geçiyordu. Sabahın erken saatinde trafiğin bu kadar kalabalık olmasına hâlâ alışamamıştı. Aslında bu şehirdeki insanların öğle vaktine kadar miskin miskin uyamadıklarının bir göstergesiydi. Bu şehirdeki insanlar erkenden kalkıp işe gidiyor, sabahın bereketinden istifade ediyorlardı.

Yarım saat sonra feribota geldi, tam binecekken feribot hareket etti. Erken saatte feribot 10 dakikada bir kalkardı, beklemek zorunda kalacaktı. İlerideki feribota gitmeyi düşündü ama vazgeçti, onu da kaçırırsa daha fazla bekleyecekti. İlerideki feribot erken saatlerde 20 dakikada bir kalkardı.

Sağına soluna bakındı, birkaç kişi vardı ama bunları tanımıyordu. Beklerken birilerinin denk gelmesini çok isterdi; havadan sudan konuşurken vakit su gibi akar giderdi.

İster istemez cep telefonunu aldı, tekrar okuyacak haber aradı.

– Merhaba Mehmet! Bugün erkencisin? Uykun mu tutmadı yoksa?

– Merhaba, aynen! Sen de erkencisin, hayırdır?

– Sorma, şirkette işler kötüye gidiyor. Her gün birer saat fazla çalışacağız, beleş yani! Böyle giderse şirket iflas edermiş, işimizi kaybedermişiz. Biraz dişimizi sıkacağız, ne yapalım? Bugünlerde kolayca iş bulunmuyor ki. Hele bizim gibi yaşı ilerlemişleri kim ne etsin!

– Haklısın, elimizde olanlara iyi sahip çıkmamız lazım. Benim iş arkadaşları yok, o kadar iş bana kaldı. Ben de bugün kesin mesaiye kalacağım. O kadar işi 8 saatte nasıl bitirebilirim ki?

– Neden yoklar?

– Biri hastalanmış, diğeri de tatilde. Beklenmedik bir arıza çıkmazsa, mesaiye kalmama gerek kalmaz.

– Mesaiye kal, fazladan para kazanmış olursun.

– Mesaide kazandığın paranın yarıdan fazlası vergiye kesiliyor. Vergi dairesine çalışmaya hiç niyetim yok.

– Şirkette işler neden kesatmış, anlattılar mı?

– Yok ya, bir şey anlatmıyorlar. Gerçekten kesat gidip gitmediğini bile bilmiyoruz. Galiba Çin’deki bir şirket piyasayı hızla ele geçiriyormuş. Kalite ve fiyat yönünden bizim şirketten çok daha iyiymiş. Rekabet edemiyormuşuz. Ne yapacağız bilmiyorum.

– Çok canını sıkma, iş olacağına varır. Bu ara son günü bekleme, başka şirketlere başvur.

– Sağ ol Mehmet, haklısın. Bildiğin, duyduğun bir iş olursa bana haber et.

– Elbette. Feribot da gelmiş. Bizim şirketten bir arkadaş ileride, kendisiyle bir konu görüşmem lazım. Sana kolay gelsin.

– Sana da Mehmet!

 

Mehmet, şirketin muhasebecisinin yanına gitti. Meğer muhasebecinin şirketteki son günüymüş. Şirkete yürüyerek gidecekmiş.

Muhasebeci, emekli olduğuna seviniyordu. Birkaç ay sonra emekli memur pasaportu çıkartacakmış. Bu pasaport sayesinde istediği ülkeye vizesiz girebilecekmiş. Bisikletle dünya turuna çıkacakmış. Niyeti, ilk önce Avrupa, daha sonra İspanya’dan Afrika’ya geçmekmiş.

 

– Abi, ne cesaret ya! Tek başına dünya turuna çıkmak, helal olsun. Bu ara Afrika’daki bazı ülkelerde savaş var. Oralara gitmeyi düşünmüyorsun galiba?

– Gitsen bile sınırdan geçemezsin. Adamlar gönül huzuru içinde savaşmak istiyorlar. Bırak ne halleri varsa görsünler. Ne bitmedik savaş ya! Kendimi bildim bileli Afrika’da hep savaş vardı. Tamam, dış güçler savaşı çıkartıyor ama savaşan, kan akıtan kendileri. Savaşmayın ya! Rahatlık batıyor mu ne?

– Abi, çok heyecanlandın yine. Biz ne dersek diyelim, pek değişen bir şey olmaz. Zaten son gününmüş, keyfine bak.

– Mehmet, veda partime geliyorsun, değil mi?

– Abi, bölümde iki kişi eksik. Onların işlerini de yapmam lazım. Fırsat bulursam gelirim. Saat kaçta?

– Saat 10’da büyük salonda.

– Uğrayamazsam hakkını helal et abi. Sana hayırlı emeklilik dilerim. Ara sıra şirkete uğra, çay kahve içeriz.

– Helal olsun Mehmet, sen de helal et.

–Benden yana da helal olsun abi. 

 

Feribot karşıya gelmişti, Mehmet muhasebeciyle vedalaşıp yoluna devam etti.

15 dakika sonra şirketin turnikesinden içeri girdi. Üretim hariç diğer bölümlerde fazla kişi yoktu. Çalıştığı bölümde işbaşı saati esnekti; sabah 6 ile 10 arası istediğin saatte başlayabiliyordun. Önemli olan, günde 8 saat çalışmış olmaktı. Bu sistemi çok severdi; uyuyamadığı veya çok kötü uyuduğu günler saat 10’da başlardı.

 

Bir iki dakika yürüdükten sonra yıllardır çalışmış olduğu binaya geldi. Ara sıra başka binalarda çalışmıştı ama bu bina sanki şirketteki evi gibiydi. Bina dört katlıydı ve iki girişi vardı. Sadece bir girişte asansör bulunuyordu ve bu asansör malzeme için kullanılıyordu. Dizi çok ağrıdığında asansörle yukarı inip çıkardı. Ofisi binanın dördüncü katındaydı; kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer gibiydi sanki.

 

Bugün enerjikti, merdivenle yavaş yavaş yukarı çıktı. Yukarı çıkarken yine merdivenlerdeki lekeler gözüne çarptı. Galiba bu lekeler en az bir aydır vardı. Merdivenlerin tozlu olmasına alışmıştı ama koca koca lekelerden rahatsızdı. Halbuki temizlikçiye bir iki defa söylemişti. Temizlikçi her defasında, "Tamam, birazdan silerim," demişti. Temizlikçilerin şefine şikayet etmek istemiyordu. Birkaç yıl önce temizlikçilerin biri ofisini temizlemiyordu. Birkaç kez uyarısına rağmen temizlenmemişti. En son çare olarak şikâyette bulununca temizlikçi duygu sömürüsü yapmıştı:

 

"Abi, benim gibi garibandan ne istedin? Neden beni şikâyet ettin? Bana söyleseydin, ben temizlerdim!"

 

Baktı, kadın gittikçe duygusallaşıyordu. Hemen özür dileyip konuyu kapatmıştı. Bir daha böyle bir olay yaşamak istemiyordu.

 

Temizlikçiye söylenerek en son kata çıktı. Dördüncü katın sağ tarafında üç, sol tarafında ise dört ayrı ofis bulunuyordu. Bu ofislerin bazıları her zaman boş olurdu. Belki bu binada otuz yıldır çalışıyordu ama her beş yılda bir başka katta veya ofiste çalışmıştı. Bu ofiste ise iki yıldır çalışmaktaydı. On metrekare büyüklüğündeki ofis güney cepheliydi. Sabah güneşinden dolayı bilgisayarının ekranını göremezdi. Ayrıca burada klima yoktu; kışın buzhaneye, yazın ise bazen hamama dönüşüyordu.

 

Bazı iş arkadaşları ofiste envai çeşit çiçek yetiştirirdi veya masasını özel fotoğraflarla süslerdi. Bazılarının ise masası adeta bir erzak deposu gibiydi; reçel, margarin, fıstık ezmesi, ekmek, kraker gibi yiyecekler hiç eksik olmazdı. Tost makinesi, çatal, bıçak, kaşık, taş veya tabak olmazsa olmazlarıydı. Ofis, sanki şirketin değil de onların özel mülküydü. Hatta ofiste iç çamaşırını kurutana bile şahit olmuştu.

 

Mehmet'in ofisinde veya masasının üzerinde özel eşyası bulunmazdı. Çiçeği de olmazdı; bakamazdı ki.

 

Bu sabah koca katta kendisinden başka kimse yoktu. Bir iki saate kalmaz, herkes işbaşı yapmış olurdu.

Özellikle cuma günleri çoğu eleman izinli olurdu; kocaman koridorda, hatta binada yapayalnız kalırdı. Sadece kış mevsiminde, geç saatlerde binada tek başına olmak hoşuna gitmezdi; başına bir iş gelse kimsenin haberi olmazdı. Bu nedenle erken saatte gelip gitmeyi tercih ederdi.

Mehmet ofise girip çantasını bıraktı. Bir gün önce hazırladığı listeye baktı. Çok yoğun olduğu günlerde, önce plan yapıp plana göre çalışırdı. Hemen aşağı kattaki yere inip işleri yapmaya gitti.

 

Yemek molası geldiğinde bütün işleri bitirmişti, şu saatten sonra yaptığı işlerin raporunu yazacaktı. İlk önce kahve içip, evden getirdiği azığı bir güzel yedi. Mehmet kahve bağımlısıydı; her gün mutlaka birkaç bardak içerdi. Kahve içmediği günler başına ağrılar girdiğini fark etmişti. Ramazanda en çok aradığı şey kahve olurdu; iftardan hemen sonra mutlaka birkaç bardak kahve içerdi. Şirketin meşrubat makinelerindeki kahveyi sevmezdi. Galiba makinelerde piyasadaki en ucuz kahve kullanılıyordu. Evden getirdiği kahveyi içerdi. Ayrıca suyu iyice kaynatırdı.

 

Aslında internete girip haber okumak istemişti ama çok yorgundu. Yarım saatliğine de olsa kaylule yapmak istedi. Zaten birkaç yıldır ara sıra çok yorgun olduğundan 5 dakikalığına da olsa kaylule yapardı. Uyandıktan sonra çok dinç olurdu.

 

İlk zamanlar kaylule yapmasına iş arkadaşları garipsemişlerdi.  Biri, kaylule esnasında meditasyon yaptığını zannetmiş. Hatta birkaç defa gelip uyandıranlar bile olmuştu, meğerse fenalaşıp masasına yığılıp kaldığını zannetmişler. Kendisini ilk uyandıran şirketin sekreteriydi.

 

-Mehmet, iyi misin?

-Evet.

-Ofisinin yanından geçerken seni masanın üzerinde uyur görünce telaşlandım. Baygınlık geçirdiğini falan zannettim.

-Hayır, ben ara sıra böyle kaylule yaparım. Bazen ihtiyacım olur, ayrıca çok hoşuma da gider.

-İstersen kaylule yapacağında kapıya bir not yazsan. Kimse boş yere telaşlanmasın.

-Tamam, unutmazsam bir not asarım.

Başka biri daha aynı nedenlerden gelip uyandırmıştı.

45 dakika sonra bir toplantısı vardı, uyuyup kalmamak için saatini de kurmayı ihmal etmedi. Başını masaya koymasıyla dalıp gitti…



( Uyandırın Beni-kaylule başlıklı yazı hotamisli tarafından 21.02.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu