Hikâyenin özeti:

Mehmet çok yoğundur, iki arkadaşının işini de yapmaktadır. Öğle paydosunda biraz dinlenebilmek için kaylûle yapmak ister.

 

Kaylûlede ilk önce tozpembe bir rüyaya dalar. Gökte aradığı bir güzel karşısında durmakta, onunla konuşmakta ve gülümsemektedir. Hatta Mehmete çok beğendiğini bile söyler. Mehmet, yıldırım aşkına tutulmuştur. Ancak ufacık bir sorun vardır: Çarpıldığı prenses yıllar önce ölmüş biridir…

 

Mehmet’in kara sevdası, çok acı bir kâbusa dönüşmüştür...


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Kebapçı Mehmet Usta

 

-Mehmet Usta!

-Ne bağırıyorsun ya! Ne var yine?

-Usta, işitme özürlüsün ama kulak makinesi takmıyorsun. 10 saattir çağırıyorum, duymuyorsun. Sesimi yükseltince de bağırmış oluyorum!

-10 saattir mi beni çağırıyorsun? Ben geleli dört saat anca olmuştur. Neyse, söyle derdin ne?

-Benim derdim filan yok, şükür. Terastaki özel masadan seni davet ettiler. Sana iltifatta bulunacaklarmış.

-Rıza, benimle dalga mı geçiyorsun yine? Orada kelli felli yabancılar ağırlanıyor. Benimle ne işi olabilir onların?

-Ustam, yemin ederim ciddiyim. Senin Adana'ya bayılmış biri. Mutlaka görüp teşekkür etmek istemiş. Hadi, bekletme ama!

-Tamam, şu işi bitireyim, giderim.

-Anlamadın galiba! Çok önemli misafir bunlar. Yeni önlük giyip gidecekmişsin.

-Tamam, tamam!

 

Mehmet Usta, 12 yaşında iken Karaman’daki BirTat Lokantası'nda bulaşıkçı olarak işe başlamıştı. Lokantadaki Selami Usta, uzaktan akrabasıydı ve köylüsüne sahip çıkmıştı. Sırtının kalın olması sayesinde birkaç hafta bulaşıkçılıktan sonra ızgarada yardım etmeye başlamıştı. Izgarada yardım ederken, ara sıra mangala düşen kebapları yerdi. Hatta bazen bilerek düşürdüğü de olurdu. Çok geçmeden kebapçılığı sevmişti. “Usta mesleği ne kadar severse, çırak da o kadar severmiş” derlerdi ama inanmazdı. Merhum Selami Usta, mesleğinin adeta delisiydi. Aradan yıllar geçtikten sonra ustasını anlamıştı.

 

Mehmet Usta da mesleğini o kadar çok seviyordu ki, ömrünün sonuna kadar kebapçılık yapmaya niyetliydi. Konya çevresindeki en iyi kebapçıydı, çok sayıda seveni vardı. Çalıştığı mekâna sırf kendisi için gelenler bile olurdu. Bunu bilen bazı işletmeciler, Mehmet Usta’ya yalvarıp yakararak işe alırlardı. Mehmet Usta en çok sac kavurmasıyla meşhurdu; herkes bu yemeği yapamazdı. Karaman’dan Konya’ya Mehmet Usta’nın sac kavurmasını yemek için gelenler olurdu. Bütün bunlara rağmen, hiçbir zaman kendi mekânını açmayı düşünmedi. Üç beş yılda bir başka mekânda işe başlamıştı. Ya patronla anlaşamamıştı ya da diğer aşçılarla. Hatta bulaşıkçı yüzünden bile işten çıktığı olmuştu. Kendine, mesleğine ve başkalarına çok saygılıydı. İlla herkesin kendisine saygı duymasını beklemezdi ama hakarete tahammülü yoktu.

Kendi mekânı olsa kesinlikle çok sayıda müşterisi olur ve çok para kazanabilirdi ama mekân işletmek kebap yapmaya benzemiyordu. Her bir kişiyle ayrı ilgilenmesi gerekecekti: kasapla, manavla, elemanlarla, müşterilerle ve de maliyeyle. O kadar enerji harcayacaktı ki bazen başını kaşıyacak zaman bulamayacaktı. Hâlbuki şimdi mesai saatleri dışında önce kendine, sonra da ailesine vakit ayırabiliyordu. Para her şey demek değildi; milyarlarca para ne sağlığının ne de sevdiklerinin yerini tutabilirdi.

 

Bu mekânda bir yıldır çalışıyordu. Tarihi bir özelliği vardı, 100 yıldan fazla bir süredir burası hep restoran olarak işletilmişti. Mevlana Türbesi’nin yakınındaki bu mekanı Konya’da bilmeyen yoktu.

 

Mehmet Usta, en rahat Gülbahçesi Restoran’da çalışıyordu. Mutfak, en az 20 metrekare büyüklüğündeydi. Giriş kapısının hemen sağında büyükçe 2 adet malzeme deposu vardı. Depoların ilki et ve sebzeleri muhafaza için soğuk hava deposuydu. İkinci depo ise diğer malzemeler içindi. Gülbahçesinde hiçbir zaman malzeme sıkıntısı yaşamamıştı. Malzemelerden sorumlu bir müdür vardı, her gün gelip eksikleri not alıp giderdi. En kısa zamanda tedarik ettirirdi. Et ve sebze zaten günlük gelirdi.

Depoların yanında uzunca bir çalışma masası ve çeşme vardı. Bu masada başı tarafı yeşillikleri için kullanılırdı. Yeşillikler iyice yıkanmadan asla kullanılmazdı. Masanın kalan tarafı ise et içindi, harç burada hazırlanırdı. Masanın altında iki ayrı çöp bidonu vardı. Ortaya çıkan çöp hemen atılırdı.

Masanın yanında şişlerin bekletildiği soğuk vitrin vardı. Şişlerlerdeki kebaplar pişirilmeden önce burada bekletilirdi. Marine edilecek malzeme de soğuk vitrinle bekletilirdi.

Vitrinin yanında ise üç adet mangal vardı. Mangallar elektrikliydi ama kebaplara odunda pişmiş tadı vermek için her mangalda kömür korları bulunurdu. Sadece elektrikle pişmiş kebabı çoğu yemek istemezdi, kebapta ille de duman kokusu olmalıydı. Müşteri haksız da değildi, kömür korunda pişmiş kebap bir şekilde farklı olurdu. Adanalar veya tavuk şişler mangallarda iyice pişirildikten sonra müşteriye gönderilirdi. Bu arada mangalların ucu da giriş kapısının solunda bulunuyorlardı. Servisçiler mutfağın sadece sol tarafına geliyorlardı. Mehmet Usta’nın istediği dizayn sayesinde mutfak en verimli bir şekilde kullanılıyordu. Hem verimli hem de çok temiz oluyordu.

Mutfak galiba iki yıl önce tadilattan geçmiş, yerden tavana kadar her taraf fayanstı. Duvardaki fayansların büyüklüğü 30x30 cm’di ve krem rengindeydi. Fayanslar ayrıca pembe gül motifliydi. Yerdeki fayanslar ise 100x100 cm çapında toprak rengindeydi. Diğer mobilyalar ise açık yeşildi. Sadece mangallar koyu sarıydı. Mutfağı dizayn eden mühendis belli ki, gül bahçesini anımsatmak istemiş ve çok başarılı olmuş. Burası mutfak değil, sanki Isparta’daki gül bahçelerinden biriydi. Sadece gül kokusu yoktu.

Mutfakta kendisinden başka bir usta çalışmadığı için burayı istediği gibi temiz kullanabiliyordu. Mehmet Usta özellikle temizlik konusunda çok titizdi. Kendi haricinde bir çırak ve bir de kalfası vardı; bunlarla çok uyumlu bir şekilde çalışabiliyorlardı. Gülbahçesinde neşe ve huzur içinde çalışabiliyordu.Halbuki daha önceki mekânların genelde mutfakları hep küçüktü. Bu nedenle çoğu aşçı stresten dolayı başkalarına kaba davranabiliyordu. Mehmet Usta, ağırbaşlı ve mütevazıydı ama bu, her önüne gelenin kendisini azarlayabileceği anlamına gelmiyordu. Ağırbaşlı olmasını çoğu kişi istismar etmek ister, ya kandırmaya çalışır ya da canı sıkıldığında bağırıp çağırırdı. Mehmet Usta birkaç kez sabrederdi, hemen parlamazdı. Belki de en büyük hatası buydu; insanlara hemen haddini bildirmezdi. Birkaç kez sabrın sonunda patlardı. Patlaması kendisine pahalıya mal olur, haklıyken suçlu durumuna düşerdi. Yoksa geçimsiz, kavgacı, kibirli ya da kinci biri asla değildi. Patronlarla da arası açılırdı. Mehmet Usta kebapçıydı ama çoğu işletmeci çorba, sulu yemek hatta tatlı bile yapmasını isteyebiliyordu. Başarısız olduğu bir işi asla yapmak istemezdi, baştan savma iş yapmaktansa hiç yapmamayı tercih ederdi.

 

Bu akşam büyük bir grubun Adana kebap için Selçuklu’dan geleceği söylendi. Galiba Selçuklu esnaflarıydı bunlar. Hemen hazırlıklara başlamıştı. Esnafın ne kadar hassas ama bir o kadar da sabırsız olduğunu iyi bilirdi. Masaya oturur oturmaz yemek hazır olmalıydı.

20 veya 30 şiş hazırlayıp, buzdolabına koyacaktı. Sipariş gelince hemen pişirecekti. Kalfası da titiz biriydi, şimdiye kadar hiç şikayet getirmemişti.

-Mehmet Usta! Sen hâlâ gitmedin mi ya?

 

-Olum karşısında senin koca Mehmet Usta var, biraz dikkatli konuş! Biraz beklesinler, ağırlığımızı anlasınlar. Ben it miyim, hemen çağırılınca koşarak gidecek? Usta birazdan geliyor de!

 

-Usta, misafirler yabancı. İngiliz mi yoksa Amerikalı mıymış?

-Şu işi bitireyim, geliyorum. Sen onlarla ilgilene dur. Zaten yabancı dil öğrenmeye çok meraklısın, İngilizcen ilerler.

 

Antalya ve Alanya’da turistik işletmelerde çok çalışmıştı. Ara sıra aşçıya iltifat için masaya çağıran müşteriler olurdu. Yabancı dil bilmediğinden anlaşamazdı; onlar bir şeyler söylerdi, Mehmet Usta başını sallardı. Bu tür görüşmelerde salla başlık yapardı, hiç hoşuna gitmezdi. Gitmese patronla arası açılırdı. Galiba, Alanya’daki bir işletmede Rus’un biri yanına çağırmıştı. Adam zil zurna sarhoştu, üstelik cinsi sapıktı galiba. Güya iltifat etme bahanesiyle yüzünü okşamaya kalkınca adamı yere sermişti. Patron ise müşterinin tarafını tutup kendisini derhal kovmuştu.

 

İngiliz müşterilerle de arası pek iyi değildi. Galiba Antalya’da zil zurna sarhoş bir grup mutfağa girmeye çalışmıştı. Güya mutfağın temiz olup olmadığını görmek istemişler. Güvenlikle beraber zar zor çıkarabilmişlerdi. İri yarı, ayı gibi adamlardı. Üstelik sarhoş olunca galiba iyice ağırlaşıyorlardı. İşi, İngilizlerden daha önemliydi. Adana kebabının harcını hazırlamaya başladı.

 

Evvela etin kalitesini kontrol etti. Et tazeydi, üstelik tam istediği yağ oranındaydı. Kasap ayrıca iki kez çekmiş, kıymanın incelik kıvamı da yerindeydi. Nihayet beklentilerine cevap verebilen bir kasaptan et alınıyordu. Kasaplardan neler çekmişti, et kalitesiz olunca kebap berbat oluyordu. Kebap için en iyi et, dana ve kuzu eti karışımıydı. Ancak çoğu kasap ya sığır eti ya da koyun eti karıştırıp gönderirlerdi. Sığır eti sert olurdu, birkaç kez iyice çekildikten sonra bu sorun hallolurdu. Ama koyun eti, kolayca çözülecek bir sorun değildi. Koyun ne kadar yaşlıysa, eti o kadar kokardı. Etin taze olması hiçbir şey fark etmezdi. Tecrübesiz aşçı veya kebapçı bu sorunu kolayca çözemezdi. Bu sorunun çözümü bol baharat kullanmaktı, ama her müşteri baharatı sevmezdi. Hatta baharata alerjisi olan bile vardı. Mehmet usta bu soruna çözüm bulmuştu. Koyun etli kebabı bol dumanlı ateşte pişirirdi. Duman kokusu, etin kokusunu bastırırdı.

Kıymaya zeytinyağı ve baharat atıp iyice karıştırdı. Yarım saat sonra çekilmiş kuru soğan ve sarımsağı da karıştıracaktı. En son olarak tuzu atacaktı. Karışımın sıralaması bile yanlış olursa, istediği lezzette yemek olmuyordu. En büyük şansı, çoğu müşterinin damak tadı pek gelişmemiş olmasıydı. Yemekteki inceliklerin farkına varamıyorlardı. Esnafların ise çoğu ehli keyif, damak tadı gelişmiş kişilerdi. En ufak inceliği bile fark edebiliyorlardı. Mesela çoğu müşteri etin ince veya kalın çekilmiş olduğunu fark edemezdi ama esnaflar hariç.

 

Mehmet Usta için müşterinin esnaf olup olmaması pek önemli değildi, yaptığı işi evvela kendine beğendirmeliydi. Yaptığı işin kalitesi yüzde yüz olmalıydı; yüzde 99’a razı olmazdı. Duvardaki saate baktı:

-Zaman ne çabuk geçmiş yahu! Namaz vakti girmiş, namazdan sonra müşterilerin yanına gideyim.

Mehmet  usta için namaz çok önemliydi; sadece camide veya evde Allah'ın kulu değildi. Her zaman, her yerde Yaradan’ına kulluk yapabilmesi gerektiğinin bilincindeydi. 15 yaşından beri günde beş vakit namaz kılmaya çalışırdı. Gençlik yıllarında bazen bir iki vakti kılamazdı ama son yıllarda pek aksatmazdı. Namaza o kadar önem verirdi ki yeni gideceği mekânda veya benzeri yerlerde ilk önce namaz imkânını araştırırdı. Mümkün mertebe abdestli olurdu, her yerde abdest alma imkânı bulunmuyordu.

Namazdan sonra özel önlüğünü giyip, terastaki özel masaya gitti. Özel önlüğünde Gülbahçesi’nin logosu vardı, ayrıca büyük harflerle "ŞEF MEHMET HOTAMISLI" yazılıydı.

Teras katı çok geniş olmasına rağmen en fazla üç geniş masa vardı. Bu masalar oldukça aralıktı; iki masa arası en az 5 metre olmalıydı. Bu kattaki bütün eşyalar, malzemeler, mobilyalar birinci sınıftı. Her masanın yanında hafiften esinti veren klimalı vantilatör vardı. Müşteriye isteğine binaen kışın sıcaklık, yazın ise ferahlık estirilirdi.

Salonun tam ortasında ise mini bir şelale vardı; her zaman şırıl şırıl su akardı. Duvarlar gül fidanlarıyla kaplıydı, her renkten gül yetiştirilirdi. Gülün olduğu yerde bülbül veya bülbül sesi olmazsa olmazdı. Salona hafif tonda bülbül sesi de verilirdi. Bu katta tam anlamıyla gül bahçesinde yemek yenmiş olurdu. Hafta ortası burası pek kullanılmazdı. Bu katı kullanmak için sadece zengin olmak yetmiyordu; toplumda siyasi veya ticari itibar sahibi olma gibi şartlar aranırdı. Gerçi bu müşteriye söylenmezdi ama makam, mevki açısından pek tanınmamış kişilere sudan bahanelerle burada servis yapılmazdı.

Birkaç kez parasına güvenip teras katta servis isteyenlerin isteklerinin gayet nazik ve kibar bir şekilde reddedildiğine şahit olmuştu. Mekâna fazla diplomat gelmezdi ama gelenler kesin burada ağırlanırlardı. Korumalar ise terasın arkasındaki yerde hazır bir vaziyette beklerdi.

Davet edildiği masada iki kişi konuşuyorlardı. Görebildiği kadarıyla bunlar 60 yaş civarındaydılar. Saçları ağarmış ama ikisinde de kellik yoktu. Gayet şık giyinmiş, bürokrat tipli kişilerdi. Yaz mevsimi olmasına rağmen takım elbise ve kravatlı olmalarından bürokrat olduklarını düşündü. Yurt dışından gelmiş olan iş adamları yemeğe resmi kıyafetle pek gelmezlerdi. Gri takımlı olan uzun boylu ve zayıftı. Diğeri de uzun boyluydu ama hafif şişmandı. Şişman olan olabildiğince rahattı, yaşlanmış karşıdakini dinliyordu. Adeta kendinden emindi bir tavrı vardı. Konuşmalarından hiçbir şey anlamıyordu ama zayıf olan sanki muhatabını ikna etmeye çalışıyordu. Galiba ikna etmeye çalışan bayağı gergindi, elleri yumruk olarak sıkılıydı. Mevzu o kadar derin olmalıydı ki, yanlarına gelen birini fark etmediler. Birkaç saniye bekledi ama hâlâ fark edilmedi.

 

-Pardon!

 

Masadakiler, Mehmet Usta’yı nihayet fark ettiler. İkisi de tepeden tırnağa süzdü. Daha sonra bir şey yokmuş gibi davrandılar. Mehmet Usta’nın aşçı olduğunu fark etmemiş olamazlardı çünkü önlüğünde "Şef Mehmet" yazılıydı. Misafirler kendi konuşmalarına devam etti. Mehmet Usta, bostan korkuluğu gibi dikilip kaldı. Çok geçmeden, umursamadıkları yetmezmiş gibi, "Hâlâ burada mısın?" dercesine küçümseyici bir edayla baktılar. Şişman olan, pek hoş olmayan bir ses tonuyla bir şeyler söyledi. Mehmet’in kendisini anlamadığını fark edince el hareketiyle “Git!” işareti yaptı. Ardından hemen muhatabına dönüp konuşmaya daldı.

 

Mehmet Usta’nın kanı beynine sıçradı: "İngilizce bilsem, ben bunlara haddini bildirirdim!" diyerek söylendi. Rıza’ya bakındı, ısrarla bu masaya yönlendirmişti ama kendisi ortalıkta yoktu. Üstelik yabancı dil bilen diğer garsonlar da yoktu. Birileri yakında olsa, tercuman araciligiyla en azından neden bu masaya geldiğini izah ederdi.

Rıza galiba şaka yapmıştı. Bu sefer Rıza’nın yakasına yapışıp kesin hesap soracaktı. İki mağrur İngiliz’e madara ettirmek neymiş, görecekti. Yönünü dönüp garsonların locasına doğru gidecekken neredeyse birine çarpıyordu. Son anda durdu.

 

-Pardon, madam!


( Uyandırın Beni-kebapçı başlıklı yazı hotamisli tarafından 22.02.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu