Bugün bir tanıdığa denk geldim. Öyle alelade biri değil, seni bilen, seni tanıyan biri… Biraz oturduk, eski günlerden konuştuk. Laf döndü dolaştı, sana geldi. O an içimde bir şeyler sıkıştı, boğazımda görünmez bir düğüm oluştu. Saniyelik bir tereddüt… Sonra hafifçe gülümsedim, omuz silktim ve hiç üzerine düşünmeden, “Hatırlamıyorum,” dedim.
Ne büyük yalan…
Hatırlamamak mı? Nasıl mümkün olabilirdi ki? Unutmak için önce silmek gerekir, bende senin tek bir izin bile silinmedi ki… Hâlâ gözümün önünde, kaşlarını çatınca alnında beliren o ince çizgi, ne zaman konuşmaya başlasan gözlerinin içinde dans eden o kıvılcım… Ellerini birbirine kenetleyişin, başını hafif yana eğerek düşündüğün anlar, bazen de bir kelime bile söylemeden gözlerinle anlatışın…
Unutmak mı? Ben seni, benden söküp atamayacağım bir yara gibi taşıyorum içimde. Bir isim ne kadar ağır olabilirse, senin adın da o kadar ağır. Öyle kolay kolay telaffuz edilebilecek, öylesine ağza alınabilecek bir şey değil. Onu söylediğimde, her harfi içime saplanıyor. Çünkü biliyorum, senin adın sadece bir isim değil benim için. O isim, bir ses tonu demek. O isim, yüzümde donup kalmış tebessümler, içime oturmuş suskunluklar demek. O isim, bir zamanlar elimden sımsıkı tuttuğun ama artık hiçbir yerden bana uzanmayan bir el demek.
O yüzden adını söyleyemedim. Söylesem, içimde bir şeyler devrilecek, gözlerime dolan bu ağırlık belki de taşacak diye sustum. Önümdeki çay bardağını avuçlarımın arasına aldım, sıcaklığına sığındım. Gözlerimi kaçırdım, konu değişsin istedim. Ama değişmedi. Senin adın havada asılı kaldı, konuşulmasa bile varlığını hissettiren bir gölge gibi üzerime çöktü.
İşte o an fark ettim. Bazı isimler unutulmaz. Bazı anılar silinmez. Unutmaya çalışırsın belki, bastırırsın, susturursun, ama o ses bir yerlerden tekrar yankılanır.
Şimdi buradayım. Karşımda, seni hatırlatmaya çalışan bir çift göz, içimde ise anlatılamayan bir boşluk. Seni anmamak için kaçtım bu konudan. Ama kaçabildim mi gerçekten?
Hayır. Çünkü seni unutmak, içimdeki şehri inkâr etmek gibi bir şey olurdu.
Bir şehir düşün, ama haritası yok. Sınırlarını senin varlığın çizmiş, sokaklarını senin sesin döşemiş. Her köşe başında bir anı, her duvarında seni hatırlatan bir iz… Dar sokaklarında yürürken, adımlarımın arasına senin gölgen karışıyor. Eski kaldırımların taş aralarına sızan o tanıdık kahkahanı duyuyorum. Bir dükkânın önünden geçerken, vitrinde gördüğüm bir şey bana seninle geçen bir günü hatırlatıyor.
Şehrin meydanı var mesela, gün batımında birlikte oturduğumuz bank hâlâ orada. O eski çaycı, senin yarım bıraktığın bardağı masadan alırken göz göze gelişimiz geliyor aklıma. O sokak lambası, altında saatlerce konuştuğumuz, senin elini avuçlarımın içinde tuttuğum anları saklıyor.
Bir de köprü var… Her şeyi geride bırakıp yürümek istediğim ama her adımımda geri dönüp baktığım köprü. Ayaklarımın altındaki taşlar, ay ışığının suya vurduğu an, o gece senin suskunluğun geliyor gözümün önüne. O suskunluk ki içimde yankılanıp duruyor, şehrin en eski yapısı gibi zamana meydan okuyor.
Şehirde rüzgâr eser bazen, eski sayfaları çevirir gibi… Senin kokun karışır o rüzgâra, sesin savrulur sokak aralarına. İnsan bazen kendini kaybeder ya bir şehrin içinde, işte ben de öyle kayboluyorum sende. Adımlarım nereye gitsem seni buluyor, gözlerim nereye dönsem seni görüyor.
Unutmak mı? Belki yollarını bilmediğim bir şehirde mümkün. Ama bu şehir, benim hafızamdan inşa edildi. Senin adınla yankılanan bir şehirde seni unutmak, hiç mümkün mü?