
-Ben yine de peşin peşin
söyleyim, demişti.
Bana
güvenmiyordu. Yüzüne kızgın kızgın baktım. Ama sinirli olduğumu yüzüne
vurmadım. Sadece on milyon yol parası vermişti. Dünya acayipleşiyordu, sanki
hayatım küçülüyor gibi geliyordu. Bir çemberin içinde dönüp duruyordum. Sanki
dün, bugünle aynıydı.
Giderdim tabi,
gidilmeyecek ne var. Koskoca adam kaybolur muydu hiç? Sora sora bırakın
Bağdat’ı; Antartika bile bulunurdu. Bu lafı bana o söylemişti. Gözlüklerinin
altından baktı, gözlüklerini çıkarıp gözlerini ovuşturdu.
-Al bakalım bu paran, bu liste de
alacağın malzemeler…
-Tamam.
Arkama bile
bakmadan dükkândan çıktım. Adam bir hayırlı yolculuklar bari derdi. Yok,
demedi. Onun bir insan mı yoksa taş mı olduğunu düşündüm. Yok anam, insan olsa illaki bilirdim. Bu olsa olsa duvardı.
Ana yola doğru
çıktım. Kendimi bildim bileli o vardı hayatımda…
Minibüse işaret
ettim, durdu. İçeri girdim. Pis bir koku geldi burnuma. Ya birisi kusmuştu minibüse, ya da daha kötü bir şey… Boş bir yer
buldum, oturdum. Gideceğim yere daha bir saat vardı. Cebimi yokladım. Para hala
cebimdeydi. Bir de parayı kaybedip o adamla münakaşa etmek istemiyordum. Zaten
hayatımda yapacağım en son şey o adamla münakaşa etmekti. Yanıma bir kadın
oturdu. Başı örtülü, beyaz tenli bir kadın. Camdan dışarı bakmak istemiyordum.
Hep aynı manzarayı göre göre bıkmıştım. Muavin
midir nedir adamın birisi ikide bir koridordan geçiyordu. Yanımdaki kadın
ikide bir bana bakıyordu. Şoför sinirli sinirli dikiz aynasından bakıp
duruyordu. Arkada bir de çocuk ağlamaya başlamıştı.
Bu sıkıcı
manzara içinde başımı arkaya yaslayıp biraz uyumaya çalıştım. Artık derin bir
uykunun içindeydim.
***
Bir ara dayımın
oğlu aramıştı beni.
‘’Atla gel yanıma.’’ Demişti.
İyi atlayayım
da hangi parayla. Zulada kötü günler için ayırdığım bir elli Euro vardı. Aman be!
Koy kıçına gitsin. Aldık o parayı düştük yollara. (Valiz hazırlayacağım diye
canım çıktı.)
Küçük bir
valizle çıkarsın yola. İnsanlar, ağaçlar ve bulutlar görürsün. Kilometreler aşarsın.
Vasıtalar değiştirirsin (dünyanın parasını dökersin otobüs, dolmuşlara). Dayı oğlunun
evini biliyorsun ya. Apartmanda oturuyordu kerata. Yeni evli. Daha çocukları
bile yok. Yenge hanım tanıdık çevreden değil, yabancı. Bizim oğlan askerdeyken
tanışmış, evlenmişler. Dayı oğlu Nahit iyi çocuktur (tüh adını söyledik be! Benim
suçum değil sen kaçırdın.)
Nahit güvenlik
görevlisidir. Özel ve büyük bir şirkette çalışmaktadır. Allah’a şükür parası
iyidir. Küçükken can yoldaşımdı Nahit. Dayım ölünce bir yadigâr o kaldı.
Zile bastığımda
karşıma Nahit çıkmadı. Tanımadığım bir bayan çıktı. Yenge hanım da değildi bu.
-Afedersiniz Nadir neredeydi? Demişim.
Ulan ilk defa dil sürçmesi yaşadım desem yeridir. Herhalde içeriden gelen
keskin kurabiye kokusundan olacak ki, açlığım da cabası! Tıpkı Matrix filminde kâhinin
yanına giden Neo gibi kurabiye kokusundan kâhine ne söyleyeceğimi şaşırdım
birden. Kâhinin yaptığı o kurabiyeler kim bilir ne güzel kokuyordu, tıpkı şimdi
burnuma gelen kokular gibi. Tadı nasıl lezzetliydi kim bilir?
‘’Bu kurabiyeleri yedikten sonra,
kendini bir kuş gibi hafif hissedeceksin’’ demişti Kâhin.
-Pardon Nahit Bey diyecektim.
-Siz nesi oluyorsunuz Nahit Bey’in?
-Ben bir misafiriyim? Saçma bir
cevaptı kabul ediyorum. Kadının sorduğu sorunun cevabının bu olmadığının
farkındayım ama böyle söyleyiverdim işte.
-Onlar bir üst kata geçtiler
efendim.
-Teşekkür ederim.
Allah Allah! Aynı
binada neden yer değiştirdi ki bu Nahit?
* * *
-Kalk artık geldik, hişt
kalksana!
-Ne, geldik mi?
-Yok daha yoldayız! Hadi delikanlı
seni mi bekleyecez?
Gözlerimi ovuşturdum.
Muavin önümden çekildi. Ayağa kalktım minibüs bomboştu. Camdan dışarı şöyle bir
baktım; hiç de dışarısı otogar gibi görünmüyordu. Biraz şaşırdım. Uyuduğumdan olacak
ki, başka bir yere gelmiştim. Minibüsten indim. Serin bir rüzgar yüzüme çarptı.
Şöyle bir etrafa baktım. Ama olamaz, sanki başka bir yerdeydim. Tam yürüyecektim,
karşımda bir adam gülerek bana bakıyordu. Orta yaşlarda kafasının yarısına
kadar kel, ama hiç beyaz teli olmayan bir adamdı bu. Gri bir ceket vardı
üstünde, altında kot pantolon. Yeni traş olmuş olacak ki bıyıksız yüzü güneşte
parlıyordu. Sonra ellerini iki yana açarak beni bir kucakladı ki, şaşkınlıktan
ne yapacağımı bilemedim.
-Hoş geldin evladım, yavrum
benim. Dedi babacan bir sesle.
-Dur amca ne yapıyorsun?
-Dur bir bakıyım; iyi gördüm
seni.
-Bir dakika amca noluyo ya!
-Hadi len! Yemezler artık bu
tanımıyorum şakasını.
Adam beni tanıyordu hâlbuki oysa
ben onu hiç tanımıyordum. Bir ara elimi cebime attım. Param cebimde yoktu. Eyvah!
Ben uyurken parayı çalmışlar.
***
-Nasıl yanı babanı tanımadın mı
oğlum?
-Valla tanımadım!
-Peki, paran cebinde miydi?
-Hepsini baştan anlatayım bari.
Ben o gün şehre giderken. Minibüste öyle bir uyumuşum ki, hem rüyamda babamı
tanımamışım, hem de paramı çalmışlar zannetmişim. Uyandığımda minibüste kimse
yoktu. Otogarda kapısı açık duruyordu minibüs. Minibüsten çıktım dışarı karşıda
çay ocağı gibi bir yerde oturan şoförle yanındaki iki adam beni görünce gülmeye
başladılar. ‘’oo günaydın abicim.’’ ‘’iyi uyudun mu?’’ diyerek. Adamlara saat
kaç diye sordum. Vakit çoktan geçmişti. Gittim acele acele patronun
siparişlerini aldım. Akşam son minibüse zor yetiştim valla.
Dayıoğlu
önümde, yenge hanım mutfakta kahkaha ile gülüyorlardı. Sonra yenge hanım elinde
bir tepsiyle muftaktan geldi. Çay bardaklarının yanında bir tabak dolusu
kurabiye vardı.