Öyle bir sabah uyanmıştım ki.
Yine iş güç vardı. Yaz mevsiminin en güzel günleriydi. Ne öyle kavurucu
sıcaklar vardı, ne de öyle zamansız serinlikler. Sanki bu, bir hanımefendi kadın gibi geliyordu bana. Terbiyeli,
güzel, az konuşan, çekingen bir kız gibiydi yazın bu günleri. Ellerinde çay tepsisi ile bana doğru
geliyordu. Beyaz bir gömleği altında krem rengi bir eteği ile. Gülümsemesine
bakmak sanki başını kaldırıp aniden güneşe bakmak gibiydi. Birden bütün
ışığıyla gözleri kamaştırıyordu. Getirdiği çaylar berrak, kıpkırmızı ve dumanı
üzerindeydi. Kuş sesleriyle, bahçede yeşillikler içinde bembeyaz, kenarları
işlemeli bir masada oturuyordum. Aşırı hiçbir şey yoktu.
***
Öyle bir sabahtı ki o sabah;
güneş daha doğmamıştı. Gün yeni yeni ağarıyordu. Çok hafif bir rüzgar ağaçların
başını okşuyordu. Hava bulutsuz sayılırdı. Doğudaki tek tük bulutlar hariç. Ta
uzaklardan tren sesi geliyordu. Her yeri bir toprak kokusu kaplamıştı. Kulağıma
gelen bir başka ses de kuşların sesiydi. Daha çok serçe sesleri. Cızırtılı radyomdan
güzel bir müzik çıkıyordu. Tanımlayamadım hangi
şarkı olduğunu ama hoşuma giden bir melodiydi.
Yatağımı kaldırdım. Odamdaki dağınık
eşyaları düzelttim. Pencerem açıktı zaten. Bu kez de o büyülü iğde çiçeği
kokusu odama dolmaya başladı. Güneş bir parça doğmuş, ışığı bir parça karşıki
duvara vuruyordu. Çabucak kahvaltımı yaptım. Üzerimi giyinip dışarı fırladım. Ellerim
ceplerimde, kendi kendime şarkılar mırıldanarak yola koyuldum. Güneş iyice
doğmuştu. Bir nur gibi üzerimdeydi. Biraz serin olan ortalığı, birden
ısıtıverdi. Seher vakti malum serin olur. Yürüdüm, yürüdükçe yürüdüm….
***
Kendini tanı deniyor her yerde. Bilmiyorum
ki bu işin usulü nasıldır. İyi de insan kendini nasıl tanıyabilir? Bir yalnızlık,
hüzün sevdası aldı başını gidiyor. Ne yapacağım ki ben yalnız kalınca. Bir zaman
sonra yalnızlık bile bunaltıyor insanı. Nasıl mı fark ederiz? Belirli bir süre
herkesten uzakta yalnızlığa çekilirsin, uzaklaşırsın tüm yakınlarından. Yaşadığın
yerde hiç tanıdığın olmaz. Sadece bomboş yüzleriyle insanlar sana bakar.
Sonra yalnızlıktan ilk şikâyet
ettiğin an, işte o zaman yalnızlık seni bunaltmış demektir.
Sana ‘’nasılsın?’’ diye
soranlara, ‘’Eh, iyi!’’ diye kaçamak bir cevap verdiğin an ise yolculuk yapma
vaktin gelmiş demektir. Uzaklarda bir yakının varmış, isim vermek istemiyorsun.
Şehrin ismini de söyleme. Ama şöyle yemyeşil bir şehir. Havası da hoş. Bol yağmurlu
da…
Ama korkuyorum işte. Şu an tam
topun ağzındayım desem yeridir. Her türlü insanın binlerce imtihandan geçtiği
şu dünyada; bu sonu gelmez yolda çakıldım kaldım olduğum yere. Oysa tek
istediğim sadece biraz sevgiydi. Şimdi nasıl? Bir ara maneviyat dolu bir dünyam
vardı, şimdi o da kalmadı. Gençliğimin en güzel denilebilecek yıllarında yalnız
ve melankolik bir şekilde yaşıyorum.
Benim yalnızlığım öyle artistik
yalnızlık triplerine benzemez. Komple kalabalığın içinde odasına kapanarak
yalnız kaldığını düşünen ergen hallerine benzemez! Benimki ölümcül ve kahredici
bir yalnızlık. Gerçek yalnızlık…
Ne yapsam, nereye gitsem hiç
bilmiyorum. Ağlasam diyorum; kalbim o kadar katılaşıp o kadar sahipsiz kaldı
ki!
Yine de gözlerim izler dünyayı. Hayret
ederim bir bebeğin yaşama gayretine. Hayranlıkla izlerim top oynayan çocukları.
Dünya yine de döner durur aldırmadan. İnsanların yüzlerine bakamam; aynada
kendi yüzüme bakamadığım gibi. Bakamam çünkü; düşüncelerim uzar gider boyutlar
ötesi… Cehennemi doldurur karanlık yüzler. Bir saniyelik acısını duyarım. Yüz senelik
hüznü çöker omuzlarıma.
Ölümü düşünmeden duramam arada
bir. Ama öyle kafa tutar gibi konuşamam. Korkarım yine de ölümden ne yalan
söyleyim. Böyle bomboş gitmekten korkarım.
Kendimi bomboş hissediyorum. Sadece
yiyip içen ve kısaca bedensel ihtiyaçlarını gideren bir yaratık gibi görüyorum
kendimi. Toprağın kokusunu bile unuttum. Seher vakti nasıldır? Nasıldır sabah
ezanı? Kuşluk vakti secdeye kapanmak nasıldı?
Bu acı soruları sormak ister
miydim bilmiyorum. Sevgi nasıldı? Aşık olmak nasıldı? Unuttum yıldız kokan
akşamları. Gözyaşları dökmek masmavi denizlerde. Bir damla sevgiye muhtaç
yaşarken böyle, bir gülümseme hissetmek umutsuz yarınlara inat!
Herşey bundan ibaret işte. Ölmeden
mezara girmek böyle bir şeymiş. Anıların yansımasıyla avunuyorum şimdi.
Ruhum çoktan bedenimi terketti. Kuru
toprakları canlandır Allah’ım. Bir damla merhamet ve bir damla sevgiye muhtaç
kalbimi canlandır.
NOT: (Bu yazımın ilk kısmı tahmin
ediyorum 2003 ya da 2004 yılında henüz memur olup memleketten çıkmamışken;
dedemin evinde yaşadığım zamanlar yazmıştım. İkinci kısmı ise memur olup uzun
yıllar tek başıma yaşayıp ıssız bir köyde görev yaptığım sıralarda devam
ettirmişim. Zıtlık başlığı ordan geliyor işte.)