Tehir etmem gereken düşlerim var ve
üşengeç ruhumla salındığım düşüncelerim var.
İfrata kaçmadan seviyor insanlar
bense faiziyle yükleniyorum insan sevgimi alın terimde muhafaza ediyorum
sevmeyi sevilmekse rücu ettiğim bir varsayım ihtimaller dâhilinde olsa bile
sevilmeyi görmezden geliyorum tıpkı insanların beni görmezden geldiği gibi.
Hicap yüklü yufka yüreğim ve üstüne
serili o atlas yorgan bense d/üşüyorum üstelik aralıksız.
Temmuzun sıcağında dahi erimiyor içimdeki
buz dağı belki de Freudien teori sayesinde ayakta kalıyorum ve asılı kaldığım
göğün de menkıbesi her sevdiğimde tutarsızca yatak döşek olan sözcüklerim
üstelik asla telaffuz edemediğim.
Hırpani gölgeler var biçim değiştiren
ve şerit değiştiren duygularım.
Öznemse hem sakar hem gizli ama özlemim
pek bir aşikâr.
Şehrin ışıkları uykulu gözlerle seyre
dalmış gökyüzünü ve devreleri bozulmuş bir aygıt gibi telefon da çekmezken ben
de biliyorum hani çekilir olmadığımı belki de kurada çıkan bir hediye bir
servet gibi kulağıma kurşun deyip de kurşun ağırlığındaki varlığımla bazen
kurşun dökmek istiyorum hayatın üstüne.
Nemli bir gece ve de mevsim.
Nazenin sözcükler pek bir endamlı ve
kulvarında at koşturuyor duygular nihayetinde infilak ediyorum ve yeniden
yazıyorum hikâyemi.
Pas tadı var dilimde ama dilimi
ısırıp yeniden başlıyorum dua etmeye ve gecenin kemeri nasıl da sıkıyor mehtabı
ve şerh düşülesi bir ışık olmayı diliyorum bazense sönmek ve solmak.
Hüznüme rakip gece bekçileri ve
seslerin nereden geldiğini çözemiyorum ve bir düdük sesi ve bir tane daha ve
asılı kaldığım zemheride alıyorum da boyumun ölçüsünü ve sadece d/okunmak
istiyorum.
Masa üstümdeki o idare lambası iyi de
milenyum çağında olacak iş mi ve ayaklarım geri geri gidiyor adeta bulunduğum
zaman ve mekândan uzaklaşma gayreti içerisindeyim ve içerlediğim insanlar var
belki de imha etmek istediklerim hani küçük bir çocuğa uzanan eller gibi ya da
yuvasını yapan dişi kuşların katledildiği.
Nereden girdimse bu konuya elbet
zihnimin asma katında semiren bir acı gibi ve iflah olmaz kimse idame ettiğim
şehrin sınırlarından uzaklaşma isteği ile dolu.
Ziyan olmuş hayatları nasıl
tutacaksam artık nabzını derken nabzımı almaz oluyorum ve anlıyorum ki; her
anlamda firar ettiğim zaman ve mekânın da iz düşümü söyleyemediklerim…
Gecenin sessizliğini b/ölen siren
sesleri artık gecenin bu kör vaktinde bile trafiğin eksik olmadığı şehir
sokakları.
Artık devriye arabası da sık sık
geçmiyor sokaktan elbet pandemi sürecini şimdilik atlatıp da herkesin rahat
nefes aldığı.
Nefesim daralıyor ve çoktan düşmüşüm şehrin
sokaklarına üstelik bedenimle değil ruhumla eşlik ettiğim boş sokaklar ve
kaldırımlar.
Bazen küçük bir çocuk gibi
mızmızlandığım ve yaşıtım olan insanların da fersah fersah uzağında iken.
Teşhir edilmeyen ne kaldıysa artık ve
kimin artık saklayacak bir şeyi olmadığı gibi özelini ulu orta yere serenler.
Tebaası sessizlik ve yalnızlık olsa
keşke şehrin ve tema’sında saklı renkler ve çalı süpürgesi saçlarıyla bir cadısüpürgenin
üstünde uçup şehri ve insanları birbirine katıyor sonra da katıla katıla gülüyor.
Şehir efsaneleri gerçek oluyor belki
de ve gecenin tok sesinde yankılanan bir çığlık.
Geceyi kürediğimiz günü çoktan
uğurladığımız ve artık kimin ne sıkıntısı varsa paylaşmak adına elini uzatıyor
birileri tutsun ve illa ki dokunsun diye.
Mağdur kadınlar ve terk edilmiş
çocuklar ve hayvanlar cenneti sözüm ona ahvalimde saklı iken sırlar ve
yalnızlığı ile şerh düşenler.
Mevsim yaz ama soğuk yüreklerde
sıcaktan ve sevgiden eser yok.
Düşe kalka büyüyen çocuklar ve
düştüğü yerden kalkmaya mecali olmayan insanlar.
Şehir hep de olduğu gibi ve
kuytularda gezinen kayıp ruhlar ve gölgeler şehri elbet gündüzünü
kalabalığından ve gürültüsünden eser yok yine de barlarda olsun kafelerde olsun
son sürat eğlenmeye devam etmekte insanlar ve güçlü bir sinerji hissettiğim
elbet dokunulmazlığında gecenin karanlığına sığındığım bazense yere göğe
sığamadığım ve şehir ile bir atan kalbim.
Hüzün ve de muadili.
Hazan’sa çapraşık bir eksende fink
atmakta elbet yaz gecelerinde saklı o nüans bazense doku ve duygu kaybında
yeniden doğmak için gün sayıyor insanların çoğu.
Evlerin ışıkları tek tek sönmüş yine
de isyankâr gölgeler asla taviz vermiyor yaptıkları gürültüden ve şehrin
dokusunda sıralı düşler bazense kâbuslar.
Cehalet yüklü kimisi ve ahir zamanda
tutanaklara geçiyor her şey.
Her şerde bir hayır vardır, deyip de
yola düşenler bir de hayır, demesini beceremediğimiz ve her onay verdiğimizde
kötülüğe ve zulme bizlerin de peşinen ortak olduğumuz.
Kim olduğumun asla önemi yok çünkü
tek önem arz eden insanları bir arada tutan güzel duygular ve işte kalıbının
adamı hayaletler zincirleme kazaya sebep oluyor aslında unutulmuş ve
boşaltılmış bir şehir gibi İstanbul için için de kaynamakta be yanmakta ve
şehrin sevdalısı bir şehir sakini olarak bir yıl öncesini bile arıyorum ya da
on sene evvelini.
Kılığımın kıyafetimin de önemi yok
yine de çevresine saygılı bir insan olarak kürk yakalı mantomla dolaşmaya
başlıyorum Temmuz sıcağında ve dünde kalmış trafik polisleri sadece bir anı
mazimden yine de istikrarla arıyorum eski günleri ve mazim iken delik deşik
edilen aslında biliyorum da kırılmış ve katlanmış yüreğimin isyanını.
Anlatmak istediğim çok şey var belki
de ilk etapta anlaşılmayı talep ettiğim ve yolum inanılmaz uzun ve hala
kulağımı çınlatıyor siren sesleri.
Boş sedyeler doluyor ve gecenin
sessizliğinde şehir ve insan uykusunda olup acılar yüklü bir yola düşüyor.
Rengim beyaz ve pembe ve değil
terlemek nasıl da üşüyorum ve cadının süpürgesi ile şehri süpürdüğünü farz
ediyorum ve farazi ne kadar ihtimal varsa peşine düşüyorum hayallerimin.
Anlatmak istediğimden de fazlası dile
gelmeyen ve yürek atışım yavaşlıyor bense içimi çekiyorum ve bir içimlik bir
şiiri yolcu edip hikayeler alıyorum kaleme en çok da bilinmezin nazarında
bilindik ne varsa illa ki unutmaya programlanmışım.
Lale devri ömrün dünde kalan.
Duraklama dönemi ise az zaman evvel
vuku bulan.
Elbet gerileme devri ile Osmanlı
imparatorluğuna nazire yapıyorum ve bir köşede unutulmuşluğum üstelik ne
insanım ne de şehir ve işte şehrin düğmelerini ilikliyorum ve yüzü suyu hürmetine
İstanbul’un benim de iki yakam asla bir araya gelmiyor…
Kulağıma gelen telsizin sesi belli ki
birileri taviz veriyor yaşamaktan ya da unutulmuşluğu ile isyan ediyor evrene.
Günü torbaya koymak bu olsa gerek ve
gecenin freni boşalıyor bense ağır adımlarla yürüyorum.
Alt belleğimde saklı ne varsa.
Defolu ruhumdan sızan bir acı gibi açıölçerimle
hesaplıyorum hayata açtığım pencerenin boyutunu ve teneffüs ettiğim hava
fazlasıyla ağır geliyor.
Ve işte direksiyonun başındayım ve
yanımdaki sağlık görevlisi işaret ediyor.
‘’Nasıl yani?’’
‘’Yanlış yerde oturuyorsun, dostum.’’
‘’Bu asla mümkün değil hem az evvel
siz değil miydiniz?’’
‘’Elbet bizdik ne de olsa vaktin
dolmuştu.’’
‘’Çok soğuk ve ben üşüyorum ve siz
ter içinde kalmışsınız. Bunun bir açıklaması olmalı.’’
Adam bıyık altından gülüyor.
‘’Bir kereliğine sürebilirsin
ambulansı ne de olsa senin gecen, dostum.’’
Elbette benim gecem üstelik her gece
benim gecem ve ait olduğum bir dünya yoksa yoksa…
‘’Bu gecenin ne farkı var ki?
Teşekkür ederim bu arada ne de olsa hız yapmak vazgeçilmezim. Daha demin son
hızla arabayı sürerken…’’
Sesim çıkmıyor ve görüntüm kayboluyor
ve hiçbir şey hissetmiyorum.
Ambulansın arkasındaki doktor
sesleniyor.
‘’Ölüm saati 3:45.’’
Tam da yola çıktığım saat üstelik
gece karanlığında kim görebilir ki hız limitini aştığımı?
Derken inanılmaz hafifliyorum ve
üşümem bir anda son buluyor.
Şehirse hep aynı hep üzgün hep yaralı
hem kalabalık hem yalnız…
Ruhumdaki çizikler kapanıyor ve
kanamam sonlanıyor ve hissettiğim o acı da elbet gaipten gelen korkum da hız
kesiyor.
‘’Sakin bir geceydi, değil mi
doktor?’’
Direksiyonun başına geçen adam
cesedimin yanı başındaki doktora sesleniyor besbelli.
‘’Sakin mi sahiden de?’’
Sahici bir acının yerini ne mi tutar?
Elbet buna karar verecek olan sizlersiniz…