Toprak Kokusu...





‘’Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar
deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan
havayla ışıkta… (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)
Bütün belleğimdekileri yok ettim. Elektrikli bir aygıtıyla yaktım,
jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül
edip savurdum.

Adımdan gayrısını bilmiyorum.’’(A. Telli)

Düş gömütlerinde saklı bedenim ve bir yenilginin perde arkasına saklandığım doğrudur, azizim.

Sözcüklerim vardı az evvel ve göğün dantellerine dikiliydi gözlerim.

Yalnızlıkla hemhal ve bana yarenlik eden o tanrısal boşluğu tek lokmada soktum içime.

Alyuvarlarım beyaza dönüştü.

Akyuvarlarım kanlandı.

Yüreğin titreşiminde çatladı yeryüzü belki de dünün yorgunluğu idi bedenimi terk etmeyen ve ben üşenmeden severken insanları ansızın fark ettim ilk günden beri terk edildiğimi.

Önce babam gitti onun öncesinde çocukluğum yitti.

Mahremdi dolunay.

Bense bir Yıldız olmanın unvanıyla sokulduğum dibine mehtabın ve tüm düşlerim bozguna uğradı.

İlk defa bu kadar yakınlaşmıştım ay dede ile ve onun da diğerlerinden farklı olmadığını fark ettim aslında fark edilmeyen göğsümdeki o devasa yarıktı beni diğerlerinden farklı kılan:

Bir ben vardı.

Bir de benden öte biz olma arzusu.

Sevebildiğimin verdiği haz ile yaşamıştım bir ömür sonra çınladı kulaklarım. Arsız bir gölgeydi yakamdan düşmeyen ve yalnızlığın kütlesel ve kitlesel hicabı.

Biz olmanın meşrebi değil miydi oysa sevgi?

Sevginin bir anlam ifade etmediği yanılgısını kabul etmedim ve sevdiğimden fazlasını sevebileceğimi fark ettiğimde kendime düşman kesilmiştim ve anlamıştım ki insanların arasındaki o ayraçtı herkesi birbirine düşman kılan.

Kanıyordum oluk oluk.

Benden arda kalan bir avuç yıldız tozu nihayete erdiğimde oysaki yeni başlamıştım ben mademki hünkârıydı duyguların sevgi hükmeden yasaya da karşı gelmeden karıştım insanların arasına ve bir karış uzamadan boyum kendimi bir uçurumun dibinde buldum ve kimin ittiğini anlamama fırsat olmadan geç kalmışlığımın verdiği pişmanlıkla gözyaşlarına boğuldum belli ki Tanrının da uzağındaydım.

Bu yalnızlığı sırf ben mi hak ediyordum?

Sevenin sevdiği kadar sevileceğine hükmetmişken bir ömür.

Yaşlarım hız kesmiyordu eşlik edecek bulutları geç fark ettim ve üstüme yağan nuru da…

Demek ki Yaratan ile buluşmama az kalmıştı ben her ne kadar uzak addedilmiş olsam da evrenden beni kutsayan Güç yetişmişti işte yine bana.

‘’Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen.’’(Alıntı)

Sahi, bunu kim demişti ilk okuduğumdan beri beni terk etmeyen bir sözcük yığını?

Yıkıntı olduğumu sandığım anda başımı okşayan huzurun çağrısı oysaki içimdeki ağrıyı kanıksamıştım öncesinde.

Yakıtımsa hüzündü işte.

Ben çağlıyordum ve yağmur git gide arttırıyordu şiddetini tam da ayağa kalkıp hamle yapacaksam açtım gözlerimi iyi de gözlerimin kapalı olduğunu henüz fark etmiştim ve kopan alkış tufanına şaşkınlıkla baktım.

Baka kaldığım.

Bakaya kalan duygulardan bir dünyanın g/örüntüsüne uyanmıştım oysa ve sahnenin ortasında başımdan aşağı yıldızlar ve konfetiler yağıyordu ve devasa bir piyano idi bana eşlik eden ve salon alkıştan yıkılıyordu.

Çaldığım melodiler hala kulaklarımdaydı.

Ne yani, her şey bir düşten mi ibaret idi?

Bir düşse gördüm an itibari ile hissettiğim miydi yani gerçek olan derken perdenin arkasından bir hayal belirdi ve bana doğru yürümeye başlamıştı.

Neydim ben ya da kim?

Kümelenmiş yıldızların ortasında terk edilmişken üstelik dolunay bile beni görmezden gelirken…

Bir anda sahne ışığa boğuldu.

İçimdeki tekerleme susmuştu bense verdiğim resitalin etkisinde iken bir reverans ile elimi tuttu bana yaklaşan o hayal ve ellerimi tuttu ve parmak uçlarıma dokundu usulca.

Piyanonun fildişi tuşlarında yaptığım yolculuğun bir adım sonrasında insanlar beni nasıl da takdir ediyorlardı oysaki ben hep kendimi taklit etmiştim asla da ödün vermemiştim doğru bildiklerimden ve derken sahne karardı.

Ben yeniden açtım gözlerimi.

Şimdi ise kocaman bir sınıfın ortasında sıra arkadaşlarımla yan yana oturuyordum ve öğretmen parmağı ile beni işaret etti ve öğretmen kürsüsüne doğru ilerledim bu sefer üstelik tüm sınıf beni alkışlıyordu.

Olup bitene bir anlam verememiştim ama görünen oydu ki; bir ömür dilediğim sonunda gerçek olmuştu ve tüm dünya beni nasıl da seviyordu. Sonra yeniden kapattım gözlerimi ve burnuma toprak kokusu geldi bu sefer üstelik yağan yağmurla toprağın kokusu daha da baskın çıkmıştı ve insanların sesleri geldi kulağıma bu sefer ama hayli uzaktan geliyordu sesleri ve nerede ise herkes hıçkıra hıçkıra ağlayıp burnunu çekiyordu.

Ne mi hissediyordum?

Sadece huzur.

Sadece hafiflik üstelik üzerimde tonlarca toprak atılmışçasına dipteydim ve kalbimin ağrısı çoktan geçmişti.

Karanlığın içinde bir ışık yanıp sönmeye başladı ve yağan nurdan sadece ben nasipleniyordum.

Küçük bir kız çocuğunun inleyişine tanık oldum ansızın:

‘’Anne, bırakma beni.’’

Başka sesler de geliyordu kulağıma:

‘’Çok yazık oldu.’’

Kime yazık oluyordu ki? Ya da kimdi o ağlayan çocuğun annesi?

Yattığım yer çok dardı ama ansızın peyda olan koridor adeta beni içine davet ediyordu.

Üşümem gerekiyordu ya da bu sıcaklıkta terlemem.

Belki de ağlamalıydım ben de diğerleri gibi…

Hani, beni asla aralarına kabul etmeyen o kalabalık onca insan ama artık bunlar benim için bir anlam ifade etmiyordu ve bulunduğum yerden o kadar memnundum ki.

Üstelik birilerinin beni anması ya da kabullenmesi çok anlamsızdı bu saatten sonra ve beni çağıran o sese yöneldim: hayatımda hiç olmadığı kadar huzurlu ve mutlu ve nasıl da sakindim derken uçmaya başladım tabiri caizse ayağımın altındaki toprağı hissetmiyordum hatta üzerimdeki toprağı da ve insanların seslerini artık duymaz olmuştum.

Hep dilediğim olmuştu işte.

Tüm dünya nüfusundan da etkin olan bir sevgi içindeydim ve huzur ve kanıksadığım her şeyden uzaktım artık.

Bir Yıldız olarak dünyaya gelmiştim ve bir yıldız gibi de parlamıştım sahne ışıkları arasında.

Ve sayısız arkadaş edindiğime nasıl da emindim bir ömür ve işte geldiğim nokta…

Huzurun adresi idi artık bulunduğum minval ve beni birilerinin sevmesinden ve kabullenmesinden çok daha önemli bir duyguydu kabul gördüğüm İlahi Makam.

Bir ömür dilediğimden de fazlasıydı an itibari ile kabul gördüğüm ve gözlerim ardına kadar açıktı elbette kalbimin gözü üstelik yaşarken de haiz olduğum o kalp gözü ama insanlar tarafından dışlandığım ve benden haz etmeyenlerden dolayı çektiğim sıkıntılar çok geride kalmıştı.

Toprak kokusunu ise hep sevmiştim ve yağan yağmur nasıl da rahmet yağdırıyordu.

Sadece gülümsedim asla da solmayacak bir gülümsemenin eşliğinde artık açmıştım işte bir çiçekten öte bir enginlik ki tarifi imkânsız üstelik artık birilerine bir şeyler anlatma ihtiyacı hissetmiyordum önceki hayatımda olduğu gibi.

Mademki beni bilen biri vardı.

Üstelik yaşadığım sürece de O değil miydi beni tek bilen?

Sonunda ulaşmıştım işte olması gereken noktaya işin ilginci dünyada da haiz olduğum bu makamın gerçek olduğunu kimselere inandıramamışken…

 

 


( Toprak Kokusu... başlıklı yazı GÜLÜM-ŞİİRİN TEK H/ECESİ İKEN AŞK... tarafından 5.05.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu