Bir durum, olay, eylem, tercih,
hareket, girişim, sonuç ve sorunu belirleyip çözümlerken ve maddi gerçekliği
ararken; ilk aşamada bilimsel-deneysel bilgi, birikim, deneyim, gözlem, teori,
ilke, yöntem, akıl, vicdan, mantık v.b. sosyal nitelikli donanımlara
ihtiyacımız vardır.
İnsan ve hak merkezli yorum, hüküm ve
kuşku içinse; tüm bu donanımlara yön ve vicdani kanaat tayin edebilecek
filtreler gereklidir. Bu süzgeçlerden geçmeyen bir sonuç, muhakeme, kuşku ve
karar; noksandır, aykırıdır, ihlaldir ve izaha muhtaçtır.
Bilincimizle yoğurup, duygularımızla süsleyip, fikir tepsimizle
sunduğumuz tüm zihinsel ifadelerimiz; denetlenebilir, yanlışlanabilir,
sorgulanabilir, erişilebilir, tekrarlanabilir ve şeffaflık niteliklerine sahip
olmalıdır. Aynı zamanda devamında, bizde
ve hitap ettiği çevrede; coşku, sevinç, umut, heyecan, güven, azim, sabır,
kararlılık, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık v.d. erdemler zincirini
tamamlamalıdır.
Zihinsel performans azığımızı bu bilgiler doğrultusunda tedarik ettikten
sonra, artık insani yolculuğumuza iç huzuru ve güvenle devam edebiliriz. Yalnız
başına dar bir mekânda ömür sürdüreceksek eğer, elbette bu donanımların tamamı
gerekmeyebilir. Yaşam alanımız genişledikçe; ödev ve sorumluluklarımız da
katlanmaktadır.
Evimizde yalnız yaşıyorsak; bir bireyiz. Bir aile ortamındaysak, aile
birliğinin bir parçasıyız.
Mahallede hemşehri, işyerinde personel, dernekte üye, ülkede bir yurttaşız.
Yurtdışına çıktığımızda artık yeni bir dünya vatandaşıyız. Halka ve daireler
büyüdükçe; sorumluluklar, uymamız gereken kurallar, riskler, yasalar ve normlar
çeşitlenerek artmaktadır.
Kamu sektörü ve özel sektörden sonra, üçüncü sektör olarak tanımlanan,
sivil toplum kuruluşlarının; yaşamımızın ve kamusal alanın daha verimli ve
sürdürülebilir olması için, etkin bir görev yüklenmeleri, sosyal denge için
gereklidir. Örgütlü toplum; hukukun üstünlüğüne bağlı, anayasal hukuk
devletinin, milletle koordineli ve barışık görev icra etmesini sağlayacaktır.
Sivil toplum hareketinin sınırları;
yalnızca siyasi parti, dernek ve vakıflar ile kısıtlı değildir.
Yasa ve anayasayla çelişmeyen, kollektif ruh ve dayanışma ülküsüne sadık;
sendika, kooperatif, oda, platform, kulüp, topluluk, kent konseyi, düşünce
kuruluşları, kültür-sanat birlikleri ve benzeri kuruluşlar, toplumsal
dayanışma, bireysel doyum, anlam ve mutluluk arayışımızı da destekleyecektir.
Başkalarına havale edilen, yüklenen sorun ve sorumluluklar; bireyin
beklentilerinin düş olarak kısıtlanması ve kısırlaşmasına neden olacaktır. “Armut
piş, ağzıma düş” devri artık kapanmıştır.
“Ne doğrarsan çanağına, o gelir kaşığına” modunda bir yaşam tercihine
geçmeliyiz artık. Hiçbir ürün, hizmet, sistem ve hak; bizlere süslü bir ambalajla
ve altın tepside sunulmayacaktır. Toplum içindeki gayret ve emeklerimizle;
devleti ve milleti hep birlikte kalkındırmakla eşit mükellefiz. Her yurttaşın;
birikim, ilgi, deneyim, kültür ve mizacına uygun bir sosyal sorumluluk projesi
muhakkak vardır.
Her yurttaş, aidiyetinden mutluluk
duyabileceği; üçüncü adres olarak, üçüncü sektör kapsamında bir kuruluşta,
toplum yararına, kendi gelişimine katkı için, bir etkinlikte bulunmalıdır. Devlet de bu alt
yapıyı özendirmeli ve teşvik etmelidir. Bu bir gönüllü hareket olsa da devlet
mekanizmasında, zorunlu hale getirilebilir. Böylece her yurttaşın, toplumda
takım ruhuyla görev yaptığı bir sosyal ağı olacaktır.
İnsanoğlu; duygusu, düşüncesi, beklentisi, emelleri, davranışları,
algısı, anlayışı, değerler zinciri, mantık algoritması, hırsı, dostluğu ve
düşmanlığı açısından, bilimsel yöntemlerle ve kolayca çözümlenemeyen,
gözlemlenemeyen kompleks bir yapıya sahiptir. Beş kişinin doğru bulduğu bir
tavrı, altıncı kişi olumsuz karşılayabilir. Bir kişinin gerçekten doğru ve
dürüst tercihini, binlerce kişi olumlu görmeyebilir. Bundan dolayıdır ki;
birlikte yaşam, ortak mutabakat metinleri olan; anayasa, yasa, tüzük vb.
normlar, herkesin katılımıyla şekillenmeli ve büyük bir çoğunlukla da
onaylanmalıdır.
Hukukun üstünlüğü, temsilde adalet ve hukuk bilincinin yerleşmediği, tam
demokrasinin işlemediği toplumlarda, yasaların ve anayasanın, yalnızca yasama
organındaki milletvekilleri tarafından yapılması büyük bir haksızlık, meşruiyet
gaspı, hak ihlali ve ahlâksızlıktır. Vekillerin konuya yatkınlığı ve ehliyeti
de mutlaka sorgulanmalıdır. Zira mecliste temsil edilmeyen, seçim barajına takılan
ya da oy kullan(a)mayan milyonlarca insan bulunmaktadır.
Ana rahminde başlayan insani yolculuğumuz; değişik sosyal birliktelik ve
aidiyetlerle, dünya vatandaşlığına kadar genişleyebilmektedir. Dünyalık
serüvenimiz tamamlanıp toprağa karıştığımızda da, bu süreç daha verimli ve
kaliteli olarak, bizden sonra gelen nesillerce sürdürülebilirse, işte o zaman iyi
bir miras bırakmakla anılacağız.
İletişim hataları, davranış bozuklukları, duygu ve düşünce hasarları,
politik zafiyetler, inançların alan dışı yanlış yönlendirilmesi, kültürel
kırılmalar, kalkınma-eğitim ve istihdam sorunları; insani erdemler zincirimizin
paramparça olmasına sebep olmuştur. Bazısı kâğıt üzerinde kalmıştır, bazıları
ise kâğıtta okunmaktan, bulunmaktan bile mahrumdur. İnsanoğlu adeta; çıkıştaki
ışığını göremediği bir tünelde ilerlemekte, her an bir serseri mayına basma
endişesiyle yaşamaktadır. Böyle bir dünya bizim dünyamız olamaz. “En iyisi bu”
diye dayatılıyorsa ve kabul görüyorsa eğer, o zaman biz insan değiliz.
Evrensel insan hakları hareketi bilinci; yerkürede doğan ve yaşam
sürdürmek zorunda olan her insanın aidiyetle ve öncelikle bağlanması gereken,
sosyal bir statü, medeniyet, anlayış ve zihinsel yaklaşım tarzıdır. Mademki;
farklı milliyet, dil, uyruk, ideoloji, inanç farklılıklarımıza rağmen “insan”
kimliği ve tanımında buluşuyor ve anlaşıyoruz, neden evrensel insan hakları
anlayışında dahi firesiz, noksansız mutabakata varamıyoruz? Engel nedir, niyeti ve kuralı bozan nedir,
zinciri koparan nedir?...
Sen önce yerel planda kendi yaptığın anayasayı tam uygulamazsan,
yasaları, amaç/gerekçe ve özüne sadık olarak yorumlayamazsan, iç hukukun bir
parçası olduğunu anayasayla kabul ettiğin AİHM kararlarını uygulamazsan;
anayasayı ve AYM’yi takmazsan, hangi hak
ve yüzle “evrensel insan hakları” nın gereği, gerçeği ve öneminden
bahsedeceksin ki?...
8 saat çalışıp, 8 saatini uykuda geçiren, üç öğün yemek yiyip, beş vakit
ibadet yapan, dizi film, spor gösterisi, kafe ve kahvehanelerde zaman
geçirenler; az da olsa kütüphane, müze, fuar, sergi, festival, laboratuvar,
atölye, inşaat, şantiye, çiftlik, teknopark, ar-ge ve eğitim merkezleri, tarım
alanı vb. mekanlara, unsurlara hiç ilgi duymuyorlarsa; ortak yaşam medeniyetini
nasıl kuracağız? Aydınlanma ve kalkınmayı nasıl başaracağız? Milli bir heyecan
ile barış, sevgi, kardeşlik ve dayanışma ruhunu nasıl canlandıracağız?
Kültür ve bilimsel çalışma deyince yazılı eserlerle pek barışık
olmayanlar; sosyal medya, yapay zekâ ve görsel/görüntülü anlatımlarla yetinmeyi
tercih etmektedirler. Bu bir başlangıç için destek olabilir fakat alternatif ve asıl kaynakları
göz ardı ederek, gerçeklikten
uzaklaşmış oluruz.
Hukuk terazisi; her şeyin ölçüsü, başlangıcı ve belirleyicisidir. Bu
terazi bozulunca, diğer terazi, ölçüm ve kalıpların hiçbir anlamı
kalmamaktadır. Öncelikle; ortak yaşam kültürü ve birlikte yaşam medeniyetinin
bir parçası olarak yolumuza devam edeceksek, hukukun üstünlüğüne bağlı,
bağımsız, yansız, tarafsız yargılama erkini inşa etmiş, güçler ayrılığını
sisteme kazandırmış, demokratik, laik, anayasal, sosyal hukuk devletinin
varlığını hissetmeli, tatmalı ve dokunabilmeliyiz.
Diğer türlü, hukuk güvenliğinden,
hukuki belirlilik ve öngörülebilirlikten, suç-ceza-delilde kanunilikten, yasa
önünde eşitlikten bahsedemeyiz. Yargılama sonucunda, millet adına verilen
kararların da milletle bir alakası da olamaz. Vicdani kanının yerini; maalesef vicdanları karartan ve kanatan kanılar alır.
Hukuk felsefesi, sosyolojisi, metodolojisi
ve hukukun evrensel-genel ilkelerinden yeterince beslenemeyenler; yanılgıların,
ön yargıların, kusurların, özürlerin, hataların, ihlallerin bir parçası
olacaklardır.
Yanlış algılama ve yorumlama hatasını; 1980’li yıllarda gazetede
okuduğum temsili bir hikâye ile metaforik bir mantıkla açıklamaya çalışayım.
Sanırım merhum Rauf Tamer’in Tercüman Gazetesindeki bir yazısıydı:
İki arkadaş sohbet ederlerken,
biri diğerine aniden yumruk atmış. Yumruğu yiyen, kızgın bir şekilde doğrulmuş
ve çenesini ovuşturarak sormuş:
- Ne oluyorsun be adam, ne güzel
sohbet ediyorduk. Durup dururken niye yumruk attın?
- Sen bana ördek dediğin için.
- Yahu nereden çıkartıyorsun bunu?
Ben sana ördek demedim, hem neden diyeyim ki?
- Evet, açıkça, doğrudan ördek
demedin ama “bugün hava çok bulutlu” dedin. Hava bulutlu olunca ne olur? Yağmur
yağar. Yağmur yağınca ne olur; su birikintisi... Su birikintisinde de ördekler
yüzer. O halde havanın bulutlu olduğunu söylemekle, sen bana îma yoluyla ördek
dedin!
Aşırı zorlama bir yorum da insana: “Bu kadarına da pes” dedirtiyor işte.
Kimi insanların alınganlığı,
akıllarıyla orantılıdır. Anlamadıkları her söze kızarlar veya küserler.
Tavır, yorum ve kararlarında; bir mantık zinciri ve nedensellik ilişkisi
yoktur. Çıkarımları ise yaşamın doğal akışına aykırıdır.
Tedirginlik, kuşkuculuk, önyargı,
bilgisizlik ve güvensizlik; davranış bozukluğuna sebep olabiliyor. “Buluttan nem kapmak” deyimi de bu gerçekliği
vurgulayanlar arasındadır. Ludwig Wittgenstein, “kuşku,
sadece haklı gerekçeler var ise meşrudur” der. Yasa ve delil uydurmanın suç sayıldığı
kanunlarımızda; kuşku, hüküm ve iddianın da yeterli, tutarlı, makul ve yasal
gerekçesi olmak zorundadır. “Yasaları bilmemek mazeret sayılmaz” yasa maddesi de; yalnızca yargılananlar için
değil tüm taraflar için geçerli zorunlu kabul edilmelidir. Tüm hukuk mesleğini
icra edenler için bağlayıcı olmalıdır.
Bir
hukukçu, öncelikle mesleğine saygılı olmalıdır. Bağlı olduğu hukuk devletinin
onurunu ve namusunu, ne pahasına olursa olsun korumaktan kaçınmamalıdır.
Hukukun yerel, genel ve evrensel norm ve ilkelerine sadakatten ayrılmamalıdır.
Ve hakkında temsilen/vekaleten görev yaptığı millet ve bileşenlerinin
kazanılmış haklarına her daim saygı duymalıdır, korumalıdır.
Modern, pozitif ve kendine yetebilen ve taşan kalkınmış bir dünyanın; sözü dinlenir
bir aktörü olmak istiyorsak, iç bütünlüğünü sağlamış, küresel dengeleri
keşfeden, kapitalist ve emperyalist çarkların arasına paçasını kaptırmayan
konumda olmamız gerekir. Bu da ancak medeniyet teorilerinin, gündeme alınıp
uygulamasına başlamakla mümkündür.
Japonya, G. Kore, Finlandiya, Almanya
kalkınma modellerini incelerseniz; aynı dönemlerde, farklı ekonomik şart ve
farklı coğrafyalarda ayakta kalma mücadelesi verdik. Ulaştığımız nokta, sosyal,
kültürel, bilimsel ve endüstriyel kalkınma düzeyimizi kıyasladığımızda,
rahatlıkla aynı ligde top oynamadığımızı gözlemleyebiliriz.
Peki neydi bizi o ülkelerin gerisinde
bırakan? Ölçüsüzlük, ilgisizlik, güvensizlik, hazımsızlık, duyarsızlık,
dengesizlik, kuralsızlık, sistemsizlik belirsizlik, özensizlik….. yüzlerce
olumsuz fiili yan yana sıralamak mümkündür.
Biri diğerini tetiklemiş ve doğurmuştur.
Hukukun hakkını verememek, tüm geri
kalmışlığın ana aktörüdür. Hukuk, hakikate ulaşamayınca; adalet değil
kuralsızlık ve keyfilik doğurmaktadır. “Hukuk Aşkı” adlı kitabımda, “yeni anayasa önerisi” hazırlarken; karşılaştırmalı olarak en az kırk
ülkenin anayasa metnini inceledim. En çok dikkatimi çekenler, Almanya ve
Portekiz anayasası olmuştur. Benim taslak Önerim anayasanın, onlardan daha
kabul edilebilir düzeyde olduğunu iddia ediyorum.
Alman Anayasasından bir maddeyi örnek
olarak yorumlayarak, yazımı tamamlamak istiyorum.
Böyle bir
maddeyi; bugün hangi ülke çekinmeden, endişelenmeden anayasasına ekleyebilir?
Çok zor, sorunlu, sakıncalı bir durum. Genel hukuk bilinci ve yüksek düzeyde
demokrasi kültürü gelişmemiş toplumlarda, istismara çok açık bir durum bu.
Federal Almanya Cumhuriyeti
Anayasası
Madde: 20 [Devletin
ana ilkeleri; direnme hakkı]
(1)
Almanya Federal Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir Federal Devlettir.
(2)
Egemenlik tümüyle halkındır. Halk, egemenliğini, seçimler ve oylamalar
aracılığıyla ve yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donanmış özel organlar
eliyle kullanır.
(3)
Yasama, anayasal düzene, yürütme ve yargı organları ise yasa ve hukuka
bağlıdırlar.
(4) Bu
Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün
bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.
Yukarıda
alıntı yapılan, Federal Almanya cumhuriyeti anayasası 20. Maddesi 4. bendinde
geçen
“direnme hakkı” nın mantıklı gerekçesi, yasal dayanağı, gereği,
evrensellik ve meşruiyet açısından detaylı yorumunu yapalım:
Federal
Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nın (Grundgesetz) Madde 20, 4. bendinde
düzenlenen “direnme hakkı” (Widerstandsrecht), demokratik hukuk
devletinin korunması için öngörülmüş istisnai bir mekanizmadır. Bu hüküm,
anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik tehditlere karşı halka meşru bir
savunma hakkı tanır. Alman demokrasisinin "kendini koruma
refleksi"dir.
Direnme Hakkının Mantıklı Gerekçesi, tarihsek
arka planı
Soru: Bir anayasanın halka, devlete karşı direnme hakkı
tanımasının ardında hangi tarihsel veya ahlaki nedenler yatabilir? Almanya’nın
geçmişinde bu hakkı gerekli kılan ne tür deneyimler olmuş olabilir?
Direnme
hakkının anayasada yer almasının temel nedeni, Almanya'nın 20. yüzyıldaki acı
tecrübeleridir. Özellikle Nazi rejiminin (1933-1945) anayasal düzeni ve temel
insan haklarını yasal yollarla yok sayması, bu maddenin eklenmesinde
belirleyici olmuştur. Anayasa koyucular (Parlamentarischer Rat), totaliter
rejimlerin tekrar doğmasını önlemek ve halkın anayasal düzeni koruma hakkını
güvence altına almak istemişlerdir.
Direnme
hakkı, Almanya’nın 20. yüzyıldaki tarihsel tecrübelerinden, özellikle Weimar
Cumhuriyeti’nin çöküşü ve Nazi rejiminin totaliter uygulamalarından doğmuştur.
Nazi döneminde, (görünüşte yasal yollarla) anayasal düzen askıya alınmış, temel
haklar ve hukukun üstünlüğü yok edilmiştir. Bu deneyim, anayasa koyucuları,
demokratik düzenin yalnızca devlet kurumlarıyla değil, halkın aktif katılımıyla
korunabileceği fikrine yöneltmiştir. Direnme hakkı, anayasal düzenin tehdit
altında olduğu durumlarda halkı son çare olarak yetkilendirir. Bu hak,
demokrasinin kendi kendini yok etmesini önlemek için bir “sigorta” görevi
görür.
Soru: Bu hak, devletin meşruiyetini halkın rızasına
dayandıran bir anlayışla nasıl bağlantılıdır? Halkın egemenliği ilkesini nasıl
güçlendirir?
Halk
egemenliği, devletin meşruiyetinin kaynağını oluşturur. Eğer devlet, bu
meşruiyeti ihlal ederek anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalışırsa, halkın
direnme hakkı, egemenliğin asıl sahibinin halk olduğunu hatırlatır. Bu,
vatandaşları pasif bir konuma hapsetmek yerine, demokratik değerlerin aktif
savunucuları haline getirir.
Yasal Dayanağı
Soru: Bir hakkın anayasada açıkça düzenlenmesi, onun
meşruiyetini ve uygulanabilirliğini nasıl etkiler? Direnme hakkının
Grundgesetz’de yer alması, bu hakkı nasıl güçlendirir?
Direnme
hakkı, Grundgesetz’in Madde 20, 4. fıkrasında şu şekilde düzenlenmiştir: “Bu
Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün
bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.” Bu açık
düzenleme, hakkın yasal meşruiyetini sağlar ve herhangi bir ek yasal dayanağa
ihtiyaç duymadan doğrudan uygulanabilir hale getirir.
Anayasa Mahkemesi ve Yorum: Federal Anayasa Mahkemesi, 1956 yılında bu hakkı
prensip olarak tanımış, 1968 anayasa değişikliğiyle madde metnine açıkça
eklenmiştir. Bu, hukuki belirlilik açısından önemlidir.
Değiştirilemezlik: Anayasa’nın 79. maddesi, 20. maddeyi koruma altına
alarak, bu hakkın hükümetler veya meclislerce kaldırılmasını önler. Böylece
direnme hakkı, anayasal düzenin kalıcı bir koruyucusu haline gelir.
Soru: “Başka bir çözümün bulunmaması” koşulu, bu hakkın
kullanımını nasıl sınırlar? Bu koşul, hakkın kötüye kullanılmasını önlemede
nasıl bir rol oynar?
Hak, “son
çare” (ultima ratio) ilkesine bağlıdır. Yasal yollar (mahkemeler, seçimler,
kamuoyu baskısı) tükenmedikçe veya etkisiz hale gelmedikçe kullanılamaz. Bu,
hakkın keyfi veya erken kullanımını engeller ve yalnızca anayasal düzenin somut
ve ciddi bir tehdit altında olduğu durumlarda meşru olmasını sağlar.
Soru: Direnme hakkı, uluslararası insan hakları
belgeleriyle nasıl ilişkilendirilebilir? Örneğin, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi bu hakkı dolaylı olarak destekler mi?
Uluslararası
hukukta direnme hakkı doğrudan düzenlenmese de, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bireylerin
temel haklarını koruma sorumluluğunu vurgular. Bu, dolaylı olarak anayasal
düzenin korunması için direnme hakkını destekler. Ayrıca, doğal hukuk geleneği,
tiranlığa, despotizme karşı direnmeyi evrensel bir insan hakkı olarak görür.
Gerekliliği
Soru: Bir demokratik devletin, vatandaşlarına direnme
hakkı tanıması neden gerekli olabilir? Bu hak olmadan anayasal düzen nasıl bir
risk altında kalır?
Direnme
hakkı, demokratik düzenin sürekliliği için bir güvenlik mekanizmasıdır. Tarih,
demokratik sistemlerin yasal yollarla veya güç kullanılarak yıkıldığı
örneklerle doludur (örneğin, 1933’te Hitler’in iktidara gelişi). Bu hak, devlet
organlarının anayasal düzeni koruyamadığı veya bizzat tehdit oluşturduğu
durumlarda halkı yetkilendirir. Vatandaşların bu sorumluluğu üstlenmesi,
otoriter rejimlere karşı bir kalkan oluşturur.
Soru: Direnme hakkı, bireysel bir hak mıdır, yoksa
kolektif bir sorumluluk mu taşır? Bu hak, vatandaşları demokratik sürece nasıl
dahil eder?
“Bütün
Almanlar” ifadesi, hakkın hem bireysel hem de kolektif olarak
kullanılabileceğini gösterir. Ancak, bu hak, vatandaşlara anayasal düzeni
savunma sorumluluğu yükler. Bu, demokrasinin yalnızca devlet kurumlarına değil,
halkın aktif katılımına dayandığını vurgular. Direnme hakkı, vatandaşları
demokrasinin pasif alıcıları olmaktan çıkarıp, onun koruyucuları haline
getirir.
Evrensellik Açısından Değerlendirme
Soru: Direnme hakkı, yalnızca Almanya’ya özgü bir
düzenleme midir, yoksa evrensel bir ilke olarak kabul edilebilir mi? Diğer
ülkelerde benzer düzenlemeler veya uygulamalar var mı?
Direnme hakkı, evrensel demokratik
ilkelerle uyumludur, ancak anayasal bir norm olarak açıkça düzenlenmesi
Almanya’ya özgüdür. Benzer ilkeler, başka ülkelerde farklı şekillerde yer bulur:
-ABD:
Bağımsızlık Bildirgesi (1776), tiranlığa karşı direnme hakkını tanır.
- Fransa:
1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, baskıya karşı direnmeyi temel
haklardan biri sayar.
- Türkiye:
1961 Anayasası, meşru olmayan iktidara karşı direnme hakkını dolaylı olarak
tanımıştır.
1982 Anayasası Madde 15, olağanüstü hallerde dahi "çekirdek hakların"
ihlal edilemeyeceğini belirterek dolaylı bir güvence sunar.
- Portekiz: Anayasasında benzer bir direnme hakkı düzenlemesi
bulunur (Madde 21).
Bu
örnekler, direnme hakkının evrensel bir ilke olduğunu gösterir, ancak
uygulanışı tarihsel ve kültürel bağlama bağlıdır.
Soru: Direnme hakkının evrensel bir norm olarak kabul
edilmesi, pratikte ne tür zorluklar doğurabilir? Bu hak, istikrarsızlığa yol
açabilir mi?
Evrensel bir norm olarak direnme
hakkı, kötüye kullanım riski taşır. Örneğin,
aşırı gruplar bu hakkı kendi ideolojilerini meşrulaştırmak için kullanabilir.
Bu nedenle, hakkın meşru kullanımı, “son çare” ve “anayasal düzenin korunması”
gibi katı koşullara bağlıdır. Aksi takdirde, kaos veya şiddet riski ortaya
çıkabilir.
Direnme
hakkı konusunda bazı tartışmalar ve eleştiriler de bulunmaktadır.
"Anayasal düzeni ortadan kaldırmak" tanımının sübjektif yoruma açık
olması, aşırı grupların kendilerini meşrulaştırmak için bu maddeyi kullanma
ihtimali (suistimal riski) ve pratikte nadiren kullanılması bu eleştiriler
arasındadır.
Meşruiyet Açısından Değerlendirme
Soru: Direnme hakkının meşruiyeti hangi temellere dayanır?
Bu hak, anayasal bir norm olmasının ötesinde ahlaki veya doğal hukuk açısından
nasıl savunulabilir?
Direnme hakkının meşruiyeti, şu
temellere dayanır:
- Hukuki
Meşruiyet: Grundgesetz’in açık hükmü, hakkın yasal dayanağını oluşturur.
Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri (Madde 79/3), direnme hakkını demokratik
düzenin temel bir güvencesi haline getirir.
- Ahlaki
Meşruiyet: İnsan onuru, özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi gibi evrensel
değerlerin korunması, direnme hakkını ahlaki bir zorunluluk yapar. Nazi rejimi
gibi insanlık dışı sistemlere karşı direniş, ahlaki bir görev olarak görülür.
- Demokratik
Meşruiyet: Halk egemenliği ilkesine dayanan bu hak, devletin meşruiyetinin
halkın rızasına bağlı olduğunu vurgular. Devlet bu rızayı ihlal ederse, halkın
direnmesi meşrudur.
Soru: Direnme hakkının meşruiyeti, nasıl kötüye
kullanılmaktan korunur? Bu hak, sıradan bir protesto veya isyan hakkıyla nasıl
ayrıştırılır?
Hakkın
meşruiyeti, “başka bir çözümün bulunmaması” ve “anayasal düzeni ortadan
kaldırma girişimi” gibi sıkı koşullarla korunur. Bu, hakkın keyfi kullanımını
veya sıradan politik muhalefetle karıştırılmasını engeller. Direnme hakkı,
anayasal düzeni yeniden tesis etmeyi amaçlar; kaos veya devrim yaratmayı değil.
Sonuç:
Federal
Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nın Madde 20, 4. fıkrasında düzenlenen direnme
hakkı, demokratik hukuk devletinin korunması için tarihsel, hukuki ve ahlaki
bir güvencedir. Nazi rejimi gibi totaliter deneyimlerden ders alınarak
geliştirilen bu hak, anayasal düzenin son savunma mekanizmasıdır. Yasal
dayanağı Grundgesetz’de açıkça yer alır ve “son çare” ilkesiyle
sınırlanır. Evrensel olarak, insan hakları ve demokrasi ilkeleriyle uyumludur,
ancak uygulanışı tarihsel bağlama bağlıdır. Meşruiyeti, hukuki, ahlaki ve
demokratik temellere dayanır, ancak kötüye kullanımını önlemek için katı
koşullara tabidir.
Samsun,
10.06.2025
Ali Rıza Malkoç
arm.web.tr
Yazarın
Önceki Yazısı