
Ölü öfkenin boyunduruğunda idi vakit
ve asla altına imza atmayacağı akit ile mimlenmişti ömrü.
Bir afra bir tafra.
Bir devingen mizaç ki yüreğin
fermanında saklıydı şiirler ve şiir küreyen acılar nihayetinde ermekle ölmek
arasında bir seçim yapacağı küflü yorgunluğun kokusunda kaybolan nem gibi aşk
gibi ve İlahi sırdaş gibi.
Küspesi neydi ki mazinin ve kimdi
kendini parçalayan?
Bir sözcüğe gebeydi gece aslında
geceye gebeydi kadın aslında kadına gebe yorgunluk ve külüstür acılardan geçti
yolu illa ki.
Tüneyen baykuş yaslı geceye.
Yaslandıkça dağları eriyen bir buz
kütlesinden arda kalan erimiş damlalarla cafcaflı bir yorgunluğun miadı doldu
dolacak.
Aklın sınırları zorlanırken belki de
sonlanacakken acılar elbet türeyen elbet tükenen elbet izafi bir yokuş çatallı
yolların hengamesi ve tutuşan odun yüklü bir şömine.
Kimse kılıf biçecek ant içti
öncelikle Tanrıya ve salkım söğüt kurudu yaslandı bilinmeze belki de mintanı
sökük bir dervişti acıları sırtlanan ve kadınlığın yolculuğunda zarif bedeniyle
tutuşturan bir kıvılcım ta ki öfkesi dinene kadar adamın kanatlarına dokunan ay
ışığı bir nebze de olsa içini aydınlatmalıydı ya.
Sözlendi sözcükler ve orta noktada
buluştu gerçi bu saatten sonra ne değişecekse.
Lakayt olan evrendi aslında asılı
olduğu gökyüzünün takkesi düşecekti ne zamanki ölüm meleği çalsa kapıyı ve
dayansa cümbür cemaat yola düştü hayaletler.
Gün özrünü sundu nasıl da yorgundu.
Bir takoz kondu kapının altına ve
boydan boya serildi ruhlar.
Kehanetin izini süren meftun gece.
Kabrine ziyareti ise an meselesi idi bilinmezin ve sökük eteklerinden
dökülüyordu taşlar acının ve gözlerinden kadının.
Kadınlığın ve de insanlığın bir zulme
meylettiği ve kürediği kadar hayatı rast geldiği dağınıklık. Şunun şurasında
kaç zaman geçmişti ki? Özrüne mi sahip çıkacaktı kader yoksa öz veri yüklenmiş
gencecik bir kadın mıydı bu dünyadaki son misafir?
Hüzünle kitlendi.
Hüzne sürüklendi.
Tek şahit idi Yaratan ve yaratıları
ihanet ederken İlahi Güce.
Sözcükler lüksü bile değildi ömrün
aslında ömür hibe edilmişti korkuya.
Kat çıkan her duygu ve kapı önüne
yığılan her yük.
Yüksünmeden seven tek canlı ve
karşılık beklemeyen bir sabi. Yüreğin çarpıntıları ile sarsıldı dünya ve akan
yaşlardan denizlere ulaştı özgür ruh.
Öncesinde bir sefil kız çocuğu
ayağını çoktan okuldan kesmiş akabinde bir çocuk gelin acıları kırmızı kuşağına
eklemiş.
Paye veren acılarla düşmüştü madem
yola ve mademki gözünden düşmüştü insanlığın…
‘’Hatice…’’
‘’Buyur baba.’’
‘’Oradan bir tas sıcak su getir
hele.’’
İncecik bedeni ve küçük elleri oysaki
en yakışandı ona okul önlüğü ve kalem ama sözcükler korkuyordu tıpkı onun gibi
ve geceli gündüzlü kimselere görünmeden yazar çizerdi elbet okurdu ve okudukça
okuyası gelirdi ne olsa bu bir rahmetti Rabbinin de sunumu.
Bir saçı vardı örülü.
Bir de kaderi vardı mesafeli
mutluluğa.
Bir anacığı vardı ki bir zamanlar gel
gör ki genç yaşında göç etmişti ne zamanki sekizinci ve son düşüğünü yapmıştı
ki.
Doğurmuştu kaç kere ve kaç kere
kırılmıştı kolu kanadı ve ebe yine müjdeli haberi verememişti.
‘’Hele de, ebe kadın. Oğlan değil
mi?’’
Her seferinde örselenen bir rahim ve
rahmet. O beden nasıl dayanırdı ki bunca yüke ve altında ezile ezile odununu da
taşıdı kadın tarlasına da gitti ve sürdü toprağı. Irgat düşlerin meyvesini
toplayacaktı ne zamanki yatsa yatağına.
Mayasında vardı bir kez acı ve
imkansızlık ve hemcinslerinden farklı bir hayat yaşamıyordu hani gerçi o,
köyünde ve yatağında mücadele verirken kim bilir kaç milyon kadındı benzerini
yaşayan?
Ne fark ederdi ki? Ha kentte ha
köyde?
Üstelik benzer kaderi yaşıyordu bunca
kadın: eğitimli olsa da olmasa da ne de olsa sunulan buydu elbet erkeklerin
gözünde bir kadın her zaman el altında bulunandı ve hak ettiğine bir şekilde
nail olan.
Evet, şanslı olan kadınlar da vardı
ama benzer sonlar değil miydi bir piyango gibi farklı hanelere vuran o ay
ışığında ölümün soğuk nefesi değil miydi bir ailenin hele ki kadının yakasına
çöreklenen?
Hatice Kız.
Sonrasında Hatice Kadın.
Ve rahmetli anacığı, Hafize Kadın ve
onun annesi ve bir diğerinin kızı ya da gelini.
Ne çok gel-git.
Ne çok meddücezir.
Ne çok hüsran.
Ne çok talan.
Yalnızlık aslında Allah’a mahsustu
ama her kadın da yalnızdı.
Göğe otağı kuran bir dervişti belki
de her biri ya da azize.
Mevsimin soluk teninde donan bir
bakış ya da kayan bir ömür.
Ne çok severdi anacığını Hatice ve
tüm sağlıklı doğan kardeşlerini aslında her kız kardeşini gel gör ki babası
Hatice’nin hangi kızını kucağına alıp da alnından öpmüştü helalliğinin?
Acılar arpa boyu.
Acılar adam boyu.
Ne uzayan ne kısalan.
Ne sonlanan ne de sonlanması
beklenen.
Bir kaderdi diğerin öncülük eden ve
kederdi kadının başını bağlayan en çok da güçten düşen narin bedenler elbet
erkeksen şansın fazlaydı ve yaşama ihtimalin ve güç de elindeydi eğer ki erkek
olarak doğmuşken.
Hatice Kız.
Hatice Kadın.
Bir çocuk gelin daha ve anası ile
aynı akıbeti paylaşan.
Ne hurafeler vardı sonlanacak ne de
bir lanetti sonlanması mümkün olmayan.
Anası idi ilk ve son sığınağı şimdi
ise kadının kabri her yolu düştüğünde başı yana düşüp de bildiği duaları
defalarca okuyan.
Nispet yapan kader.
Köyün ileri gelenleri ve Hatice’nin
babasının akıl hocaları ne de olsa köy yeriydi genelde köyün erkeklerinin de
uğrak yeri iken köyün kahvehanesi.
Ne sırdı ne de ser Hatice’nin
güzelliği üstelik okula gidip gelirken küçük kız kaç kişi ona göz koymuştu elbet
babasının kulağına gidip de…
‘’Rüstem Ağa, artık gelinlik kızdır
Hatice. Var git okuldan al kaydını da baş göz edelim senin kızı.’’
İyi de ne ara büyümüştü bu kız?
Düşünme ihtimali da yoktu ne de olsa
aklı fikri köylünün çıkardığı dedikodulardı zaten o günden sonra kızını okula
göndermemeye yemin etti gerçi Hatice bunu duyduğunda yıkılmıştı ama…
‘’Kız, git üstüne başına düzgün bir
şeyler giy.’’
‘’Neden ki baba?’’
‘’Bana karşı mı geliyorsun sen?’’
Nevri dönmüştü bir kez adamın hem
gözleri çakmak çakmaktı.
‘’Anası kılıklı seni.’’
Kader hep aynı mı olacaktı ve adı
illa ki kederle yer mi değiştirecekti?
Derken günler günleri kovaladı ve el
sıkıştı Rüstem Aksak Nuri ile üstelik askerlik arkadaşı üstelik oğlunun askere
alınması da an meselesi idi. Detayları elbet konuşmadılar elbet Hatice’nin
fikri dahi sorulmadı ta ki kapısına dayanana kadar Hatice’nin.
Hatice öksüz kız kardeşlerine hem
annelik hem ablalık yapıyordu da gerisi gelmiyordu işte.
‘’Zamanı geldi kız.’’
‘’Anlamadım baba.’’
‘’Anlarsın, anlarsın yakında. Hadi
git de bana şöyle okkalı bir kahve yap sonra da derim diyeceklerimi.’’
Sözcükler efsunlu muydu yoksa yakıcı
mı?
Yanan yürek miydi yoksa köy meydanı
mı?
Ateşe benzin döken ahali ve Rüstem’in
aklını çelen.
‘’Baba…’’
‘’De git kız. Sus ve otur aşağı.’’
Hatice biliyordu başına gelecekleri
ki sınıfındaki kaç kız arkadaşını babaları okuldan almamış mıydı?
Hatice biliyordu annesi ile aynı
kaderi paylaşacağını.
Paylaşmalı mıydı peki?
Ha Hatice ha Şule ha Susam ha Zeynep.
Kaderinden kaçanlardı vardı elbet ama
sonları müphem bir de kadere razı gelenler tıpkı Hatice’nin rahmetli anası
gibi.
Gelişmemiş ufacık bir beden anne
olmak için çok çelimsiz idi ve o vücut gelişip olgun bir bedene kavuşmalıydı ve
hiçbir kız çocuğu bu kaderi yaşamak mecburiyetinde değildi zaten Rüstem Ağanın
kafası çalışmazdı da en azından ona öğretilen buydu ve biliyordu ki; söz
ağızdan bir kere çıkar ve çıkmıştı da.
Hatice.
Evlendirildi zorla ve sayısız düşük
yaptı.
Şule ve Ayşe ve Zeynep ise bir çıkış
yolu buldu ve şehre göç etti.
Nice kız nice kadın okul yolunda
büyüdü ve diplomaları ile bir yer edindiler toplumda ve aydınlık erkeklerle
evlendiler sözüm ona ve aklı eren her olgun insanın onlara saygı ve sevgi ile
yaklaşması gerekirken…
Kimisi okul çıkışı öldürüldü.
Kimi evlenmekten caydıkları için.
Kimi şiddet görüp artık dayak
yemekten bıktığı için soluğu mahkemede alan.
Kimi sokak ortasında öldürüldü.
Kimi evinde odasında.
Kimi çalıştığı iş yerinde.
Suçları ne miydi?
Kadındı her biri ya da küçücük bir
kız çocuğu ve tek suçları pembe bir nüfus kâğıdına sahip olmaktı.
Kimi şehrin ortasında ölümle tanıştı;
kimi köy meydanında kimi baba ocağına dönüp de kaçarken kocasından.
Çünkü onlara bu dünyada sahip çıkan
kimse yoktu Allah’tan başka üstelik yasalar dahi koruyamazken kadını ve kız
çocuğunu…
‘’Hatice, ne cehennemdesin kız…’’
Oysaki onlar cennet bahçesinde
yaşamaya layık peri kızlarıydı ve dünyalarını cehenneme çeviren illa ki
erkeklerdi: kocası ya da babası ya da sevgilisi ya da erkek kardeşi ya da
durduk yerde onlara kafayı takan sapkın bir yabancı ve de yabancılar.
Yaşadıkları cehennem artık onları
cennet yolcusu yapmıştı ve Yaratan’ın tanıdığı yaşama hakkı ise zebani misali
erkeklerin tarafından ellerinden alınmıştı üstelik dünya aslında kimse için
yaşanılası güvenilir bir yer değilken hele ki kadınsan.