Deprem Bölüyor Her Şeyi
H. Çiğdem Deniz
27 Ekim 2025
Egoistlerokur adlı bir sayfada, otuz yıl önce Nesrin Topkapı’yla yapılmış bir röportaja rastladım. Telefon elimdeyken karşıma çıkan böyle yazıları nedense es geçemiyorum. Okudukça çocukluğuma döndüm. Antika aynamızın önünde, kardeşlerimle birlikte tıpkı Nesrin Topkapı gibi oynamıştık. Şan Sineması’nda onu ilk kez izlediğim günü hâlâ unutamam; tüm hareketlerini, tüm kıvrımlarını dikkatle takip etmiş, sanki zihnime kazımıştım. O dönem tek kanal olan TRT’de dans ederek zincirleri kıran bu kadına hayranlığım gün geçtikçe daha da artmıştı. Babamın sinemayla olan garip aşkını anlattığım güncelerimden birinde de bu hikâyeye değinmiştim zaten.
Sanıyorum o zamanlar, Nesrin Topkapı sahneye çıktığında babam ışıkçı olarak yerini almıştı. “Eğer sinemada görevliysen, hem ışıkçı olursun hem de el lambasıyla yer gösteren,” derdi babacığım. Kahvaltı faslından sonra bu konu üzerine biraz daha düşünmek isterdim; lâkin Kız Meslek Lisesinden sınıf arkadaşlarımla sevgili Serpil’in çatısı altında buluşacağız. Bana yakın oturan kadim dostlarımdan Fatma ile birlikte gideceğiz. Buluşma saatine kadar, aşkla okuduğum kitabın satırları arasında yolculuk yapmaya devam ediyorum. Pir-i Lezzet, şu birkaç günde bana ayrı bir dünya, ayrı bir kapı açtı.
Ve o kitapta şöyle diyordu:
> “Sarma dediğimiz şey; ne yalnızca asma yaprağıdır, ne pirinç, ne nane, ne yağ, ne de soğan. Hiçbiri tek başına değildir; ama aynı zamanda hepsidir de. İşte pîr-i lezzetin hüneri tam burada devreye girer. Tıpkı bir başsâzendenin emrindeki tüm sazlara hükmederek, müziğin özünü bozmadan dinleyenin nabzına göre şerbet vermesi gibi… Pîr-i lezzet de yemeğin esas tadını koruyarak içindeki temel tatların makamını ve şiddetini ayarlamakla mükelleftir.”
Belki de hayatın kendisi de böyledir; ne yalnızca sevinçtir, ne sadece hüzün… Ne geçmişten ibarettir, ne bugünden. Hepsi bir araya geldiğinde anlam bulur; tıpkı sarma gibi, tıpkı sahnede ışıkla gölgenin aynı anda var olması gibi…
Serpil’in elinin maharetini hep duyardım; lâkin yıllar sonra bugüne nasip oldu evine adım atmak. Daha kapıdan girerken yayılan hamur kokusu, kızgın yağın çıtırtısına karışan samimiyet sesi gibiydi. Okuduğum satırların büyüsünü, Serpil’in sunduğu ikramlar sanki kendiliğinden devam ettirdi.
Koltuklarımıza oturduğumuzda fellah köftesinin o hafif sarımsaklı sosu, ince ince doğrulmuş maydanozlarla kâseye değil de kalbimize serpilmiş gibiydi. El açması ıspanaklı börek… Kat kat yufkanın arasında gizlenmiş tereyağının sırrı, çıtır kenarlarından bize göz kırpıyordu. Hele o haşhaşlı börek… Dişimin ucunda dağılan, haşhaşın çıtırıyla susamın kokusu birbirine karıştı mı, kelimeler bile geride kalıyor.
Bir lokma aldıktan sonra fark ettim ki; bazı lezzetler sadece damakta değil, hatıraların en zarif köşesinde yer ediyor. Serpil’in elleriyle yoğurduğu hamur, sadece un ve sudan ibaret değildi; içine yıllanmış bir dostluğun sessiz sadakati, kadınlar arasında kuşaktan kuşağa aktarılan o görünmez emek mirası da sinmişti.
Nefise, tam da beklemediğimiz bir anda çıkageldi; meğer kızının düğünü varmış, davetiyeleri de yanında getirmiş. Sanki bir taşla iki kuş vurdu; hem bizi gördü hem de bu mutlu haberi paylaştı. Biz liseli kızlar, yıllar yılları kovalasa da aynı yerdeyiz; imkânımız yettiğince, kimi zaman mutlulukta kimi zaman acıda birbirimizin yanında durmayı hiç bırakmadık.
Melike, kırkyama yeleğiyle adeta geçmişle bugünün arasına köprü kurmuş gibiydi; renkler, desenler üzerinde değil de sanki yüreğinde birleşmişti. Münübe artık emekli… “Turlardayım kızlar,” diyor, gözlerinin içi gülerek. Fatma’nın üçüncü torun haberi hepimizi ayrı bir sevinçle sardı. Ayşe’nin torun da büyümüş, konuşmaları, gülüşü şimdiden evin neşesi olmuş.
Bu sohbetlerin arasında, içimden bir ses sürekli şunu fısıldıyor: Ne güzel ki hâlâ buradayız, eksilmeden, çoğalarak… Ben de hayırlı damatlar, hayırlı gelinler için gönülden bir “amin” diyorum.
Telefonum çaldı; arayan Cemile’ydi. “Hadi buluşalım, ben çarşıdayım,” dedi.
“Ben arkadaşlarla beraberim, istersen Çamlık’taki On On’da buluşalım,” dedim. Hızlıca anlaştık. Münübe ile birlikte arabamla yola çıktık. Balıkesir’de trafik bu aralar insanı canından bezdirecek cinsten; ışık üstüne ışık, araba üstüne araba…
Çamlık’a vardığımızda Münübe benim arabadan indi, kız kardeşi geldi ve onunla birlikte evlerine doğru yola çıkarken yine görüşmek üzere diyerek vedalaştık.
Meğer On On’da bizim korodan arkadaşlar da oturuyorlarmış. Cemile ve bana İki sandalye çektim, biz de sohbete dahil olduk. Çay bardaklarının buğusu, ağaçların gölgesi, hafif bir rüzgâr… Sohbetin tonu bir anda koyulaştı.
Nilgül abla birden, “Kırgınım size,” dedi. Hepimiz bir anda kulak kesildik. Meğer konserden sonra ona “Seni evine bırakalım mı?” dememişiz.
Ah ablacığım, dedim içimden, hiç teklif gerekir mi böyle şeylerde… Ama biz de müneccim değiliz, söylenmeyeni nereden bilelim…
Şu an yazdığım güncemi Didem’in telefonu ile bir süreliğine ara veriyorum. Telefonda özlem giderirken, deprem bölüyor sohbetimizi… O korkulu ana şahit oluyor kızım. Yine Sındırgı’da yıkım haberi var. Dernekte Canan, Gülay ve Gülseren abla uyuyamadıklarından, huzursuzluklarından bahsetmişti. İç sesim havalarda dengesiz, “Bu bir depremin geleceğinin işareti olabilir,” dedi.
Ah, benim iç sesim… Dilimi eşek arısı soksaydı da demeseydim! Korkuyorum; koltukların arasındayım, Didem sesleniyor: “Anne, başını koru!”
Aklımın bir köşesinden, durmadan kıvırtan düşünceler geçiyor: Eğer birileri beni okuyorsa, ne demek istediğimi mutlaka anlamışlardır. Ama tıpkı sahnede ışık ve gölgeyi yöneten pîr-i lezzet gibi, bazıları her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışıyor; Nesrin Topkapı kadar masum değiller…