
Hangi minvaldeyim ve ölümün teyakkuza
geçtiği her saniyede mi varlığımı ibraz ediyorum oysaki geç kalmışlığın
rafında, son kullanım tarihimin üzerinden epey zaman geçti.
Yankısı olmayan seslerin boşluğa
düşen eli kolunda ben bir nidayım ve bir içimlik şiirlerimin kundaklanan
bağrında şehla bir düşüm belli ki öykündüğüm kadar öldüğüme de inanmayacaklar
ve ruhumun dalgalarında bünyesi dayanmayan aciz bir kuş kadar savruk ve kırık
kanatları ile tutunmayı beceremediğimi bir bir görecekler.
Dün gitmiştim ve bu gün yeniden
gittim aslında yarına varacaktım lakin geç kalmışlığın hicabı ile ben bir bir
tefekkür ettiğim varlığımın doğasında sıdkı sıyrılmış hayallerimden topladım
tüm bu deyişleri.
Sığlardan kaçandım.
Sindiremediğim ihanetin en yakın
dirsek temasıydım.
Cümle oldum ama noktamı kaybettim.
Şiir oldum ve imgelerin tuzağına
düştüm.
Bir insan oldum sonra ve dünyam
değişti.
Bir cam bardak olarak sunuldum evrene
ve eşyaların bile moleküllerden doğan o titreşim ve huşu içerisinde taptım
Tanrıma.
Tanrı beni çok sevmiş olacak ki bir
bez bebek olarak geldim dünyaya yeniden ve küçük bir kız çocuğunun en kıymetli
oyuncağı ünvanı aldım.
Yaşı on iki vardı yoktu.
Ben sadece ona aittim: o ise annesine
ve babasına ve hikayem şimdi başladı aslında o küçük kızın sonunu hazırlayan
hikayesi.
Bir gün gözlerimi açtım ki…
Yan odadan annemin sesini duydum.
Küçük ve soğuk bedenimde sıcak bir nefesti onun varlığı ve okşadı başımı ama
ben soğuktum.
Düş, dedim.
Annemin ise gözünden iki damla yaş
düştü ve beni doğrulttu.
Ve başladı saçlarımı örmeye.
Düşme, dedim aslında içimden
geçenleri tek tanığı yine beni çok seven Tanrımdı.
Düş olmasını dilediğim ve bir anne
sıcaklığına haiz olmak adına.
Düş olmasını dilediğim ama düşen
yaşların ritmine uyamadım ne de olsa yüreğim atmıyordu lakin sıcaktı hala
içimdeki coşku ve ben sonsuzluğa kucak açmışken biliyordum ki şanslıyım ne de
olsa beni çok seven İlahi Güce kavuşmam an meselesi idi.
Çok soğuktu bedenim ve hissettirmesem
de çok üşüyordum.
Annem bildiğim kadın oysaki onu henüz
görmüştüm ne de olsa bir önceki yaşamımda ben bir bez bebektim.
Cansız nesneler nasıl sever,
biliyordum ve bir insan olma makamında ben sevgiyi bu sefer daha büyük bir
coşkuyla hissediyordum.
Yaşasaydım nasıl sarılırdım anneme
kim bilir yine de annemin sıcaklığını bilfiil hissediyordum ve pamuk elleri
annemin, saçlarımda dolaşırken nasıl sıcak ve yumuşaktı.
İçimden düşen parçalardı aslında kaya
kadar sağlam bir yüreğin mihenk taşı oysaki parçalanan kayanın un ufak olmuş
zerreleri idi her biri.
Nasıl doğmuştum kim bilir?
Nasıl sevmişti annem beni yaşarken?
Oysaki ben canlı bir bedene
dönüştüğüm o ilk dakika yaşama hakkımı kaybetmiştim lakin bir insan siluetine
bürünme şerefine erişmiş üstelik çok da sevilen bir kız çocuğunun bedenine
dönüşmüştüm.
Annem kabul edemiyordu benim öldüğüm
aslında ben ölümün değil de hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmeden göç
etmiştim bu dünyadan.
Keşke bir tek gün bile olsa yaşama
hakkı tanınmış olsaydı bana: sadece bir tek gün ve ben annemle beraber koşup
oynayıp onun kokusunu içime çekseydim nefes nefes.
Yaratan böyle takdir etmişti madem…
ben asla itiraz etmeden soğuk bedenimle sırlarımı da götürmüştüm geldiğim gibi.
Doğamdaki İlahi Aşk ve sevecen
gözleri annemin.
Kabulü zordu.
Reddi imkânsızdı.
Kaderin tanıklığında kederin ta
kendisiydi içinde bulunduğumuz tablo.
Sarı saçlarım vardı ve uzun kâküllerim
ve yeşil gözlerim tıpkı önceki hayatımda sahibi olduğum bez bebek kimliğimin
insana dönüşmüş haliydim… yine sevecen, yine minyon ve yine Yaratanın varlığına
tapan ve inanan ve sevmeye hazır aslında cansız bedenimle bile sevebilendim
hatta ve hatta yapı taşımdaki bunca element Allah diye diye zikrediyordu.
Başımı usulca yastığa koydu annem
ansızın sanki hissedecekmişim gibi usulca fısıldadı ve dudaklarından döküldü
kelimeler:
‘’Şimdi namazımı kılacağım ve
geleceğim yanına, meleğim. Sen ben gelene kadar rahatça uyu ve ben geldiğimde
seni öpeceğim sonra beraber kahvaltı yapacağız ve dışarı çıkıp sana en sevdiğin
oyuncağı alacağım: hani, o çok sevdiğin bez bebek dün Makbule Hanımın kızının
elinde gördüğümüzün aynısı ve kaldığımız yerden devam edeceğiz sonra parka
gidip seni salıncağa oturtup sallayacağım ve deniz kenarında balık tutacağız.
Hatta sana elma şekeri alacağım hatta ve hatta kendime de. Bu gün ne dilersek
yapacağız, miniğim. Yarına Allah kerim. Sadece bir gün sadece bir gün varsın
gelmesin ertesi.’’
Demek ki annemle aynı
rüyayı görüyorduk ya sahiden o bir tek günü yaşayabilecek miydik hem sonra
Tanrı da istememiş miydi aynı rüyayı görmemizi? Üstelik O da aynı rüyayı
görüyorsa biz bir tek güne mi sığdıracaktık tüm ömrü ve sevgiyi?
Demek ki; ya ben ya da annem bildiğim
o kadın büyük bir hata yapmıştık önceki hayatımızda ve şimdi bize yeniden bir
şans verilmesini bekliyorduk. Yoksa biz ikimiz de birer günahkâr mıydık?
Bunları düşünmem bile günahtı madem…
iyi de neden bir beden sunulmuştu bana sadece acı çekmek için mi? Acılarla
ruhlar olgunluğa böyle mi erişiyordu peki?
Annem tam odadan çıkmıştı ki kapı
çaldı.
Kimin geldiğinin ne önemi vardı ki?
Biz asla mutlu olamayacaktık ya Makbule Hanımın küçük kızı… o, o mutlu muydu
peki?
Bunlar geçiyordu içimden ve bir
değişim geçirdiğimi fark ettim ansızın.
Aman Allah’ım ne oluyordu bana böyle?
Artık vücudum soğuk değildi hatta ve
hatta bir vücudum bile yoktu hani o büründüğüm insan şekli.
Küçülüyordum hem de büyük bir hızla.
Bunlar olup biterken içeriden gelen
seslere kulak kabarttım. Sahi, Makbule Hanımı ve küçük kızını ben hiç
görmemiştim ve işte onların sesini duyuyordum ve bir tekerlek sesi çalındı
kulağıma: gıcırdayan ve neşeli bir kahkaha ve ardından bir çığlık.
Gelmişti.
O gelmişti.
Makbule Hanım ve kızını gördüm
ansızın odanın kapısında.
O neydi öyle?
Küçük kız bir tekerlekli sandalyede
oturuyordu daha doğrusu o oturuyor ve annesi itiyordu.
Annemi aradı gözlerim.
Demişti ama: demek ki namazı hala
bitmemişti.
Ah, güzel Allah’ım ben şimdi kim
bilir hangi haldeydim? En azından üşümüyordum.
Ve o küçük bedeni ile içinde
kaybolduğu tekerlekli sandalyeyi görünce her şeyi bir anda unuttum.
Acaba annem de unutur muydu sadece
ikimizin-ve de Tanrının-gördüğü rüyayı?
Ben bunları geçirirken aklımdan küçük
çocuğun arabasını iyice yatağa yanaştırdı annesi ve duyduğum çığlıkla irkildim.
Ellerindeydim küçük çocuğun hatta
beni arabasındaki yastığa sıkıştırmıştı ve onu duyar duymaz:
‘’Anne, yaşasın, bak buldum dün
kaybettiğim bez bebeği demek ki burada kalmış. Oysaki nasıl da ağlamıştım tüm
gece. Bak, anne, tıpkı bıraktığım gibi. Yine saçları örülü bak yeşil de gözleri
var üstelik canlı gibi. İyi ki geldik yoksa hep ağlayacaktım hem nereden
bulurdum bu bez bebeğimin aynısını?’’
‘’Allah kabul etsin, Müzeyyen Hanım.’’
‘’Sağ ol, canıma arkadaşım. Tam da
zamanında geldiniz. Hadi, çıkalım da kabristana vakitli gidelim. Bekler beni
yavrum. Hala dün gibi, biliyor musunuz?’’
‘’Bez bebeğim burada kalmış Hülya
Teyze. Teşekkür ederim onu sakladığınız için. Çok üzülmüştüm dün onu
kaybettiğimde. Siz gelene kadar ben de oturur uslu uslu bebeğimle oynarım, e
mi?’’