Güneş, dünyanın bu yakasında daha mı yakın.
Kızıl bir yara açılıyor ufukta.
Turuncudan sarıya,
bir renk yangını.
Gökyüzü sanki onun için ağlıyor.
Kent, her yönüyle ,
insanı yorarak ruhun sıkışmasına neden oluyor.
Gürültü, yoğunluk, hız ve karmaşanın arasında ,
ruhunu dinlendirecek,
yaslanacak bir söğüt gölgesi arayan insanlar,
salt bedensel ve zihinsel dinlence için ,
yollara düşmüş.
Her sabah yeniden kırılıyor.
Pencerelerden şehri okumaya kalkıyor.
Eksik, yaralı.
Tozun kırmızısı sızıyor gözlerine.
Mahallenin nabzı, bir hüzün senfonisi.
Mutfağın penceresini açıyor.
Bir tablo ki, kederle boyanmış.
Şafak kızılı evler .
Avlularda kadınlar.
Çamaşır yıkıyorlar,
ateş üstünde umutlar demleniyor.
Kararsız bitkin,
gayesiz adımlarla yürümekte hâlâ...
Birden sinemanın afişini görmek üzere ,
karşı kaldırıma geçmek arzusunu duyuyor.
Trafik memurunun sert bir düdüğüyle,
ister istemez yerinde kalıyor.
Sokakta da hürriyet yok.
Evinde ki gibi...
Hürriyet,
Polis düdüğünün olmadığı yerdedir diye .
Söylendi kendi kendine...
Ama bilmiyor ki,
polis düdüğünün olmadığı yerde ,
insan da yok.
Ölüler hiç düdük sesi duymazlar çünkü.
Biraz sonra karşı kaldırıma geçiyor.
Güzelim çimen tarhını çiğneyerek...
Geçen gün Ayten ile beraber filmi görmüşlerdi.
O, baykuş saçlı adamların ,
çılgın müziği olmasaydı,
on para etmezdi film.
Biran duvara dayanarak ,
ne yapacağını düşünmeğe çalışıyor.
Parka gitse,
bir banka oturup ,
boş gözlerle sulara baksa,
kibrit çöplerini atsa havuza...
Yanına belki de ,
bir yandan torununa nezaret eden,
bir yandan gazete okuyan bir emekli otururdu.
Canı sıkılmazdı o zaman...
Arkadaşına gitse,
beraber arkadaşının kırmızı spor arabasına binip,
asfaltta 200 kilometre süratle uçsalar...
Bu saatte belki de ,
olmazdı evde.
Diş ağrısına benzer bir şeydi kararsızlık.
Yüzüne sevinç çizgileri yayılıyor birden...
Bir meyhaneye gider ,
ayak üstü bir kaç kadeh atar,
dünyasını renklendirirdi.
Güzel bir yerdi,
geçen Ayten ile gittikleri bar...
Romantik bir üslûbu vardı.
Gitar çalan kızı da tanıyordu.
Yürüyor …
Kalabalığın, telâşlı, heyecanlı, aceleci insanların
arasında yürüyor.
İçecek,
beynini bir ağırlık saracak,
gözleri mahmurlaşacak,
masanın soğuk mermerine alnını dayayıp
belki de ağlayacaktı.
Hayat, güneşin merhametine prangalı.
Güneş doğar, telaşlı bir çığlıkla uyanır
Batar, uyku sarar, ama eksik, hep eksik
şehrin sokakları,
portakalın kanayan hasretinde
Yabancı bir gölgeydi
Her sabah gözyaşlarıyla yeniden doğuyor
Ama her doğum,
ruhundan bir parça koparıyordu
Toprağa, toza, sonsuz bir yasa gömülüyordu
Yürüyor…
bezgin, tükenmiş, yorgun..
Gölgesi…
sadık bir köpek gibi yanı başında...
Hırsından kovacak gölgesini tekmeyle...
Yalnız olmak istiyor.
Yapayalnız...
Deryalarda bir tekne gibi...
Bilmiyor ki tekneler dümensiz,
yelkensiz, pusulasız
selâmete varamazlar,
limanları bulamazlar.
Dalgalar tekneyi parçalayacak
ve yosunlar,
ve odun parçaları,
paslı teneke kutularıyla birlikte
sahile atacaktı.
Kaderi bellidir artık.
farkında değildi nereye gittiğinin
Aheste adımlarla
Uzaklaşıyordu kalabalıktan.
Kendinden uzaklaştıkça da
yalnızlığın girdabına sürükleniyor
bu da onda onulmaz sancılara neden oluyor
Kendini keşifle başlayan süreç
Allah’ı bulmakla sonuçlanmadıkça
keşif tamamlanmış olamazdı
bir nutfeden mezara doğru olan serüveni,
salt kendi hikâyesi değildi.
Bütün insanlığın da hikâyesiydi.
Bütün desise ve planlar,
insan kurgusuyla yine insanlık üzerine doğrultulmuş
bir silah olarak .
tarihte hiç görülmemiş bir kıyımla ,
insanlığı ortadan kaldırmaya çalışmakta.
Saat beş,
akşamın titreyen ellerinde
İstanbul’un soğuğu sırtında,
bir yığın kırık anı
unutmuştu bu şehre ait olmadığını.
Derice bir nefes çekti ciğerlerine,
sis sanıyordu ama değildi
günbatımı kırmızısına gömülüyordu ufuk
sessizce…
Ilık bir hüzün
Belki sadece umut fısıldıyordu kulağına
Burada bir yerin var.
sen bir gurbette değilsin .
Aklında delice sorular,
bu gidiş nereye .
Çiçek kırlar içindi.
Gök güneş için.
Ağaç meyve için.
Kâğıt yazı için.
Dünya insan içindi.
redfer