Kaidesiz heykeller yapardım yıldızsız gecelerde
Heykellerim çamurdandı…
Ufalanırdı kum gibi güneş değince gözlerine
Ufalanır ve uçup giderdi aydınlığında gündüzlerin…
İşte hep bu yüzdendi bekleyip durur olduğum gün batımlarını
Bu yüzdendi takılıp kaldığım kırılmışlığına solgun yüzlerin…
Yumardım gözlerimi girer girmez yatağıma
Ana rahmindeki mes’ut ceninler gibi iki büklüm
Uçuşurlardı rengârenk parıltılarla
Her birini seyre dalardım sıcak…
Hem elleri vardı heykellerimin ellerimi okşayacak
Ve hem titreyen ıslak dudakları
“Seni seviyorum” derken…
Kiminin endâmıydı saran ruhumu, kiminin sesi…
Hele bir tanesi vardı bir tanesi!
Boyu, ince belli sırça bir çay bardağı kadardı
Ateşten buğular yükselirdi her yerinden
Dokunamazdım…
Oturur benimle sabaha kadar ağlardı…
“Yosma” dedikleri cinstendi bir başkası
Beline her gün bir başka kemer bağlardı
Göğüs çatalına kadar ayrıktı yakası
Ve yırtardı karanlıkları kahkahası…
Dolgun kalçasını sallayarak bir o yana bir bu yana
Resm-i geçit yapardı önünde utangaç gözlerimin
Bakamazdım…
Dönerdi geriye, bütün inci dişleri meydanda
“Hadi gel!” der gibi el sallardı bana…
Açlıktan süzülmüş olanları da vardı heykellerimin
Korkudan altına işeyenleri de işkencelerde
Pankart taşıyanları da vardı şehrin tam orta yerinde
Şehrin tam orta yerinde, ıssız gecelerde
Sızıp uzanıvermişleri de vardı bankların üzerinde…
Ama ben en çok şu en dipte, şu en yalnız olanı sevdim
Şu en dipte ve en uzakta her gece ağlayanı…
Bana bitmemiş bir masal bırakıp yıllar önce
Bir seher vaktinde ansızın kaybolanı…
Ahmet KÖKEN