KINALI ELLERİ NASIRLI KIZ

Sen ey kınalı elleri nasırlı kız!..

Narin endamlı, fidan boylum

Al yazmalım, alın yazım,

Ey kar beyaz elleri,

Sim siyah bir yılan gibi akan bandın başında

Tuğla çamurunun rengine boyanan güzel,

Yakışmıyor sana modern çağın ırgatlığı.

 

Gül bakışlım!

Bu kavurucu temmuz sıcağında

Ellerin, serin bir eyvanda,

İlmeklerini işlemeliydi, göğe yansıyan sevdamızın.

Parmakların, sevda üstüne yazılmış

Güzel bir öykünün sayfalarını çevirmeliydi.

Gözlerinse kutsal bir metni okurcasına

Satırlara sinen duru bir sevgiyi okumalıydı.

Yabanıl hiçbir bakış süzmemeliydi, endamını.

Ve hiçbir göz değmemeliydi, o güzel gözlerine,

Seni helalliğin kutsallığıyla seven gözlerimin dışında.

Sen ey nazlı güzel!...

Yakışmıyor endamına ağır ırgatlıklar.

Böylesine ağır ırgatlıklara doğmamıştı,

O pamuksu eller ve nazenin parmaklar.

Bunu biliyorum.

Seninle ötelerden kalma bir yanımız var

Kan bağımız bir, aynı soydanız.

Çocukluklarımız bir,

Yoksulluklarımız bir

Kaderleri benzer semtlerin çocuklarıyız,

Kahrı bol, bahtı kara bir coğrafyada…

Sana meylim ondandır.

Bunu da biliyorum.

 

Ve isyan ediyorum sana yazılan bu yazgıya,

Ki aşkım isyanımı da aşıyor.

Ve isyanımsa aşkımı taşıyor,

Bu yüzden yakışmıyor sana ve akranlarına

Modern çağın ağır ırgatlığı

Beni anlıyor musun?

Ey kınalı elleri nasırlı Kız?

 

Sen ey nazlı güzel!...

“Suna dediysem sen, Leyla dediysem sen…”

Diye yakarmıştı üstadım, yıllar öncesinden.

Bense yüreğimin diliyle haykırıyorum sana:

Sen yok musun sen…

Sen yaşamın berrak coşkusu,

Sen bir gül, bir çemen, bir nergis,

Bir menekşenin o güzel kokusu.

Sen ki yüzünün rengini,

Mezopotamya’nın, ruhumuzu ısıtan,

Kanımızı kaynatan güneşinden almışsın.

Hamaratlığını toprağımın mümbitliğinden,

Yüreğindeki coşkuyu, diclenin, fıratın sularından,

Masumluğunu, göğün maviliğinden almışsın,

Sendeki merhameti, toprağın dişil nahifliğinden bilirim.

Ki, o güzel yüzün aynalara masumiyetin künhünü,

Sıcak yüreğinse büyük sevdaların coşkusunu okuyor,

Bunu yüzüne yansıyan isyanından bilirim.

 

Sen ey yaşamın coşkusu,

Sen ki, yangın yürekli şairlerin,

Hoyrat yüreklerinin harcına atılması gereken bir kilit taşısın.

Sen ki biçarelerin umudu, yoksul çocukların ekmeği, aşısın

İşte bütün bunların üstüne,

o masum yüzünle sen bu kadar zalim,

Bu kadar gaddar olamazsın.

Birilerine “seni seviyorum” dedikten sonra,

Dönemezsin tertemiz bir sevdanın orta yerinden.

Bürünemezsin ölümün soğuk sessizliğine.

 

Ki, şu anda sensiz bir yaşam, bana ağır bir ölüm,

Bu ahvalde yaşamak ise tanımsız bir zulümdür.

Ki yüreğime rivayet olunan kavle göre

Şu anda benim için sen

Ne gündüz ne gecesin

Ne bir harf ne de hecesin

Her şeyiyle tanımsız bir muamma,

Çözülmesi zor bir bilmecesin.

Çünkü ne sevdiğin belli ne de sevmediğin,

Kangren olmuş her yanım sancısından sensizliğin.

Kör bir törenin pençelerinde

Doğan her gün ile bir kez daha ölüyorum.

Çünkü dillendiremiyoruz gönül yakan sevdamızı

Paylaştığımız mekân hep ayrılığa savuruyor bizi

Ondandır ki çöküyor yüreğimize en ağırından bir sızı

O sızı ki, bu çarkın keskin baltalarına salıyor beni.

Ah gülüm, şunu bil ki

O baltalarla kıyılan hamur taş, toprak değil

Ruhumun özü, et ve kemiğimdir benim.

Bandın üzerinden akıp önüne dizilen

Ve parmaklarınla saniye başı dokunduğun,

Öğütülüp şekil almış bir tuğla hamuru değil

Aşkından küle dönmüş öz varlığımdır benim.

Bana uzaklardan saldığın her bakış,

Bir ok misali ciğerimi deliyor.

Zira gözlerim, firari bakışların dışında,

Sana dair bir şey görmüyor.

Gönlümse bir el uzatımındaki varlığından

Bir söz duymuyor.

Bu ağır dişliler arasında,

Acınası bir sağır ve dilsizliği oynuyoruz.

Ne olacak sanki be gülüm

Şu kör olası törenin duvarlarını yıkabilsek

Ve yüreğimizdekini,

Bir güzel hal ile haykırabilsek birbirimize,

Aktarabilsek meramımızı:

“Seni seviyorum yüreksiz, hem de bütün benliğimle,

Beni anlıyor musun?

Veya hayır arkadaş, oturalım oturduğumuz yere

Yok, aramızda yok bir şey, herkes kendi yoluna”

Diyebilsek birbirimize.

Söyler misin, ey nazlı kız?

Derilerimiz mi yüzülecek?

Yoksa kıyamet mi kopacak?

 

Sen ey nazlı güzel!

Öylesine zalim bir çarka düşmüşüz ki

Yüreğimize ateş düşmüş, içimiz kanıyor

Yüreğimizle birlikte insanlığımız da yanıyor.

Yine de açamıyoruz sevdamıza yüreğimizi.

Sevdiğimiz el işinde parya,

Ve leş kargalarının hin bakışları,

Gözbebeğimizin üstünden uçuşuyor.

Gıkımız bile çıkmıyor, sineye çekiyoruz,

Kursağa inecek bir lokma ekmek belasına.

Zira o şaşalı sıfatlarımıza rağmen

Biz de şu modern çağda nitelikli bir köleyiz.

Müdürüm, şefim, beyim,

Sayın muhasebecim…

Yollu hitaplarla bağlanıyor el ve ayaklarımız

Egolarımız şişirilerek bitiriliyor, insanlığımız.

Ve doğan her gün ile bir kez daha ölüyor insanlığımız

Bir lokma ekmek uğruna sevdiğimizi ele salıyoruz

Göz bebeğimizi leş kargalarına kurban eyliyoruz.

 

Sen ey kınalı elleri nasırlı Kürt Kızı

Söyler misin bana,

Aşkın hükümsüz,

Özgürlüğün prangalı

Ve yüreğin Çin işkencesinden öldüğü bir mekânda

Bir anlamı var mıdır yaşamanın?

Mem u Zin vatanında

Kırklar dağının düzünde

Fabrikaların dumanında tozunda

Bu yılın baharında yazında

Bir haller olmuş ikimize

Ziyaret çarpmış olmalı bizi

Seher yelinde ne vuslat var ne de ayrılık

Mizanı kaybeden mecnuna döndük

Çöller çağırıyor bizi.

 

Sen ey kınalı elleri nasırlı hamarat Kız

Bir kez daha haykırıyorum,

Sana doğru süzülen her yabani bakış

Zehirli bir ok misali yüreğime saplanıyor

Felç ediyor bütün duyargalarımı.

Bu yüzden beynimde çakıyor öfkenin bütün şimşekleri

Ve varlığım bir fırtınaya, bir borana dönüşüp

Her yanı yakıp yıkıyor.

Ve senin bana ait olmadığını hatırladığım an

İnan bırak dağ gibi isyanları

Ölümü bile ıskalıyorum.

O munis varlığım

Pimi çekilmiş bir bomba misali

Her şeyi imhaya yelteniyor.

 

Sen ey nazlı güzel!

Üstadım Sezai Karakoç’un feryadıyla:

“Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mum ardında bekleyen rüzgâr.

Işıksız ruhumu sallar da durur.

 

Yağmurdan sonra büyürmüş başak.

Meyveler sabırla olgunlaşırmış.

Bir gün gözlerimin ta içine bak.

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış ”

Ne olur anla beni.

 

Ölüm dediğin ne ki be gülüm

Ben senin uğruna daha zorunu seçmişim

Sana yakın olmak için modern çağın köle pazarları,

Tozu dumanı çok fabrikalarda çalışmayı seçmişim

Aşkına ermek adına yaşamdan geçmişim

Hakikatte o güzel gözlerin için

Eli, ayağı prangalı bir köleyim bu çağın pazarında

Oysa mutlu bir görüntüm var hal bilmezin nazarında

Ölmek mi dedin,

İstesem de ölemem ki

Sen beni sevdiğini söylemeden

Ölüm sarmaz ki beni gülüm.

Beni anlıyor musun?

 

Bütün sözlerimin özü,

Dedim ya gülüm,

Yakışmıyor endamına ağır ırgatlıklar.

Böylesine ağır ırgatlıklara doğmamıştı,

O pamuksu eller ve nazenin parmaklar.

Ve hiçbir göz değmemeli, o güzel gözlerine,

Seni helalliğin kutsallığıyla seven gözlerimin dışında

Beni anlıyor musun?

 

07.07.2011/Diyarbakır

( Kınalı Elleri Nasırlı Kız başlıklı yazı Sedat DOĞAN tarafından 23.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.