Gün geçmiyor ki,
yalnızlık hissi ağır basmasın…
An geçmiyor ki, kara
bulutlar ıssızlığı taşımasın yüreklerimize…
Ne kadar göreceli bir
kavram şu ‘’yalnızlık’’ dediğimiz. Etrafımıza yabancılaşıp, kuytulara kaçmak mı
daha kötüsü yoksa benliğimize olan aşinalığımızı yitirip, kendimizden
uzaklaşmak adına sığınmak mı dost bildiklerimize.
Neresinden bakarsanız
bakın, ağır bir külfet. Ne var ki, özümüzde hepimiz öylesine yalnızız ki…
Bireyden sosyalleşme
sürecine geçtik mi sanki aydınlanır gibi çöken karanlık. Bu sefer de uyum
süreci devreye giriyor ister istemez. Düşünsenize sayısız insan bir arada:
Gerek ortak bir gaye, gerek meslek icabı, gerekse çalışma yahut eğlence süreci
odaklı olsun. İster istemez kabulleneceğiz birbirimizi. Ya, kabullenmek bu
kadar kolay değilse…
Çatlak sesler devreye girdi
mi, bu sefer alt kümelere ayrılma ihtimalinin gündeme gelmesi kaçınılmaz.
Burada göreceli bir
liderin varlığı kaçınılmaz ve etrafına toplanan insanlar tabii ki onunla hem
fikir olmak kaydıyla.
İşin sosyal boyutu ayrı
bir dert, bireysel kaynaklı iletişim eksikliği ayrı bir dert.
Bireysel farklılıklar
da gözetildi mi, ayrışan grupların haddi hesabı yok. Sonuç yadsınamaz:
Kalabalık içinde ağır basan ayrışma ve topun ağzına gelen mağdurlar.
Kişisel sorunlar ve
menfi tutumlar da olaya dâhil oldu mu, olay tamamen kontrolden çıkmakta.
Ne yazık ki, okullarda
ne kadar eğitim alırsak alalım, ne kadar zeki ve başarılı olursak olalım
kişinin uyum süreci hızlanacak diye bir beklentiye girmemek lazım.
Ve diğer yandan,
okullardaki süregelen arkadaşlıklar ya da gruplaşmalar, çalışma ortamında aynı
performansı göstermeye de yardımcı olmamakta.
İş dünyası, tamamen
profesyonel zihniyete odaklı olduğu için hatayı ve duygusallığı bir noktadan
sonra kabul etmemekte. Sonuçta zamanı belirlenmiş, emek harcanan bir üretim söz
konusu. Bu, bir malın üretimi olduğu gibi verilen bir hizmet de olabilmekte.
Kısaca, işletme branşının temel prensibi bu bahsettiklerimiz. Perspektif ise
oldukça geniş: A’dan Z’ye akla gelebilecek her türlü mal ve hizmetin sunumu.
Müthiş bir oryantasyon gerekmekte
ilk etapta. Planlı, programlı, zaman odaklı ve başarıya yönelik kısaca.
Bireysel zafiyetler, yetersizlik ve hata yapma olasılığı yok denecek kadar az.
Prensibin dışına çıkmak ise, işletme zihniyetine ters düşen bir çıkarım.
Hedef rakamlar,
tutturulması gereken bütçe baz alındığı için, çalışan mekanikleşmiş bir
vaziyette hizmet vermekte. Zira işin temelinde gelir, gider kıstası yatmakta.
Çalışan belirli bir
ücret karşılığı emek verdiği için onun tek muhatabı işveren ve de işin
tamamlanma süreci. Dolayısıyla iş dünyası bazı şeyleri o kadar da
önemsememekte. Şüphesiz ki; uyumlu bir çalışma ortamı en ideali ama demin de
belirtildiği üzere, iş hayatı asla ve asla hata affetmemekte.
Bireysel ya da grup
bazındaki tutumlar işin verimini düşürmedikçe bireyin algıladığı düzeyde önem
arz etmemekte işveren açısından. Gerçi özellikle son zamanlarda uyum süreci
oldukça önem kazanmış olsa da, iş hayatı duygusallığı ve bireysel yetersizliği
o kadar da önemsemiyor. Pek tabii ki, istisnalar kaideyi bozmuyor diğer
taraftan. Bu açıdan da kurumlar ya da çalışanlar ve işin yetkili mercileri
farklılık gösterebilir. Ama mümkün mertebe dinamizm ve motivasyon sağlanmak
zorunda.
Burada en önemli görev ‘’insan
kaynaklarına’’ düşmekte. Zira işe alım sürecinde pek çok aşamadan geçmekte
adaylar. Bunlar; zekâ, başarı ve beşeri ilişkilerini sorgulama açısından
oldukça farklı olabilmekte. Gerek adayların mesleki bilgilerini ölçen sınavlar,
gerek genel yetenek sınavları gerek analitik zekâ yapılarını sorgulayan sayısız
mülakat gibi. Psikolojik testleri de unutmamalı.
Tüm bu aşamalar oldukça
kapsamlı. Gerek kurumum bünyesinde gerekçe danışmanlık firmaları tarafından
sağlanmakta.
Ve iletişimin gücü bir
kez daha ispatlıyor kimliğini. Hem ruhsal hem zihinsel açıdan sağlıklı
bireyleri kurumun bünyesinde toplamak işverenin öncelikli tercihi.
Bir gerçek var ki; iş
dünyası kolay kolay hata affetmemekte. Çalışanın gelir düzeyi katlandıkça omzuna
yüklenen sorumluluk ve iş gücü de paralel bağlamda artıp çoğalmakta.
Bu yüzden de çoğu iş
yeri adaylara deneme süresi tanımakta. Performansı değerlendirilirken, kişiler
gerektiği takdirde uzaklaştırabilmekte kurum tarafından.
Özellikle özel sektörün
acımasızlığı yadsınamaz bir gerçek.
Sonuç itibariyle;
yalnızlık, yaşanan sıkıntılar tamamen kişinin özel hayatında vuku bulan
durumlar değil. İş hayatının zorlukları da devreye girdi mi, süreç komplike bir
hal almakta.
Prensipte yatan tek
gerçek, bireyin hem kendisiyle hem çevresiyle hem de işiyle barışık olması.
Hele ki; işinden aldığı
tat ve doyum olumlu yönde seyrederse, bunun interaktif getirisi, artan verimle
doğru orantılı.
Ve yine söz dönüp
dolaştı, eğitimcilere geldi. Başarılı ve yerinde verilen eğitim, yalnızca
bireyin değil toplumun da geleceğini garanti altına alacaktır. Dolayısıyla,
öğretmenlere, eğitmenlere ve öğretim görevlilerine çok iş düşmektedir.
Öğrenciyi tanıyıp, anlamak, onun bireysel farklılıklarını göz önünde
bulundurmak hem bireye hem de topluma yapılan önemli bir yatırım.
Önce insan, önce sevgi,
önce empati…
Çocuk ya da yetişkin
için tek gereken, yaptığı işten zevk almasıdır. Birçok faktörü
değerlendirdikten sonra, mutsuzluk tek başına kişinin problemi olmaktan çıkıp,
sosyal anlamda toplumu ve ülkeyi de çıkmaza saplayacaktır.
Çocuk önce ailede
biter, bilinçli ebeveynler her daim çocuklarını gözlemleyip, eğitim camiasıyla
iş birliğine gitmelidir.
Eğer ki sevgi nasıl
paylaştıkça artan bir mefhumsa, mutsuzluk, hoşnutsuzluk da bir virüs gibi
pençesine alır hedefteki mağduru: İster dolaylı olsun, ister dolaysız.
Bireysel gelişim, ömür
boyu süreceği için, kişi kendini tanıyıp, hedefini de ona göre belirlemelidir.
Eğitim ve iş birliği ile
optimum verimin ve başarının sağlanacağı asla ve asla unutulmamalıdır.