Babama Japonyqa'yı Sevdiren Kadın-18
...
“Ben herhalde kendi kendimi kandırıyorum”
“Ben uçmadan hele sen bir uçmayı dene bakalım… Ben nasıl olsa
uçarım. Hala kendini yaralı hisseden tavus kuşlarına benziyorsun… Yaramı kaldı
anne? Aradan kocaman yirmi iki yıl geçmiş… Geçmişe kalın bir çizik çek ve
yepyeni bir hayata başla… Hala güzel bir kadınsın… Olgun ve tadında…”
“Öyle miyim?”
“Öylesin ya! Çok şükür gelirimiz de iyi… Evimiz var, arabamız
var. Daha ne olsun… Bizden aşağılara bakıp ne kadar iyi bir yerde olduğumuzu
görmüyoruz ki?”
“Şükürler olsun”
“Japonya ne kadar ilerlese de biz de de nice evsiz, barksız
fakir ve muhtaç yok mu? Kendine bir hedef çiz. Mesela bir yıl Kore’ye git. Seul
ve çevresini gez gel… Bir yıl Hindistan’a git oraları gör… Bir yıl hani senin yazıştığın
bir mektup arkadaşın vardı. Nereydi orası? Ha Türkiye’ye git. Yeni bir şeyler
keşfedersin… Hem yeni desenler, yeni motifler görürüsün. Çizimlerine ilham
olur.”
“Tek başına gezi çekilir mi be kızım?”
“Anne; koca dediğin peynir ekmek gibi markette satılmıyor ki… En
iyisinden alıp geleyim. Kafana göre bulacaksın birini? Kafana göre bile olmasa,
idare edecek kadar da olsa olur. Ne yapacaksın? İnsanın kendinden başkasını
değiştirmeye gücü yetmez ki!”
“Peki, sen ne yapacaksın tek başına?”
“Sen beni boş ver ya! Sen kendine bak… Benim daha yaşım genç…
Nasıl olsa kör topal bulurum kendime bir tane… Hem benim okulum var. O beni
yeteri kadar teselli ve meşgul ediyor.”
“Öyle deme kızım? Ömür
değdin nedir ki? Yıllar bir kuş misali elinden uçuveriyor da haberin bile
olmuyor”
“Benim gitme vaktim geldi. Sohbet güzel gidiyor ama çıkmam
lazım. Ya sen ne yapacaksın bu gün?”
“Bir ara yaptığım çizimleri atölyelere götürüp geleceğim. Ondan
sonra evdeyim… Bazen karakalem resim isteyenler oluyor. İsteyen olursa onunla
meşgul olurum.”
Anne kız baş başa kahvaltılarını yaptılar. Yumi annesinin
yanaklarından öperek, “Haydi, ben çıktım. Sana bol şanslar…” diyerek ona
sarıldı.
Yumi okulundaki derslerine girmek için evden ayrılırken, annesi
kahvaltı masasını kaldırıp ortalığı topladı. Ortalığa çeki düzen verdi.
Çizimlerini çizim kutusuna yerleştirip kapağını kapattı.
Trafik çilesine katlanmamak için arabayla gitmeyi istemedi. Kapıyı
çekerek evden çıktı. Hava parlak ve güneşliydi. Otobüs durağına kadar etrafına
bakına bakına yürüdü. Ağaçların yaprakları üzerine yağmış olan çiğ taneleri,
güneşle birlikte kuruyarak buharlaşıyordu. Islak ve nemli toprak kokusu hâkimiyetini
havada sürdürüyordu. Sonbahar renklerine bürünmüş ağaçları seyredip, temiz
havayı içine çekmek güzeldi.
İçindeki sevincin koltuğuna yaslanarak, geride bıraktığı hüzünlü
ve çileli yıllarına baktı. Birçok badire atlatmış, her şeye rağmen düzlüğe
çıkarak rahatlamıştı. Ama bir tarafını daima eksik hissediyordu. Kendini
kızına, çizimlerine ve evine adayıp çıkmıştı. Diğer yanda her geçen gün
içindeki ateşin sönmeye yüz tuttuğunu, adım adım küllenmeye doğru gitmekte
olduğunu görür gibi oluyordu.
Yol boyunca kızının anlattıklarını düşündü. Kendi kendine “bana
farklı da gelse, Yumi doğru söylüyordu. “Denesem ne kaybederim ki?” diyordu
içindeki diğer ses. İçindeki sesler ve sorular sanki sökülerek gelmek için
sanki bu anı bekliyormuş gibi ardı arkası kesilmeksizin sökün edip duruyordu. Monoton
ve tek düze bir hayat sıkmaya başlıyordu. “Nereden başlamalı? Bu iş nasıl
olacak?” gibi beyni düşünceler üretmeye başlamıştı bile…
Yıllarını geçirdiği sokakta ilk defa geçiyormuş gibi yabanıl bir
duygu kapıldı içini... Gezmediği ve girip çıkmadığı Kyoto’nun o kadar yeri
olduğu aklına gelince kendisi de şaşırdı. Kaldırımları ve duvarları boğuk,
donuk ve mat göründü gözlerine… Evlerin kapı ve pencerelerindeki oyma ve
kakmalarında zamanın izini taşıyan, pencere parmaklıklarına, merdiven
tırabzanlarına takılıp durdu gözleri… Uzayıp giden su kanallarına kaydı
gözleri… “Ben kimim? Ben yaşıyor muyum?” diye sordu kendi kendine…
“Ben ne kadar Osaka’lıyım? Ne zamandan beri Osaka’lyım? Osaka
beni ne kadar tanır? Veya ben Osaka’yı ne kadar tanıyorum?” diye art arda gelen
sorular karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Geçen zamana bakınca; doğdu ve
çocukluk yıllarını geçirdiği Wakasa’ya bile gitmeyeli ne kadar çok olmuştu.
“Bana ne oldu da bu kadar ilgisiz ve duyarsız biri olup çıktım. İnsanı hayata
bağlayan bağları koparıp atmak bu kadar kolay mıydı? Neden ve ne oldu bana?
Diyordu.
“Belki de yitip gidecek bir ikilemin penceresine takılıp
kalmanın bir gereği var mıydı?” diye düşündü. İçinde batırmaya, her uyanışında
üstünü örtmeye çalıştığı arzularını hala uyutmanın bir anlamı var mıydı? Bilemedi…
...
Devamı Var
...
Ant-150515