NEREDE O ESKİ ÖĞRETMENLER…
Nur, Yunus Emre ilkokulunda öğretmendi ve kızım Duygu da
onun okulunun tam karşısındaki Atatürk lisesinde okuyordu.
Atatürk lisesinin, benim de okuyup mezun olduğum lise
olması nedeniyle gözümdeki değeri bambaşkaydı. Bizi okutan öğretmenlerin
sanırım hepsi emekli olmuştu ve Allah rahmet eylesin bir çoğu ölmüştü.
Benim öğretmenlerim ve kızımın öğretmenleri birbirleriyle
alakasız kişiliklerdi. Bu alakasızlığın en belirleyici eylemi dayaktı.
Bizim yediğimiz dayakların haddi hesabı olmazdı. Okul
içinde yediklerimiz ne ise de, bir de okul dışında kahvehanede pişti oynarken,
köşe başında kız tavlarken, tavlamaya çalıştığımız kızlara sarkan rakiplerimizi
bertaraf etmeye çalışırken, ne bileyim, bunlar gibi bin bir çeşit suçu işlerken
yakalandığımızda okul dışında da yediklerimiz çabasıydı. Bir de yediğimiz onca
dayağa karşılık, dayağı atan öğretmenlerin karşısında bir dayak daha yememek
için korkuyla titrerdik, ama kesinlikle bir kine maruz kalmazdık ve kin
gütmezdik.
Altmışlı yılların sonuyla yetmişli yılların
başında Eskişehir Atatürk lisesinde okuyanlardan bu yazıyı okuyan var ise,
Bozkurt Hocayı hemen hatırlayacaktır ve şimdi dahi hemen ayaklanıp esas duruşa
geçecektir. Bir sürü ensemize tokat aşk ettikleri elleri öpülesi öğretmen:
Allah hepsinden razı olsun!
Kızımın öğretmenlerini, kızımın geç kaldığında
kapı üzerindeki küçük pencereden içeri bakarken ─sanırım komiklik yapıp
arkadaşlarını güldürürken─ yediği bir dayaktan sonra tanıma fırsatı buldum.
Dayaktan önce tanışmıştım, ama tanıyamamıştım ve kendi öğretmenlerim gibi
olduklarını sandığım için, eti senin kemiği benim diyerek, kızıma mukayyet
olmalarını rica etmiştim.
Aynı sınıf kapıları ve kapıların üstündeki küçük camlı
delikler bizim zamanımızda da vardı. Geç kalınca aynı deliklerden bizde
bakardık. Biz de şaklabanlık yapardık. Hatta sınıfta ders anlatan öğretmenleri
kızdırıp biz de dayak yerdik. Biz dayak yedikten sonra geçer sıramıza
otururduk, eve gidince ebeveynimize de anlatmazdık bile; suratımızda belirti
bulunur da sorgulanınca anlatmak zorunda kalırdık, ama bu defa da
ebeveynimizden zılgıtı yer köşemize çekilirdik.
Küçük küçük nedenlerle yediğimiz dayaklardan sonra
öğretmenlerimize adeta önlerinde secde dururcasına saygı gösterdiğimiz o dönem
ile öğretmenlerin attığı dayakta biraz aşırılığa kaçacak olursa soluğu
mahkemede aldığımız bu dönem arasında bir değişim olduğu anlaşılıyordu. İki
nesil arasındaki değişiklik neydi de bu fark oluşuyordu acaba?
Yorum yok! Bu konuya ilişkin küçük bir öyküm var ama…
İşte:
Üstü başı tarumar, yüzü gözü mor halde Yunusemre
ilkokulundaki annesinin yanına giderek, matematik dersine geç kaldığında kapı
üzerindeki küçük pencereden içeri bakarken yakalayan matematik öğretmeni tarafından
boş bir sınıfa sokulup tekme tokat dövüldüğünü anlattığında annesi öfkeden
küplere binmiş. O da bir öğretmen olduğu için ne yapar? Gider okul müdürüne, bu
kadar darbın insafsızlık olduğunu söyleyerek okul idaresini kınar ve
öğretmenden şikâyetçi olup gerekenin yapılmasını talep eder değil mi? Evet. O
zaman okul idaresi ne yapar? İyi bir idareci ise, matematik öğretmeninin
maksadını aştığını ifade ederek bir meslektaşları olan veliden özür diler,
değil mi? Evet, ama kötü bir idareci ise ne yapar? Matematik öğretmenine arka
çıkmak maksadıyla kızı kötüleyerek, o da bir öğretmen olan veliye hakaret ile
resti çeker. Evet, yapılan buymuş.
Kızın annesi, yani eşim Nur, böyle hakarete, reste pabuç
bırakacak birisi değil ki! Okul müdürüne bir tokat aşk ettikten sonra çıkıp
gitmiş oradan. Doğruca, o mıntıkanın emniyet amirliğine başvurup, şikâyetçi
olmuş ve kızına rapor alınması için Devlet hastanesine sevk ettirmiş. Darba
binaen onbeş günlük rapor alınmış kıza. Şikâyetinin savcılığa intikali için
emniyet amirliğine döndüğünde ise bir sürprizle karşılaşmış. Okul müdürü ve
matematik öğretmeni meğer daha önce gelmiş beş altı tane de müdür yardımcısı ve
öğrenci şahit ile ve alınmış beş günlük darp raporuyla şikâyette bulunmuş (!),
onların şikâyetlerine binaen de Nur’a ve Duygu’ya gözaltına alınmaları için
polis görevlendirilmiş. Nur ile Duygu’nun başvurusu hasıraltı edilip hastaneden
getirdikleri rapor da yok oluvermiş… Buna, komplo ile haklıyı haksız çıkartmak
denilir. Komployu kuran da malımızı, canımızı emanet ettiğimiz Bay Emniyet
Amiri. Zatı muhterem meğer okul müdürünü karakola çağırıp bu şekilde
yönlendirerek haklı duruma sokmak istemiş. Kafasına göre, sokmuş da. Savcılığa
sevk edilirken şikâyetçiler okul görevlileri, şikâyet edilenler Nur ile Duygu
olmuşlar ve sorguları bu şekilde yapılmış. Hatta nöbetçi hâkime bu şekilde
çıkartılarak, görevli devlet memuruna darp suçuyla tutuklanmaları talep
edilmiş, iyi mi? Allah’tan nöbetçi hâkim olanı biteni dinlemiş ve çözümlemiş
de, Nur’un da şikâyetçiliğini kabul ederek, Duygu’ya adli tıptan yeni bir rapor
aldırarak, karşılıklı olarak dava açarak okul idarecilerinin ifadelerini de
almış.
Nur, savcılıktan çıktıktan sonra, sahibi kendisi gibi
Emirdağlı olan, hatta uzaktan hısımı olan mahalli gazetenin idari merkezine
gidip olayı anlatmış. Oradan da Vilayet Makamına ve Milli Eğitim Müdürlüğüne
okul idaresinden ve matematik öğretmeninden şikâyetçi olduğuna dair dilekçeyi
götürüp verip okul hakkında soruşturma açtırarak müfettiş görevlendirmelerini
sağlamış.
Benim bu olanlardan haberim akşam iş dönüşünde eve
gittiğimde oldu.
Ertesi günkü gazetenin manşeti: “Öğrenci Velisine Dayak…
Kızını insafsızca döven matematik öğretmeninden hesap sorulması için okul
idaresine başvuran veli de okul müdüründen dayak yedi…” Habere geniş bir yer ayrılmıştı
ve Güvenilir(!) Emniyet Amirinin, kızın on beş günlük raporunu yok etmesi dâhil
her detay anlatılmıştı.
Benim bu olayla ilgili katkım, densizin hakkından imansız
gelir dedirten cinsinden oldu. Önce, şahitlik yaptırılan öğrencilerin reşit
olmamaları nedeniyle velileri aracılığı ile şahitlikleri geçersiz kılındı.
Zavallılar, zaten Duygu’nun güzelliğini kıskanan iki tane çirkin kızcağızdı ve
babaları sert yapınca şahit olduklarına da olacaklarına da pişman olmuşlardı.
Sonra, Banka müdürüm Behram bey kanalıyla onun hemşerisi ve dostu Emniyet
Müdürü Kamil Tecirlioğlu’na kötü niyetli emniyet amirinin riyakârlığını
anlattım ve adamcağızın karakoldaki Emniyet Amirliğinden alınarak merkezde masa
başında görevlendirilmesini sağladım. Aynı şekilde Eskişehir Valisi Hanefi
Demirkol’a (sempatisi olduğu bilinen Refah Partisinin İl Başkanına sevgili lise
sıra arkadaşım Davut Ardıç kanalıyla ulaşarak, adamın desteğiyle) gazetelere
kötü haber olmuş, hatta velilerden kalorifer dairesine kömür almak için
toplanan yardım paraları ile kömür almak yerine elektrikli ısıtıcılar aldığı ve
pahalı elektrik sarfiyatı ile devlete zarar açtığı duyulmuş (bu hikâyeyi Refah
Partisinin İl Başkanı biliyormuş, o anlattı) bir okul idaresinin halkı huzursuz
ettiği anlatılarak, soruşturmayı yürüten Milli Eğitim Müfettişlerinin duyarlı
olmalarını sağladım. Neticede, okul müdürüyle (İsmi yanlış hatırlamıyorsam,
Rüstem Ekmekçi'ydi) beraber şahitlik yapan müdür yardımcıları darmadağın edilip
şehir merkezi dışındaki okullara öğretmen olarak yollandılar ve Nur’da bu
cezayı yeterli görerek tatmin olunca, ben, “onlar olsaydı seni iyice ezmek için
sonuna kadar giderlerdi, sen de git,” diye ısrar etmeme rağmen, mahkemede
hâkime meslektaşlarının başka bir ceza almalarını arzu etmediğini söyleyerek,
hâkiminde hoşgörüsüyle mahkemeyi bitirdi.