Pötikare gömlek giyinmiş,
kısa pantolonlu şu çocuğu çok iyi hatırlıyorum. Unutmam da mümkün değil zaten,
çünkü bir pötikare gömleği hayatımda ilk ve son kez o gün giyinmiştim. Beş
yaşımdaydım. Tuhaf! O yıllarıma dair pötikare gömlek giymiş olmaktan gayri hiç
bir şey hatırlayamıyorum. Aslında hafızamdakiler gömleği giyinmiş olmam değil,
onu giyinmiş olmamdan ötürü yaşadıklarım...
Yaşanan olay tek, ama
yaşanan sarsıntı çok! Evet! Bir pötikare gömlek giyişim yüzünden yaşamımız
bambaşka bir çizgide sürmek zorunda kalmıştı.
"Hep beş yaşında kalacağını sanma
çocuk! Her fotoğrafta yüzlerce öykü yazılı... Her öykü hayatımıza ait bir
zamanı tüketti; onun için böyleyiz ya! Sen, tükene tükene ben olacaksın..
*
O gün, Muş Bulanık
Yetiştirme Yurdu’nda, yurt müdavimi çocuklara yeni tek tip kılıkları
dağıtılıyordu. Yurdun canlı bir organizmaya büründüğü nadir görüntülerden
birisiydi yaşanan; hiç kimse somurtmuyor, hiç kimse itişip kakışmıyordu.
Her çocuğun mutlu olması
için üzerine düşeni titizlikle yerine getirmekte olan, kollarına siyah
dirseklik takmış, şu uzun beyaz önlüklü kel adam, yurdun müdürüydü. Aynı
zamanda benim de babam olurlardı kendileri! Ben henüz beş yaşındaydım. Beş
yaşındaki o çocuk, dağıtılan kılıklara özenerek, yurt müdürünün kuyruğundan hiç
ayrılmıyordu; adam, al çocuğum, bu pötikare gömlek de senin olsun, diyerek onu
da mutlu ederdi belki! Ne var ki, az sonra önlüğünden çekiştirip durmasından
sıkılarak, müdür babası onu ite kaka eve yollayacaktı. Ev, yurdun bahçesindeki
bir lojmandı.
O yaşta anlayamadığım
şey, meslek onurunu her şeyin üzerinde tutan müdürün, ‘oğluna, yurt çocuklarına
ait bir gömleği giydirmiş,’ dedirtmeyeceğiydi; bu görevi kötüye kullanmak
olurdu.
Annelerin katı kuralları
olmaz; onun için çocuklar hep annelerine mızmızlanırlar.
Annem, yurt müdürü
kocasına kinlenerek, onun vermeyi esirgediği mutluluğu bana yaşatmak
isteyecekti. Bunun için de elimden tuttuğu gibi bir manifaturacı dükkânına
götürmüş, yurt çocuklarına giydirilen pötikare kumaşın aynından alarak gene
yakınlardaki terzide bir gömlek diktirip, hemen oracıkta giydirmişti. Eve nasıl
da mutlu dönmüştük!
"Bak baba, benim de
gömleğim var!”
Koşarak yanına gelmekte
olduğumu görür görmez, babamın suratı mosmor kesilmişti. Sinirliliğini sahte
mimiklerle perdeleyerek, elimden tutup eve götürdükten sonra beni, adeta
savurarak kapıdan içeri atmıştı. Peşimiz sıra eve giren anneme de, “nereden
buldun bu gömleği Hanımeli? Çabuk çıkart şunun sırtından!” diye bağırmaya
başlamıştı.
Bu emre itiraz etmek söz
konusu değildi. Derimi yüzüp almışlardı sırtımdan, canım çok yanmıştı,
çok...
Ağladığımı görerek bunu
anlasınlar istemiştim, fakat bu da babamın iyice öfkelenmesine neden olmuştu.
“Kes mızmızlanmayı!” diye bağırarak suratıma okkalı bir tokat atmıştı. Annemin
sabrı taşmış; kocasına evlilikleri süresince ilk kez kafa tutmaya başlamıştı.
‘Oğlun yurt çocuklarıyla
aynı kılığı giyinirse kendini aşağılanmış mı hissediyorsun?’
Babam, asıl kızdığı
konuyu unutmuş, bu defa da yurttaki çocuklarını aşağıladığını iddia eden
karısına bu yüzden kızmaya başlamıştı.
‘Böyle bir şeyi nasıl
sorabilirsin bana? Benim böyle bir aşağılık kompleksi içinde olmayacağımı
senden daha iyi kim bilebilir? Yazıklar olsun!’
Kırgın, işine dönmüştü.
Döndüğünde ise canını
iyice sıkan bir sürprizle buluşmuştu. Yurt çocuklarının kılıklarının
dağıtılmasıyla ilgili mesai tamamlandığında bir gömlek eksik çıkmıştı! Sanki
her şey bir kurguymuşçasına, ardı ardına geliyordu.
Yurt müdürü, yurdun
mubayaa memuruna, ‘neden saymadan teslim aldın gömlekleri!’ diye çıkışmaya
başladığında, adam, ‘ben sayarak teslim aldım müdür bey, ama yenge hanımın oğlunuza
giydirdiği gömlek eksik çıkıyor işte!’ deyivermişti. Böyle bir şey olamaz!
*
"Zavallı babam, bu
kadarcık bir yanlış isnadın altında öylesine büyük bir çaresizlikle ezilmişti
ki! Bu nedenle, bana diktirilen gömleğin götürülerek, gömleği verilememiş olan
çocuğa giydirilmesinden dolayı hiç üzülmemiştim."
“Gerçekten de hiç
üzülmemiştin. Aferin sana çocuk!”
“Mubayaa memuruna
manifaturacı ve terzi şahit gösterilerek gerçeğin ispat edilmesi gerekmişti.
Babamın maruz kaldığı o eziklikten sonra, soğuyuvermiştim pötikare
gömleklerden…”
“Biliyor musun
çocuk, bir daha pötikare gömlek
giymeyeceksin, hiç… Bir pötikare desenli gömlek gördüğün zaman, hep bu anını
anımsayacaksın ve babanın meslek onuruna verdiği değer, senin de memuriyetin
süresince düsturun olacak. Dik durmayı ve doğru bildiklerini yapmayı hiç
bırakmayacaksın. Yaşadığın her şeyin ardından başını yastığa huzur içinde
koyacaksın. Birçok
kez bunun bedelini mutlaka ödetecek hayat, ama her şart altında
"omurgasız" olmaktan iyidir. İlkeler ve değerler olmadan yaşanacak
hayatın, elde edilecek gelirin ya da mevkiinin senin gözünde hiçbir değeri
olmayacak.
*
Her şeye en çok anneler
üzülür! Hanımeli, kocasının karşılaştığı ithamdan dolayı kendini sorumlu tutarak
kahırlanıyordu.
Bir gün aşağı mahallede
bir ahbabı ziyaretten dönerken, yurdun mübaya memurunun oturduğu evin önünden
geçmesi icap etmişti. Sokakta oynayan altı yaşlarındaki bir çocuğun sırtındaki
pötikare gömlek dikkatini çekince çocuğun mübaya memurunun oğlu olduğunu fark
etmişti. Gerçek hırsızı yakalamıştı işte!
Oyalanmadan uzaklaştı
oradan; hızla yurda ulaştı. Hışımla müdür odasına çıktı.
"Kalk Ali! Acele
et! Önemli bir şey göstereceğim..."
"Hayırdır? Nedir bu
telaş?"
"Lütfen soru
sormadan benimle gel! Mübaya memurun burada mı?"
"Burada."
"Çağır, o da
gelsin!"
Merdivenlerden adeta
koşarak indiler. Müdür bey, malzeme ambarı bürosuna girerek, yanında mübaya
memuruyla geri geldi.
"Hayırdır yenge?
Bir sorun mu var?"
"Hayır, hayır! Hem
de çok hayırlı bir iş için benimle gelmelisin. Acele edin!"
İki adam şaşkın, uygun
adım Hanımeli'nin peşi sıra yürüyüp gittiler. Gittikleri yer mübaya
memurunun oturduğu sokak olunca, adam
bir şeylerden işkillenir gibi oldu. Evinin önünde oynayan çocuklar arasındaki
oğlunu gördüğü anda da her şeyi anladı.
Hanımeli, doğruca
çocukların arasına dalıp mübaya memurunun oğlunu çekiştire çekiştire adamların
önüne getirdi.
Kocasına, "işte, bu adamcağızın oğluma
giydirdiğimi iddia ettiği gömlek! Meğersem o, kendi oğluna giydirmiş!"
Adamın yüzündeki bütün
kan çekilivermişti. Dili damağı kurumuş bir halde konuşamaz hallere
düşmüştü. "Şey... Efendim...
Ben..."
Müdür bey, ona sadece,
"değer miydi, Sedat efendi? Değer miydi?" diye sormakla yetinmişti.
Değer miydi?
Müdür bey kişisel yetkisini
kullanarak adamı mübaya memurluğundan alarak bürodaki bir masaya oturtmuş,
bürodaki başka bir memuru da mübaya işleriyle görevlendirmişti. Gene kendi
yetkisini kullanarak adama verdiği 'kınama cezasını' tebellüğ ettirerek sicil
dosyasına takmıştı.
Mübaya memurunun mensup
olduğu aşiret içinde birbirleriyle hısım olan çarşı esnafları, hemen o gece
mübaya memurunun evinde bir toplantı yaptılar. Ana konu, bundan böyle
yetiştirme yurdunun ihtiyaçlarının kendilerinden satın alınmayacağıydı; oysa mübaya
memuru yurdun her ihtiyacını onlardan temin eder, onlar da ona bir miktar
rüşvet aktarır, böylece geçinip giderlerdi. Her birinin ortak derdi, "yurt
alışverişi keserse iflas edecekleriydi." Aralarından seçtikleri iki
kişiyi, çok önemli bir milletvekili olan aşiret reisleriyle görüşmek üzere Ankara'ya
yollamaya karar verdiler. Milletvekilinden, mübaya memurunun görevine iade
edilmesi için yardım isteyeceklerdi.
Babam aslında
eğitimini ilkokul öğretmenliği için yapmış, fakat bir ilkokulda
görevlendirilmek yerine yetiştirme yurdunda görevlendirilince, bu görevde yirmi
yıl çalışmış, yurt müdürlüğüne kadar da terfi etmişti.
Bu olayın yaşanmasından
sonra, çok değil, daha bir ay geçmişti ki, gelen resmi bir yazıyla kendisine,
kadrosunun Milli Eğitim Bakanlığına devredildiği bildirilivermişti. Milli
Eğitim Bakanlığı onu Kütahya ilinde merkez köylerinden
birinin okuluna tayin ederek, madem öyle işte böyle, mantığıyla bir şekilde
cezalandırmıştı. Babamın yirmi yılını geçirdiği yetiştirme yurdu görevlerinden
sürgün ile ilkokul öğretmenliğine geçişi hepimiz için sürpriz olmuştu. Babam
için ise, yıkım!
Yöneticilikten yönetilmeye, lojmandan kiralık
eve, tazminatlarla birlikte iyi sayılabilecek bir maaştan daha düşük bir sınıf
öğretmenliği maaşına dönüşüm hepimizin katlandığı bir ceza olmuştu.
"Babam,
'Batıda öğretmen olmak, doğuda müdür olmaktan iyidir,' diyordu.
"Züğürt
tesellisi! Buna inansaydı sana karşı bilinçaltında bir düşmanlık beslemezdi.
Evet, bundan sonraki ilişkilerinizde sana takındığı tavır, bu sürgün olayının bilinçaltında
oluşturduğu düşmanlıktan dolayı olsa gerek."
Lojmanda demirbaş olarak
bulunan eşyaların dışındaki şahsi eşyalarımızı toparlayarak trenle yolladıktan
sonra biz de bir otobüsle Kütahya'ya doğru yola çıkmıştık.