Bahçe içinde tek katlı üç ayrı ev vardı. Evlerden
birinde ev sahibesi oturuyordu. Onun sol yanındaki tek odalı küçük evde benim
kayıt edildiğim okulun öğretmenlerinden genç bir bayan oturuyordu. Ev sahibesi
güleç yüzlü, konuşkan bir kadındı. Altmışı yaşlara yakın bir yaşı vardı, ama
öyle deforme olmuş bir vücudu yoktu, boylu posluydu. Mahalle baskısını
umursamadan dekolte kılıklar giyiniyor, istediği gibi gezip tozuyordu. Onu
dillere düşürecek herhangi bir ilişkisi yoktu… İlk kocası öldükten sonra aşık
olduğu bir adamla da nikahsız yaşamış. Nikahlı kocasından bir oğlu var,
astsubay olmuş. Nikahsız yaşadığı adamdan da iki oğlu daha olmuş. Nikahsız
yaşadığı adam, bir türlü nikah kıymaya yanaşmadığından, en sonunda aşkını
yüreğinden silip atarak, adamı ve çocukları Bursa"da bırakıp gelmiş, ilk
kocasından kalma bu eve yerleşmiş. Kadın, kiraya verdiği iki evin kirası,
sahibi olduğu tarlalarda yetiştirdiklerinin getirisi ve evin bahçesinde yetişen
meyveleri ve kendi yetiştirdiği sebzeleri satarak geçiniyordu. Kırk yılda bir
astsubay oğlu da üç, beş, yardımcı oluyordu.
Evimizin bahçesinde ev sahibi kadının ölen ilk
kocasının hevesle dikmiş olduğu fidanlardan meydana gelmiş çeşitli meyve
ağaçları vardı; adamcağıza hiç birinin meyvesini yemek nasip olmamış.
Özellikle dutu çok seven adam, ölümünden az önce,
"mezarımın başı ucuna bir dut fidanı dik ki, üstüne konan kuşlar
meyvelerini bol bol yesinler," diyerek vasiyet etmiş. Kadın bu vasiyeti,
nikahsız kocasından kaçıp geldikten sonra yerine getirebilmiş…
Evimiz oldukça geniş ve rahat, zaten kirası da
öğretmeninkinden fazla. Genç öğretmenle, taşındığımızın daha haftası
dolmamışken dostluk kuran ablam, öğretmenin benim derslerime de yardımcı
olmasını sağlıyordu.
Beşinci sınıftaki ikinci yılımda geçen yılki o tembel
öğrencinin yerini bu yıl sınıfının en çalışkan öğrencisi almıştı ve bu defa
akıllanmıştım, sınıftaki kızların hiç birisine aşık olmuyordum.
Ya kızlar?
Şehirden gelen oğlan, kızların cazibe merkezi
olmuştu ve işleri güçleri oğlanın dikkatini çekmek için cilveler yapmak
olmuştu.
Seyitgazi"de ki sınıf arkadaşlarımdan
kızların ilgileri, erkeklerin kıskançlığına ve benden uzaklaşmalarına neden
oluyordu. Oysa benim istediğim erkeklerle arkadaş olabilmekti…
*
Ablamın mesleği çok meşakkatli bir işti. Kızcağızın
doğru dürüst mesai saati yoktu, gündüzünü geceye katarak çalışıyordu. Hafta
tatillerinde de ya iş için çağrılıyordu, ya da bir haftalık yorgunluğun
bitkinliği ile sere serpe yatıyordu. Bu karmaşa içinde iki ay gelip geçmişti
bile ve ablam hiçbir hafta sonunda Eskişehir"e de gidememişti.
Pazartesi günü başlayacak Ramazan Bayramı
nedeniyle okullar dokuz gün tatilde olacaktı. Sıkılıp da annemi, babamı özledim
diye mızmızlanmaya başladığımda Cuma gününden, "bunlar bu yılın ilk
mahsulleri, götür anneme, babama," diyerek elime bir çanta dolusu da yeşil
erik tutuşturarak, Eskişehir"e yolladı. Tam çıkıp gideceğim anda dörde
katlanmış bir mektup kağıdı aldı eline. "Bunu da Şaban"a verir misin?
Lütfen!"
"Şaban kim yav?"
"Tanıyorsun ya…"
"Ha, şu emekli imamın oğlu?"
"Evet, ona…"
Bana yaptırmak istediği şeyin hoş bir şey
olmadığını hissediyordum. Bozularak, "Beni, aranızda çöpçatan mı yapmaya
çalışıyorsun? Bana ne, git postaneden yolla!" diye söylendim.
"Kötü bir şey yok. Boş bir mektup kağıdı
yolluyorum sadece, al, bak," diyerek katlı kağıdı açtı.
Gerçekten de üstünde hiçbir yazı olmayan bomboş
bir dosya kâğıdıydı. Niçin böyle bir şey yaptığını aklım almıyordu. "Bir
şey yazmıyorsan, niye yolluyorsun ki, bu kâğıdı?" diye sordum.
"Var elbet bir anlamı." .
"Neymiş o anlam?"
"Şaban anlar."
"Bana da anlat, yoksa götürmem…"
"Anlatırsam götürecek misin?"
"Eh, kötü bir şey değilse…"
"Tamam! Tayin olup, buraya gelirken ufak bir
münakaşa geçmişti aramızda. Bu beyaz kağıdı yollamakla ona, ben münakaşamızı
unuttum, temiz bir sayfa açtım aramızda, demek istiyorum."
Bu muymuş anlamı? Amma da aptalca… "Demek
istediğin şeyi iki satırla yazıp belirtmek varken, böyle anlatmaya çalışman…"
Çok aptalca bir şey, diyecektim, demedim, sustum.
Ablam anladı demek istediğimi, cilvelenerek, "romantiklik
olsun diye böyle anlatmak istiyorum…" dedi.
Aldım mektup kağıdını, ceketimin cebine
sokuşturdum. "İyi madem, götüreyim."
Evden çıkıp, Eskişehir minibüslerinin durağına
giderken, yolun sağ yanı boyunca yer alan alanda mahallenin çocuklarını maç yapmaya
hazırlanırken gördüm. İçlerinde sınıf arkadaşlarımdan da vardı.
Minibüsün kalkma saatine daha vardı. Biraz
dikilip onları seyredebilirimdim. Yok, yok… Ben de oynamalıydım onlarla.
Minibüs kaçarsa kaçsın, akşama kadar daha on tane minibüs vardır gidecek;
birine binemezsem ötekine binerdim.
Çocukların yanına sokuldum. İçlerinden ikisi
ayaklarını birbirinin ucuna ekleyerek, "aldım, verdim, ben seni yendim,"
diye diye birbirlerine doğru ilerliyorlardı. İkisinden ayaklarının buluştuğu
anda son adımı atmış olan ilk önce bir oyuncu seçti, sonra öteki…
Etraflarındaki oyuncuları böyle böyle paylaşmaya başladılar.
Beni de seçseler ya!
Çantanın içinden bir avuç erik aldım, iki
elebaşına uzattım.
"Erik yer misiniz?"
Alıp yemeğe başladılar. Çevredekiler, onlara da
ikram etmemi beklediklerini beli ederek, gözlerini bana dikmiştiler. Onlara da
üçer, beşer tane dağıttım.
Tamam işte, rüşveti verdim; beni de seçerler
artık!
Oyuncu seçimi tamamlandı, ama beni seçmediler.
Yüzsüzlüğü ele alıp, "ben de oynasam ya!"
diye laf attım.
Elebaşlılardan birisi, "bu gün takımları
kurduk artık, inşallah başka zaman," diyerek çantama eğildi. "Erikler
de çok güzeldi. Versen ya biraz daha!"
Çantaya daldırdım elimi, yeniden başladım
dağıtmaya. Belki bu defa, "hadi madem, oyna sen de," deyiverirler.
Kenardan bizi seyrederek, dağıttığım eriklerden
bir tane bile almamış olan bir çocuk vardı; giyim kuşamı ötekilere göre oldukça
yeni biri. Yanıma sokulup kulağıma, "sen enayi misin?" diye
fısıldadı; "Ne diye erik verip duruyorsun bunlara?"
"Olsun," dedim.
Oğlan "o erikleri evinize götürmüyor musun?
Büyüklerin ne der sana sonra?" diye devam etti.
Erikleri Eskişehir"e götürmesem ne olur ki?
Annemin, ablamın erik yolladığından haberi mi vardı sanki? Kimbilir ne zaman
görüşürler, o zamana kadar da erik bollaşmış olurdu çarşıda pazarda, lafı bile
edilmezdi. Şimdi, önemli olan bu çocuklarla arkadaş olmak, oynamaktı…
Herkes çevremi sarmış, ne güzel, verdiğim
erikleri bana gülücükler yollayarak yiyorlardı. Dostluklar böyle kurulur!
Değil mi, ama?
İyi giyimli oğlan da geveze bir şey galiba,
susmak bilmiyordu. "Bunlara ağaçlarda ki bütün erikleri dağıtsan
yaranamazsın aslanım!" diye söylenerek yanımdan ayrıldı. Ayrılmamış
olsaydı sabrım tükenecek, ben def edecektim yanımdan.
Çocukların çoğu verdiğim erikleri yiyip
bitirdiler. Onlara, "biraz daha yer misiniz?" diye sorarak yeniden
erik veriyordum. Eriği biten avucunu uzatıyordu. Ben avuçlara çantadan
çıkarttığım erikleri dolduruyordum. Erikler kapanın elinde kalmış, böylece son
erikler de bitmişti.
Eriklerle birlikte, bana yoğunlaşmış ilgi de
bitiverdi.
"Hadi!... Herkes yerini alsın! Maç başlıyor!"
Taraflar başladılar maça…
Ben bir kenarda kabak gibi kalakaldım.
Ne yazık ki, dağıttığım rüşvet fayda etmemişti.
Olan anamın eriklerine olmuştu.
Eskişehire iner inmez, doğruca Safinaz ablaya
çıktım. Oturduk. Safinaz abla ile öylesine rahat hissediyordum ki kendimi, konu
ne olursa olsun, güzel güzel konuşuyorduk. Sadece benimle ilgili olanları
değil, onunla ilgili olan konuları da...
Epeydir uzak kaldığım için özlemiş olabileceğimi
söyleyerek önüme bir tabak dolusu şam tatlısı koyup yemem için baskı yaparken,
bir yandan da Seyitgazi günlerimi sorguluyordu.
Bir ara mutfağa gidip gazocağını yakarak üstünde
ablamın verdiği dosya kağıdını ısıtmaya başladım. Baktım, gerçekten de dosya
yüzeyinde yazılar belirdi. Okunur hale gelir gelmez yazılanları büyük bir
merakla okudum.Meraklı ev sahibesi mutfaktan dönüşüm gecikince peşimden sinsice
gelince korktum. Bir anda elimdeki dosya kağıdı ateşle temas ederek tutuştu. Neredeyse
elimi yakacakken kağıdı yere bıraktım. Kağıt yanarak kül oldu.
"Ne yapıyorsun burada, yakışıklım?"
"Korkuttun beni! Sayende bir şey yapamadan
kağıt tutuştu," diye çıkıştım.
"Vereyim bir dosya kağıdı, yeniden yap,
madem ki!"
"Ver!"
Dosya kağıdı bulmak için mutfaktan çıkında
gazocağını kapatıp ben de çıktım.
Bulup getirdiği dosya kağıdını katlayıp cebime
yerleştirerek dış kapıya yöneldim.
"Ben aşağıda ki levazımatçı dükkanına
iniyorum. İmamın oğlunu göreceğim. Oradan da eve çıkarım. Sonra gelirim gene."
diyerek çıktım evden "
"Tamamdır yakışıklım!"
İki ay öncesine kadar çalıştığım çay ocağına
indiğimde benim yerime işe alınmış olan Nuri ile tanıştım. Evinden getirdiği
kırkbeşlik plaklarının biri bitiyor, ötekini çalıyordu, çay ocağını müzikhole
çevirmişti adeta. Çay içmeye gelenlerin kafaları şişiyordu müzikten, bazen "kapat
şunu!" diyerek çekişiyorlardı. Gene de kapatmıyordu da, pikabın sesini
kısıyordu. Çaldığı şarkıların hemen hepsinin sözlerini ezbere biliyordu. Sık
sık kendini kaptırıp şarkılara eşlik ediyordu. Bazen de, çay ocağında kimse
olmadığında, çalı süpürgesini alıyordu eline, gitar çalıyor gibi taklitler
yapıyordu.
Onun bu müzik düşkünlüğünden çok etkilendim.
Emekli imamın oğlu iki çay almak için geldi; beni
görünce sevindiğini belli ederek, "hoş geldin!" dedi.
Biraz dalga geçmek için, "hoş bulduk enişte!"
dedim ona.
Hitap şeklimden tedirginlik duyarak gözlerini
Nuri"ye yönlendirdi.
Nuri de, "çaylar hazır enişte! Alabilirsin,"
diyerek doldurduğu bardakları uzattı.
Emekli imamın oğlu aldığı çay bardaklarını
götürdü.
Çayları götürdükten az sonra yanıma gelerek
oturdu. "E-e? Seyitgazi"de işler nasıl gidiyor?"
Lafı nereye getireceğini adım gibi biliyordum ya,
neyse…
"Nasıl gidecekti ya? Okula gidip geliyorum
işte…"
Sanki benim okulum pek de umurundaymış gibi, "dersler
nasıl?" diye sordu.
"İyi," diyerek kestirip attım.
O da uzatmadı zaten, asıl merakını gidermek için,
"ablan iyi mi?" diye sordu.
"Çalışıyor işte…"
Cevabımın soğukluğu karşısında pek de üstüme
gelmek istemez gibi, "iki ay oldu gittiğiniz. Her hafta sonunda gelirsiniz
diyordum ya…" diye mırıldandı.
Gene soğuk bir yanıt verdim ona. "Gelemedik
işte…"
"Yok, hani, bir haber alamayınca, merak
ettiydim sizi."
Bizi mi? Yalancı! Ablanı diyemiyordu da, beni de
katıyordu lafına; sanki kırk yıl görmese beni bir kere bile aklına gelirmişim
gibi… Gülümsedim. "Ablam, önünde arkasında hiçbir yazı olmayan boş bir
dosya kağıdı yolladı sana," dedim.
Birden heyecanlandı. "Öyle mi? Nerede? Bana
verecek misin onu?"
"Dedim ya, bomboş bir dosya kağıdıydı.
Versem ne olacak ki!"
"Boş da olsa, benim için yollanmış ya…
Kıymeti var elbette."
Ona, cebimden çıkarttığım katlanmış dosya
kağıdını teslim ettim. "Tamam, al emanetini o halde!"
Mutluluktan kanatlanıp uçar gibi, verdiğim
kağıdı alışı ve ayaklanmasıyla, gitmesi bir anda oldu.
İnsan bir mazeretle filan gider, ama o beni
umursamadan öylece gitti. Bozuldum tabii ki…
On beş dakika geçti ya da geçmedi; asıl emekli
imamı oğlu bozulmuş bir halde gelip karşıma dikildi. "Esas kağıdı
vermemişin bana!"
"Vermemiş miyim? Nasıl yani… Beyaz bir dosya
kağıdı yolladı işte… Nereden çıkardın şimdi bunu?"
Bir an vereceği bir cevap bulamayarak hık mık
ettikten sonra, "ben bilirim," dedi. "Bu Esin"in yolladığı
kağıt değil!"
"Valla kusura bakma enişte! Asıl kağıdı,
üstüne serumla yazılmış gizli yazıyı okuyabilmek için gazocağına tuttuydum,
maalesef bir anda tutuşuverdi. Sırlarını çözmüş olmamın şaşkınlığı ile birlikte
oturup kaldı. "Senden korkulur birader. Cin gibisin valla! Bari, kağıtta
mühim bir şey yazılı mıydı, onu de…"
Acıyordum da kerataya. "Söyle kolayı,"
dedim.
Nuri"ye seslenerek, "ver bir kola,"
dedi.
Kola şişesi açılıp önüme konulduğunda başımdan
dikip bir fırt çektim, sonra, "bayramda beni buraya yollayarak benden kurtulmuş,
Seyitgazi"de yalnızmış, gidersen görüşürmüşsünüz…"
"Evinizi bilsem?"
"Evde değil, Sağlık ocağında bekleyecekmiş
seni. Seninle beraber ben de geleceğim Seyitgazi"ye, telaşlanma… Seni ben
götürürüm onun yanına."
Güldüm. Bir fırtlık daha kola içtikten sonra, "beni
de aranızda çöpçatan ettiniz ya; helal olsun size valla," diye söylendim.
Kıkırdayarak gülmeye başladım. "Bu aşkla siz evlenirsiniz nasıl olsa,"
dedim. "Benim ki, pek de pezevengliğe girmez…" Bir an sustuktan
sonra, tereddüt ederek, "girmez değil mi?" diye sordum.
"Girmez," dedi.
"İyi… Evlenirsiniz değil mi?"
"Evleneceğiz."
Resti çektim:
"Ya anneni babanı yollayıp istetirsin
ablamı, ya da ilişkinizi babama ihbar ederim!"
Oğlan bu tavrım karşında küçük bir şok geçirdi.
Bir süre, kafasında dolaştırdığı düşüncelere odaklandı. Tedirgin olmuştu.
"Ablan da istiyor mu bunu?" diye sordu.
Bu soruyu anlamsız bularak, "ister tabii ki,
neden istemesin ki!" diye söylendim.
Emekli imamın oğlu, "bana kalsa çoktan
istetecektim ben… Ama, ablan istemiyor," deyince, bu defa da ben küçük bir
şok geçirdim.
Laflarımı geveleyerek, "nasıl yani?"
diye sordum. "Niye istemiyormuş?"
"Ebelik kadrosu onaylanıncaya kadar
beklememizi istiyor o…"
Ebelik kadrosu mu? O da neymiş? Aklımın ermediği
başka konular vardı galiba; oğlan anlayabileceğim bir dille açıkladığında,
ablamın işinde altı aylık denenme süresi geçirdiğini, altı ayı tamamlayıp
kadrosu onaylanınca kadrolu bir memur olabileceğini öğrenmiş oldum. Bu durumda "istet
ablamı!" diye diretmemin bir anlamı olmayacaktı. İki ayı geçmiş, kalmıştı
dört ay; dört ay sabretmem gerekecekti. Kendimi rahatlatmak için, "ablamla
evlenecek misin?" diye sordum.
"Elbette evleneceğim," dedi.
Elbette evleneceklerdi. Evlenmesinler de göreyim!
Ama, dört ay sonra… Bu, onların
ilişkisine dört ay daha göz yummam demekti.
*
Benden bir iki yaş daha büyük gösteren Nuri'nin
işi gücü müzikti.
Nuri, bu işte çalışmasındaki amacının bir elektrogitar
ile amfi alabileceği parayı biriktirmek olduğunu söylüyordu.
Evde, radyoda bir müzik çalındığı zamanlar,
radyonun sesini sonuna kadar açıyor, ben de onun gibi şarkılara eşlik ediyor,
annemin süpürgesini alıp gitar çalma taklidi yapıyordum. Şarkı sözlerinin
tamamını onun gibi ezbere bilemiyordum, aklımda kalmış kısımları söylüyor,
bilmediğim kısımları da pür dikkat dinleyip sözleri ezberlemeye çabalıyordum.
Bu çabamı öğrendiğinde Nuri, "bunda bine
yakın şarkının sözleri var, istersen bir şarkı defteri tutup yaz bunları,"
diyerek kalınca bir defter verdi. "Yalnız defterimin başına bir şey
gelmesin ha!"
Bana dünyayı bağışlasa bu kadar mutlu edemezdi.
Gecemi gündüzüme katıp bayram sonuna kadar şarkı sözlerini temize çekmeliydim.
Bakkala gittim. Onda çeşitli defterler vardı,
biliyordum. Matematik defterimin aynısı olan sarı sayfalı kalın bir defter ile
bir tükenmez kalem satın alıp çay ocağına döndüm. Hiç vakit kaybetmemem
gerekiyordu, şarkı sözlerini hemen orada kendi defterime geçirmeye başladım.
Bu yoğun meşgalem esnasında çay ocağına gelen
emekli imamın oğlu, ne yaptığımı merak ederek defterlere bir göz gezdirdikten
sonra, "onları tek tek yazmakla baş edemezsin, fotokopi çektirtsene,"dedi.
Fotokopi de neydi ki? İlk kez duyuyordum.
"Bir makine var, böyle yazıların filan
kopyasını dosya kağıdına çıkartıyor," diyerek izah etti.
Sadece bir dosya kağıdı on kuruştu. Bu defterde
vardı yüz sayfa. Yüz dosya kağıdı ederdi on lira; e, makine sahibi de on lira
alsa, ederdi yirmi lira… Yirmi liram olsa…
"Sen ver o defteri bana," diyerek
defteri önümden aldı, çıktı, gitti.
Akşam üzeri kendi dükkanlarına gidip getirerek,
fotokopi ile kopyalanmış, üstelik bir de ciltlenmiş şarkı defterimi getirip
teslim ettiğinde, mutluluktan mest oldum. Onunla birlikte Seyitgazi"ye
dönmek fikrimden caydım. Genç aşıkları baş başa bırakıp, rahat rahat
görüşmelerine fırsat tanıyacaktım.
"Yahu enişte, aklıma geldi de, bizim
bayramın üçüncü gününde Nuri ile bir işimiz var. Seninle Seyitgazi"ye
gelemeyeceğim. Sen, yalnız gidersin artık. Battalgazi Sağlık Ocağı diye sordun
mu, herkes gösterir yerini…"
*
Dört
ay geçer geçmez, asaleti onaylanan ablamın yanına giden annem, ablamı da yanına
alarak geldi. Ablamla annem gelir gelmez hummalı bir hazırlığa giriştiler. Evi
baştan aşağı temizleyip eşyaları özenle yerleştirdiler. Safinaz abla da fırsat
bulduğunda koşturarak gelip işlerin bir ucundan tutuyordu. Babam da kolonya,
ikramlık şeker, çikolata gibi şeyler alıp gelmişti.
Emekli
imam, oğluna ablamı istemeye gelecekmiş; hazırlıkların sebebi buydu.
Cumartesi
akşamı annem Safinaz abla ile Madam"ı da çağırmış, Madam kendisini
yıllardır hor gören imam ve ailesiyle karşılaşmamak için annemin davetini
kibarca geri çevirmişti, Safinaz abla
ise anneme destek olmak için gelmişti. Karşı taraftan ise sadece emekli imam
ile ailesi değil, en az on beş kişi geldi. Dört erkek, üç çocuk ve geriye
kalanların hepsi kara çarşaf ve peçe… Birbirlerinden ayırt edilir bir
belirtileri yoktu; sanki aynı yumurta
ikizleri...
Kara
çarşaflıların hiç birisi babamla tokalaşmayı kabul etmiyor, adamcağız elini
uzatıp uzatıp geri çekiyordu. Aynı şekilde adamlar da ne annemle, ne Safinaz
ablayla, ne de ablamla tokalaşmıyordu.
Böyle
bir aileye gelin gitmek istediği için, Esin ablamın gözümdeki bütün değeri
sıfıra inivermişti.
Havadan
sudan sohbet, kolonya, şeker ikramı filan derken imam efendi damdan düşer gibi
niyetini pat diye söyleyiverdi.
"Allahın
emri peygamberin kavli…"
Babamın
savunma mekanizmaları düşmüştü, çünkü kızı istiyordu. Tutacak bir dalı
oluverse, "kalkın gidin…" diyecekti ama…
O
da kara çarşaflı kadınlardan ürkmüş görünüyordu. Bir cesaretle, "kızımı
gelin ettikten sonra böyle kapatacak mısınız?" diye sordu. Sanırım, bir
ümitle, "kapatacağız," derlerse, kızım da kapanmayı kabul etmezse,
kurtuluruz bu işten, diye düşünüyor olsa gerekti.
Emekli
imam, "haşa!" diye atıldı. Kapatmayız, diyecek gibiydi, babamın ince
hesabı tutmayacaktı galiba… Adam, sözünü sürdürdü. "Bizde kadınlarımızı
zorla kapatacak bir zulüm yoktur. O, Allah"ın emridir!"
Adamın
ne demek istediğini ben anında anladım, ama zavallı babacığım, kafası durmuş,
bir şey anlamıyordu. "Kapanması için bir baskı yapmayacak mısınız yani?"
diye sordu.
Adam
tekrar, "haşa!" diye atıldı. "Ne haddimize?"
Babam,
"ya sen evladım?" diye sorarak damat adayına döndü. "Kızımın
kapanmasını talep edecek misin?"
Oğlan
da babasını taklit ederek, "haşa!" diye başladı sözüne. "Allah ü
tealanın emri ne ise o olur, onun emirleri karşısında bizim bir sözümüz olamaz."
Babam
bir şeyler anlar gibi oldu. "Allah ne emrediyor bu konuda?" diye
sorunca da, hepimizi uzun bir vaaz dinlemek zorunda bıraktı.
Emekli
imam, ilgili kuran ayetlerini hem Arapça, hem Türkçe olarak aktararak,
Peygamberimizin hadislerinden bahsederek, ulemanın düşüncelerine atıfta
bulunarak, anlatıyordu habire…
Anlattığı
aslında kısacık bir cümleden ibaret: "Kuran"a göre kapanmak
zorunludur!"
Anlattıkları
bize göre değil; biz o kadar koyu birer Müslüman olamadık henüz. İçimizde
ibadete en düşkün olan annemin bile böyle bir şeye razı olabileceğini sanmam.
Babam,
kızının da çarşaflara bürünmesi için baskı göreceğini anlayabildi nihayet. Esin
ablama dönerek, "sen ne diyorsun kızım? Allahın emri, peygamberin kavli
ile istediler seni, verdim dersem, senin de kapanman gerekecekmiş bak… Razı
mısın?" dedi.
Ablam,
tam bir hayal kırıklığı yaşamaktaydı; "ama biz Şaban ile bunu hiç
konuşmamıştık. Bana böyle bir şeyden hiç bahsetmemişti," diye söylenmeye
başladı. "Ben devlet memuruyum. Devlet memuriyetinde çarşaf yok, yasak…"
Emekli imam onun
sözünü keserek, "memuriyeti bırakırsın kızım," diyecek oldu; "bizim
servetimiz yeterlidir, çalışmana gerek yoktur."
Adam, resmen
baltayı taşa vurmuştu. Ablama, bunlar söylenir mi hiç?
Ablam, "Ne
münasebet?" diye bağırdığında son sözünü söylemiş olmuştu, babama bu
kadarı yeterdi. Tamam işte, benim ablam bu!
Babam
ortamın gerginleşmesine fırsat bırakmadan, "biz, size cevap vermek için
birkaç gün düşünmek istiyoruz," diyerek son noktayı koydu. Bunun anlamı, "ben
size bu kızı nah veririm!" demekti. Bunu emekli imamla oğlu da anlayarak
kıçlarına baka baka gittiler.
O
güne kadar, "Allahaısmarladık""iyi günler","hoşça
kalın" gibi bir sürü veda sözcüğü duymuştum.Bu defa ilk kez duyduğum bir
veda sözcüğünü öğrenmiş oluyordum:
"Selametle!"
"Selametle!"
Safinaz
abla, onlar gittikten hemen sonra, nereden bulduysa bulmuş, eline bir tef
almış, başlamıştı ilk kez duyduğum bir Trakya havasını çalıp söylemeye:
"Selametle
imam efendi, selametle…
bu
işler olmuyor okuyup üflemekle…
sen
kendine kendin gibi bir gelin bul…
evlensin
oğlun baş belası melanetle…"
Hem
söylüyor, hem göbek atıyordu. Geçtim karşısına, başladım aynen onun gibi el
çırpıp oynamaya. Babam bu şımarıklığıma kaş çatarken, annem ile ablam katıla
katıla gülerek bize tempo tutuyorlardı.
"Selametle
imamın oğlu, selametle…
Dindar
olunmuyor kara çarşaf giymeyle…
Sen
kendine kendin gibi bir yobaz bul…
Kızımız
kurtuldu senden bu kerametle…"
*