Tedirginliğimin
dozajını ayarlayamıyorum ve nükseden o yanılsama durağan bir gölün çırpıntıları
aslında gözlerini alamadığın.
Bir yenilgiye muktedir
olmak nedir bilir misin?
Ölüm öncesi yaşanmamış
ne varsa ve ne ise adlandıramadığım. Külliyen yalan, dememek için nasıl
tutuyorum kendimi.
Ansız bir korku belki
bir tehdit ömrü kısa kılan. Dur, daha ne yaşadım ki…
Kırık zincirin son
halkasında saklı tuttuğum inanılmaz bir sancısın gitmelerden yorgun ruhumun tek
tezahürü aslında yine o yorgun beden.
Kural tanımaz dünyaları
var insanların çok uzağında durduğum. Kayıpları var ve kendilerini bir türlü
konumlandıramadıkları o zirveler, benim asla ve asla erişme imkânımın olmadığı
ki onların vicdansızlıklarını payidar kılan da işte tam da bu.
Bir yerleşke benimki
hatta kelimenin tam manasıyla sahne tozu yutmuş nice Pinokyo’nun taarruzundan
sakındığım bir kale.
Dipsiz sanrıların
eşliğinde bir hışımla koparıyorum takvim yapraklarını ve her ölü günün yanına
kocaman bir çentik atıyorum.’’İşte’’ diyorum; ‘’benden çaldığın ne varsa ben de
karşılığında bir gün daha çaldım senden yeter ki berhudar ol yaşlı ve düşkün
dünya!’’
Saçlarım çok karışık en
az zihnim kadar tam anlamıyla arapsaçı. Dolandığım ipleri çözmek aklımın
ucundan bile geçmiyor ve dolandıkça içimdeki yaşama azmi daha da pekişiyor.
Azim, dedim sanırım yanlış bir ifade. Varsın bir kez de yanlış yapayım. Tüm
doğrularım, o varsıl tutanaklarda mademki tek bir yanlışa tekabül etmiş işte
haykırıyorum:’’Bayan mükemmel olmaktan çok yorgunum.’’
Sancılı bir gün bir o
kadar kopuk olduğum bir döngü ve işte doğurgan cümlelere sığındım bir kez daha.
Sanır mısın bir eşkâlim yok yoksa asılsız mıyım da bu denli dolu içim ve her
yeni gün bir bardak soğuk su içiyorum bir gün evvelini öldürmüş olmakla kıvanç
içindeyken ruhum.
Neyin derdi de bir
marifetmişçesine insanlık acımasızlığı birbirine peşkeş çekmekte. Bu
anlamsızlıkta mademki yer almamayı seçtim işte yine söylüyorum:’’Uzak durun
benden.’’
Tarihteki kahramanları
bana yakın kılan o hayat hikâyeleri zaman zaman sığındığım. Okumaktan kendimi
alıkoyamadığım acı yüklü otobiyografileri bir o kadar özümseyip içine
gömüldüğüm benden bir parça taşıdıklarına neredeyse kani olduğum. Bazen
Kafka’ya düşüyor yolum bazen hala çağımızın en kıdemli edebiyatçılarından
Kundera’ya. Fondaki müziği de dahil ettim mi boyutsuzluğun penceresinde tüm
tüketilmişliğimle o vakur yanılsama çakıyor gözlerimde. Son zamanlarda
dertleştiğim bir diğeri, adı gibi ömrü gibi her satırında yudumladığım… Hele ki
şu cümlesi yok mu:’’Sadece acı bizi büyütür, acının göğsünde bekleyen sıkıntı,
tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye benzer.’’(Pessoa)
Ilık bir gün ve ılık
bir rüzgâr. Ekim gibi ekim. Keşke hızlansa mevsimler ve arz-ı endam etse kış
tüm heybetiyle. O kadar çok özledim ki üşümeyi ve ıslanmayı.
Ilıman bir iklimin sıra
dışı kuraklığında solan ne varsa. Ne varsa solduran kırık gülü. Renklerin ırgat
bildiği karanın nezaretinde saf tutmuş karanlık bir oyunmuşçasına saklandığım
izbelerde hala görülme kaygısıyla çekerken sis perdesini isli gözlerindeki
meftun yobazlığın kerameti kadar yanıltıcı da olsa yankılanan hava boşluğunda.
Günü birlik yaslar ne
ki ya da günü birlik akıttığım yaşlar. Ağlamalıyım doya doya ve türetmeliyim
mutluluğu bir adım öncesinde boğulmuşken güz yağmurunda.
Mutluluk ne zor ne de
ulaşılmaz yeter ki beni benden çalmasınlar. Yüksünmek bir o kadar olası hüzün
bulaşmışken ne de olsa çalıntı sevinçlerimi bir yerlere yığmış ne çok insanla
kesişti yolum.
Asaletin simgesi
aslında yüreğimizde gizli hele ki uzaktan bir dokunuşu ve bir kelamı çok
görüyorlarsa bu yüzden daha güçleniyorum günbegün.
Ne çok benden ne az senden, içimde saklı o sevi
dili nüksederken sarf ettiğim her hecede. Mümkün mü tek yönlü bir döngü? Nasıl
mümkün olur söyle saltanatı insanlığımın… Önce üzülmeliyim ve çağlamalıyım
yağmur öncesi akarken damla damla alışageldiği üzere ki üzünç bulaşmalı önceki
satırlara, yer yer kabarmalı yazdığım kâğıt. Yoksa nasıl silip geçerim adını,
adımı hani unuttuğum milat öncesi…
İşte tarihin tozlu sayfalarından
bana kadar ulaşan bir gizem: mutluluğu arayan derviş ruhlu bir yazar, Pessoa. O
da kerelerce sormuş kendine mutlu olup olmadığını. Ya, sizce nedir mutluluk?
Bir kayboluş mu bir var oluş mu yoksa verdiğiniz kayıpları görmezden gelip
başkalarının hüzünlerini katık yapmışken şen ve cilveli kahkahalarınıza?
Tüm edilgenliğimle ve
tüm pervasızlığımla hepten uçurdum kafesteki kuşları bile bile öleceklerini.
Özgürlük yakışmadı onlara en az özgün düşlerimin bende bıraktığı son izlek
kadar sitemkâr olsa da yıllar ve sözcükler hiçlikle iştigal eden benliğimden
kalan son kırıntılar artık yorgunluğumun nüksettiği şu saatlerde dalıp
gitmişken bilinmeze.
Ürkünç ve çalıntı
sevinçler yok kursağımda, tek haram lokma yok.
Bir yıldız kadar yalnız
belki onca yıldız tozu serpilirken acemice hatta ansızın boğulmaya ramak kala.
Çok özledim hem de ne
çok: üşümek istiyorum bir yandan yüreğimi ısıtan derin bir uyku sadece bana ait
bir dünyada yazdığım hikâyenin başrol oyuncusu olmak ne de olsa tek kişilik bir
gösteri adına hayat denen…