Halil
Kaya, odasına girerek, içinde ıslak elbiseleri bulunan poşet torbayı kapı
arkasına doğru fırlatıp, kendini sırtüstü yatağına attı.
Annesi
seslendi dışarıdan: ”Halil’ciğim! Karnın aç mı? Yemek hazırlayayım mı?”
O
da, “Karnım tok!” diye seslendi annesine. “Ayşe teyzelerde yedim…”
Kendi
kendini düzeltti. Mutlulukla gülümseyerek, “Ümmühan’larda yedim,” diye
mırıldandı... “Ümmühan!... Hayat dolu bir kız… Sevimli bir kız… Çok güzel
bir kız…” diye düşündü. Bunları bir şiiri okur gibi mırıldanmıştı, “Bir
şiir gibi kız…” diye ekledi. Kalktı yatağından, emektar ders çalışma
masasının başına geçti, aceleyle bir defterin en son boş sayfasını açarak, bir
şeyler karalamaya başladı. İçini dolduran ilham ile yazıyor, yazdığı bir
kelimeyi karalıyor, yerine yenisini yazıyor, yazdıklarını okuyor, yeniden bir
şeyler yazıyordu…Yazıp bitirdikten sonra bütün yazdıklarını, yine şiirimsi
vurgularla okudu: “ iki kişilik kur masamı meyhaneci!/ sevgilim gelecek…/
Ki, O henüz on sekizinde…/ henüz yıllanmamış olsun şarap,/ aşk ve hüsün olsun
mayası!.../ bir adam bulup getir sokaktan, / vereyim ne ise parasını…/ iki
elini gözüne siper edip baksın pencerenin buğusundan,/ birbirlerine
yakışıyorlar, desin…/ hangi cehennemdeyse al getir kemancıyı,/ bizim için gene
o eski aşk şarkısını çalsın! / eski ve tombul konsomatriste tembih et/
sevgilimin yanında / bana içki ısmarla yakışıklı diye sakın sırnaşmasın!.../
herkese şarap ver meyhaneci,/ bugün içkiler benden olsun!/ herkes şerefime
kadeh kaldırsın!.../ Sevgilim gelince meyhaneci/ Kİ, O, henüz on sekizinde/ Dök
şarabı kadehime/ dök!.../ Şarap içeceğim, bugün,/ sarhoş olacağım…/ sarılacağım
belinden sevgilimin…/ incecik… / sıkacağım usulca…/ başı göğsüme yaslanacak…/
bacakları dolanacak bacaklarıma…/ koklayacağım açlarını ihtirassız… / öpeceğim
dudaklarını küçücük öpücüklerle…/ sızacağım…/ bu hülyadan hiç uyanmayacağım…/
öylece yaşlanacağım”
Birden
kendine geldi, gerginleşerek, “Bu günkü beraberliğimizden sonra, şu
yaptıklarıma, onun hakkında ki şu düşüncelerime bak! Beni ne hale getirdi!...“
diye mırıldandı.
Yazdığı
sayfayı yırttı, avuçlarında buruşturup topakladı, çöp sepetine doğru attı.
“Hemen etkisi altına giriverdim! Yarın da, sıra, kara sevda çekmeye gelir!...”
Attığı
kağıt sepetin dışına düştü…
Tekrar
uzandı yatağına, gözlerini yumdu, sıkı sıkı… Onu düşünmemek için mi, yoksa
iyice düşünüp onunla ilgili net kararlar alabilmek için mi, bilinçsizce, ne onu
düşünmeden edemeyerek, ne de planlı, düzenli bir şeyler düşünerek, yumdu,
yumdu, yetmedi, yüzüne yastığını kapatıp bastırdı, o da yetmedi, yorganını
çekti tepesinden, yorganının içinde yitmeye çalıştı… “Kafam çok dağınık!
Çoook!...” diye bağırdı yorganının altından…
*
Halil,
gardırobundan çıkarttığı yeni kıyafetleri giyindi. Odasından çıktı.
Nisa
hanım, mutfağında bulaşıklarını yıkıyordu. Halil’ in mutfak kapısından girişine
baktı. Oğlu gelip, arkasından sarılarak yanaklarını öpmek isteyince de,
ellerini deterjanlı suyun içinden çıkartmadan uzattı yanaklarını oğluna,
öpmesini bekledi. Sonra, onun kendisiyle konuşmak için yanına gelmiş olduğunu
anlayarak, sempatiyle mırıldandı. “Biricik oğlum, galiba annesiyle bir
şeyler konuşmak istiyor…”
Halil,
onun yanı başında dikilmeyi sürdürerek, “Yalnızca, bir şey rica etmek için
geldim, anne,” dedi.
“Oturalım
mı?”
“Yok,
hayır, sadece dinle…” diyerek devam etti: “Ümmühan hakkında
konuşacağım. Sizi, kendi ebeveynini, hatta Erol’u, benimle ilgili duygularına
nasıl inandırdıysa, bugün beni de aynı etki alanına çekmeyi becerdi, bu kız…”
Nisa
hanım, birden heyecanlandı.
Halil,
annesinin neredeyse sevinç çığlığı atmak üzere olduğunu görerek müdahale etti, “Yok!
Lütfen sözümü bitirmeme izin ver, anneciğim!”
Nisa
hanım, ses çıkartmadı.
Halil,
konuşmasını sürdürdü: “Düzenli bir gelir sağlayacak işimin olmasından önce,
mücadele vermem gereken bir süreç var önümde… Bir tarafta o sürecin
belirsizliği, öbür tarafta sevdiğim tüm insanların teşvik ettiği bir ilişki…
Bundan dolayı kafam çok karışlık! Anlayabiliyor musun, beni, anne?...”
Nisa
hanım, anlayamıyordu onu. “Biz babanla evlendiğimiz zaman ne bir evimiz, ne
de doğru dürüst bir eşyamız yoktu…” diyerek konuşmaya başladığında,
Halil,
annesinin sözünü keserek, “Aynı şeyden bahsetmiyoruz anne!” dedi.
“Bizim durumumuz, sizinkinden farklı…”
Nisa
hanım, onu anlamamakta diretiyordu: “İki
gönül bir olunca, samanlık seyran olur,” diyerek kendi düşüncesinde ısrar
etti. “Hem, biz destek olacağız…”
Halil
sıkılmıştı onunla aynı frekansta buluşamamaktan, “Anne, anneciğim,
anneciğim…” diye tekrarladı; “anlamaya çalışamaz mısın beni? Beni
anlamak için birazcık gayret göster, lütfen!...”
Nisa
hanım, alınganlık göstererek sitem etti: “Benim anlayabileceğim şekilde
konuş, mademki…”
Halil,
bir kez daha anlattı: “Düzenli bir gelir elde edebileceğim bir işim oluncaya
kadar, yaşamam gereken bir süreçten bahsediyorum ben. Tek başıma vermem gereken
bir mücadeleden bahsediyorum. Etrafımda, sorumluluğunu taşımak zorunda
kalacağım, bana ayak bağı olabilecek insanları görmek istemediğim bir mücadele
o!...”
Ne
kadar konuşursa konuşsun, Nisa hanıma izah edemeyecekti durumunu. Kadın,
“İşini önüne katıncaya kadar, nişanlı kalırsınız, ya da evlenirsiniz, sen
gitsen bile Ümmühan burada, bizimle kalır…” demeye başladı.
Halil,
“Peki anneciğim!” diye çıkıştı onun sözünü keserek. “Senden şunu rica
ediyorum ben: Kafam öylesine dağınık ki, hiç olmazsa bir hafta Ümmühan’ dan
uzak durmak ve onunla ilgili düşüncelerimi kendi kendime, bir şekle sokmak
istiyorum. Bunun için, beni aradığı zaman, Halil yok diyebilir misin ona?”
“Bir
hafta mı?”
“Sadece
bir hafta!”
“Çok…
Üç günde toparlarsın kafanı. Üç gün yeter!”
Halil
bu sefer, gerçekten sinirlendi. “Neyin pazarlığını yapıyorsun, Allah aşkına!
Bir hafta olsun, rahat etmemi sağlayıversen, ölür müsün?”
Nisa
hanım, ona sempatiyle gülümsedi. “Tamam, ne senin dediğin, ne benim dediğim.
Beş gün olsun! Beş gün, Halil yok, derim. Altıncı günü ise, karışmam…”
Halil,
iyice sıkılarak, “Tamam, anne!” diye söylendi. “Beş gün…”
Annesini yanağından öptü, “Haydi, ben çıkıyorum, yarın sabahtan itibaren beş
gün süreyle, Ümmühan lafı bile duymak istemiyorum. Ona göre…”
Nisa
hanım, oğlu mutfaktan çıkmak üzere olduğu için, hemen itiraz etti, “Bugün
itibariyle beş gün…”
Halil,
onun, biraz da kendisini kızdırmak istediğini anladı.
“Hayır,
yarın sabahtan itibaren,” diye haykırarak kaçtı, gitti mutfaktan.
Sokak kapısından çıkarken, “Ben şöyle sahile doğru biraz yürüyüş yapacağım. Sonra
Erol’a da uğrarım belki…” diye seslendi.
*
Nisa
Hanım, kulağındaki telefon alıcısıyla fısır fısır bir şeyler konuşuyordu.
Karşıdan bakarsanız, ballandıra ballandıra dedikodu yapmakta olduğunu hemen
anlardınız!
“Ümmühancığım,”
diyordu; “Tamam, yakmış abayı bu sana.”
“…”
“Ben
anlamaz olur muymuşum?”
“....”
“Nasıl
mı anladım? Nasıl anlayacağım? Geldi mutfağa, yanıma, dedi, anne seninle
konuşmak istiyorum, dedim konuş, bana, Ümmühan size, annesine babasına, Erol’ a
nasıl tesir ettiyse, bana da aynı öyle tesir etti, dedi, sonra, bir takım
kaygıları mı varmış, ne? Önüme işimi katıp para kazanamazsam, ne yaparım, nasıl
çıkarım bu işin içinden ben, demeye başladı.”
“…”
“Ya,
aynen öyle.”
“...”
“Olacak,
olacak bu iş. Düğün hazırlıklarına başlayalım bile…”
“…”
“Yok,
arama…”
“…”
“Niye
mi? Dedi ki, Ümmühan’ dan beş gün uzak durmak istiyorum, dedi, duygularımı
kendi kendime, bir şekle şimale sokmak istiyorum, onun için, dedi, bana,
Ümmühan’dan rica et, dedi, bi beş gün beni aramasın dedi. Onun için…”
“…”
“Tamam
kızım, beni ara, ben veririm sana her havadisi, beş gün kalsın tek başına,
bakalım…”
“…”
“Tamam,
ben de seni öptüm. Görüşürüz.”
Telefonu
kapattıktan sonra, sağa sola bakınıp, telefon konuşmasını kimsenin görmüş,
duymuş olmadığını tespit ederek, gayet mutlu, mutfağına döndü.
Nisa
hanım mutfaktan, Halil’ in odasına geçti. Odayı üstün körü, şöyle bir
toparlayarak yorganını düzeltti, ıslak elbiselerin olduğu torbayı aldı,
içindekileri çıkartarak onları banyoya götürüp geri geldi, çöp sepetini dökmek
için aldı, sepetin yanında ki buruşturulup atılmış kağıdı gördü. Sepetin içine
atarak çıktı odadan. Mutfağa döndü. Mutfaktaki büyük çöp bidonuna elindeki
sepeti boşalttıktan sonra tekrar Halil’in odasına dönerek sepeti masa yanındaki
yerine bıraktı.
Tekrar mutfağa girdiğinde, oldukça dolu haldeki büyük çöp bidonunu kaldırdı
yerinden, mutfaktaki bahçe kapısından, bahçeye çıkarttı. Bahçedeki boş çöp
bidonunu aldı, içeri girecekken, dolu bidonun en üstünde, Halil’in odasında,
yerde bulduğu, adeta al da bak, der gibi duran buruşturulmuş kağıdı aldı eline,
içeri girdi, bidonu yerine koyduktan sonra buruşturulmuş kağıdı açtı,
içindekileri okumaya başladı. Okumaya öyle daldı ki, az sonra, gözlerinden bir
çift gözyaşı süzülerek yanağından kayarken, o okumayı sürdürüyordu. En sonunda,
“Aşık…” diye mırıldandı.
Hemen
telefonun başına koşturdu. Açtı telefonu, tuşladı. Az sonra, karşısındakiyle
konuşmaya başladı. “Ümmühan! Koş, çabuk, bize gel!... Bir şey olduğu yok,
kızım! Sana bir şey göstereceğim! Sokaktan gelme! Arka bahçeden, komşunun
bahçesinden atla da gel!...”
Telefonu
kapattı, elinde ki kağıt parçasını tekrar okudu…
Ümmühan’ı mutfakta ki arka bahçe kapısından içeri aldı.
Ümmühan, “Nisa anne, öldürdün beni meraktan ne oldu? Halil yok mu?”
diyerek girdi mutfağa. “Yok. Sahile doğru yürüyüş yapacağım diye çıktı. Bak,
bunu buldum odasında…” Elinde ki kağıdı Ümmühan’a teslim etti. “Bu oğlan
sana şap gibi yanık kız. Vallahi billahi aşık sana…”
Ümmühan,
kağıdı okudu, okudu. “Seviyor!” diyerek bir çığlık attı.
Nisa
hanımın boynuna sarıldı. Sarmaş dolaş, zıplamaya başladılar.
“Seviyor…”
“Aşık…”
“Hem
de deliler gibi seviyor…”
“Ben
de, ben de, ben de…”
*