Taksim anıtının dibinde oturuyorum
demir parmaklıklara.
İstanbul’u yeni öğrenen her yabancı kadar şapşalım.
Gün güzel başlamalı benim için,
dudağımda gene gülümsemeler belirmeli,
kendi özüme dönmeliyim, benliğimi bulmalıyım.
Gözlerinden gönlüne akmalı, göz yaşlarında boğulmalıyım.
Bakla falına bakayım mı, diye geliyor kadın.
Bakmıyor, vaz geçtim, diyerek.
Gönlü kör olasıca!
Kötü bir şey görmüş olmalı.
Fallar yalan söylemez.
Ölüm uykusu çok derin.
Keşke annemle vedalaşabilseydim.
Ayine davet etti cümle müntehir;
sesim çirkin olduğu için itibar etmedim.
Davete itibar gerek.
Biber gazı sıkmaları,
tazyikli su sıkmaları,
dayak atmaları ve tabii ki, öldürmeleri
şebeklerin tekâmül etmişine tanınmış haklar.
Çocuklar öldürülmediğinde ‘gezi parkları’ güzelleşecek.
İçimdeki telaş direnişim.
Günbatımında haylazlığımdan saklanan
rengarenk misketlerimle doldurdum kefenimin ceplerini.
Çokluk somurtkan çocuklar geldi.
Yüzünde gözlerim, kaybolmuş bir çocuğum ağlamakta.
Kırkikindi inince karanlığa arınmadan pustular koynumda.
Tüm sabiler toza, çamura bulanmış.
Üşürler güneşsizlikle.
Gerçi şampuanımız da yok.
Güzlek damlaları misketlerimi kırdı.
Al bedenini git dediler cennete.
Bedenler için cennete daha var.
Çürüyen etleri onarmayı beklemeli.